Böyle olmasını istemezdim ama hep olurdu. Dünyanın bütün kızılderilileri yenilir, Spartaküs kaybeder, gün batarken sararır, kuşlar döner, Sadri Alışık denilen hergele, her filminde ağlardı. O ağladıkça ben de ağlardım. Nedenimi bilmez ağlardım. Ağladıkça Sadri'ye kıl kapar gıcık olurdum. Üçüncü şahıs olarak kalışına, hep gidici kadınları sevişine, bu gidiciliklerin bir mecburiyet gibi duruşuna, Sadri'nin bu mecburiyetlere, giden kişinin özgürlüğü olarak bakıp, ona ihanet etmemek için kendine ihanet edişine.
"1955 Suriçi istanbul doğumlu. 76'da Ankara'ya siyasal bilgiler basın yayın yüksek okulu'na (şimdi Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi) okumaya gitti. 83'te döndüğünde Suriçi'ni terk edip Beyoğlu'na çıktı. Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku adlı ilk kitabında, Galata Kulesi'nde Müzeyyen'e sarılırken atılmış bir tirad'da kahramanının ağzından Suriçi'nden özür diler. Süha Arın, Can Dündar ile belgesel filmler yaptı. Her yere burnunu soktu. Vietnam'a gitti geldi. Halk arasında "doktor" ve "projeci" olarak bilinir. 50 yaşına geldi, adam olamadı. Olacağı da yok." - İlhami Algör
YouTube kanalımda Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku kitabını okumadan ölebilirsiniz dedim : https://youtu.be/Rclj5apawe4
FAKAT MÜZEYYEN BU CRINGE BİR KİTAP
Cringe = Başkası adına utanmak
Ölmeden önce okunması gereken değil, okumadan önce ölünmesi gereken bir kitaptı benim için.
Şimdi, bir kitap düşünün. O kitabın içinde küçük bir kız çocuğu için "Orospuyu çok özlemiştim." (s. 36) ve Sadri Alışık için şaka yollu da olsa hergele densin. İnanılmaz. Böyle bir kitaba kimse benden mükemmel, muhteşem ya da sarsıcı dememi beklemesin. 50 küsür sayfalık kitabı da salt birkaç kelimeye sığdırarak cımbızlama şeklinde değerlendirmek istemediğimden dolayı gözüme çarpan ana kısımlardan bahsedeceğim.
Sanatta "kitsch" diye bir tanım vardır bilir misiniz? Kitsch, bayağı bir tada sahip şeylere ve ticari kaygılarla üretilmiş olan banal, rüküş, sıkıcı ve overrated diyebileceğimiz değerinden fazla abartılmış ürünlere gönderme yaparken kullanılan Almanca bir terimdir. İşte Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku'nun bende bıraktığı tat kesinlikle kitsch bir tat oldu.
Şimdi cringe, kitsch, overrated vs. gibi İngilizce ve Almanca kelimelerle dolu sosyal medya jargonu kullanarak bir inceleme yazıyorsun o zaman sen de tam bir kitsch olmuşsun diyebilirsiniz, fakat İlhami Algör'ün kitabı da tam olarak sosyal medya ile ünlü olan, çorbaları, pilavları ve her yemeği birbirine karıştıran pala bıyıklı Baruthane Pilavcısı'nın yaptığı yemeklere benzemiş zaten. 2 Algör bardağı postmodernizm esintisi, 1 Algör kaşığı modern roman malzemesi, biraz yeraltı edebiyatı baharatı, acı şiirsellik sosu, biraz ağdalı ve kasıntı cümle kurulumları, üstüne sürekli yabancı isimler ve kelimeler derken bunu popülist bir üslupla marine edip hafif de sosyal medya edebiyatı ateşinde pişirdiğiniz zaman okurun kitabı okumayı bitirdikten sonra aklında kalan tek soru "Ne okudum ben ya?" hatta "Niye okudum ben bunu ya?" oluyor. Yani sizde duygu, edebi estetik ve katkı açısından hiçbir şey kalmamış oluyor. Edebi anlamda karnınızı veya beyninizi doyurmayacak bir kitap bence bu. Birbirine tepki olarak doğmuş edebi akımların hepsinin bir çorba edebiyatı olarak kullanılması gibi. En azından benim için böyle gerçekleşti.
Gelelim cinsiyetçi ifadelere. Farklı olacağım diye başarılamamış postmodern özentisi bir üslup ve gereksiz küfürlerle dolu kasıntı bir dil kullanmayı tercih etmiş olan yazar, kadınları hafifmeşrepleştirmekten de hiç ama hiç kaçınmamış. Küçük bir kıza çekinilmeden -çok özür dilerim- orospu denmiş, kitaptaki kadın karakterlerin yarısı yazarın belirtmekten sıkılmadığı güzel göğüslerle okurunun karşısına çıkmış, kadın algısı sürekli çapkın olan bir gece kadını şeklinde yansıtılmış. Edebiyat gerçekten bu mu? Edebiyat, kadınları küfürlerle tanımlayıp aşağılayan, duygusuz kelime oyunlarıyla ve cinsiyetçi söylemlerle ticari başarı elde etmeye çalışan, bir nevi psikolojik ve içsel yolculuk yaşayan bir karakterin anlatıldığı bir kitap olmasına rağmen neredeyse hiçbir kişilik özelliği ve tasviri barındırmayan, kitap içinde kullanılan resimlerin metinlerle hiçbir ilgisi olmamasını öğütleyen bir özgürlük türü müdür? Eğer bu özgürlükse, benim özgürlük tanımım içerisinde bunlar yok.
Yazarlara duygu mühendisleri diyebiliriz bence. Biz okurlar olarak yazarların duygu çeşitlerini kurguya karakter, içerik, yer, zaman ve olaylar eşliğinde nasıl yedirdiğini okuruz. Fakat bu kitapta maalesef profil fotoğrafımda gördüğünüz gibisinden bir duygulanım çeşidi hiç olmadı. İçinden duyguları zorla çekip almaya çalıştım ve bu da kullanılan sıkıntılı kelime seçimleriyle birlikte beni kitaba karşı daha çok yabancılaştırdı. Zaten duygular da bu kadar samimiyetsiz ve zorlama bir şekilde açığa çıkmazlar. Peki bana nefret, sevgi, zevk, acı, korku, gülme, kıskançlık vs. gibi bir tane bile duygu emaresi geçirememiş olan kitabı nasıl pohpohlarım?
Kitabın sevdiğim bazı kısımları için verdiğim 1 puanı, bazen kendimin de yapıyor olduğu sesli monologlar, içsel bir yolculuğu hatırlatıcı bazı cümleler ve artık neredeyse etrafta görülen her şeyle konuşma saplantısına düşme durumu için verdim. Sadri Alışık ile ilgili bazı farklı kısımları ya da yabancı film göndermeleriyle oluşturulmuş nadir kurgu parçalarını özgün ve farklı bulduğumu söyleyebilirim. Ayrıca kitabın bu kadar kısa olmasını da sevdim. Zira biraz daha uzun olsaydı hiç alışkın olmadığım şekilde yarım bırakmak zorunda kalacaktım. Sevmediğim kısımlar, sevdiğim kısımları çok fazla geçtiği için düşüncelerim de böyle şekillendi.
Bu kitabın popülerliğini hak eden onlarca değerli Türk Edebiyatı kitabı ve yazarı sayabilirim. Bence bu kitabı okuyup 1,5 saat vakit kaybetmektense gidin 1 saat Yaşar Kemal, Yusuf Atılgan, Orhan Kemal ya da Ahmet Hamdi Tanpınar gibi ülkemizin esas edebiyat ustalarını okuyun. İlla çağdaşlardan okuyacağım derseniz de 30 dakika İhsan Oktay Anar, Enis Batur, Murat Menteş, Ayfer Tunç ya da Latife Tekin okuyabilirsiniz. Emin olun her anlamda kendiniz için daha faydalı ve doyurucu bir okuma yapmış olursunuz. Zaten onların kitaplarıyla bu kitabın arasındaki sadelik, doğallık ve samimiyet farkını da net bir şekilde anlayacağınızdan şüphem yok.
Çabuk, kendi sevdiği yazarın eleştirilmesini kaldıramayan duygusal okurlar gelmeden... Aaa baksanıza, aslında ben de İlhami Algör tarzında yazabiliyormuşum, hemen bir kitap yazıp filmini çektireyim.
İncecik kitap uzun süre elimde süründü. Farklı olacağım diye manasızca ağdalı ve argo bir dil kullanan yazar, bana en ufak bir duygu bile aktaramadı. Yazık olmuş...
. EDİT: bir gerizekalı olarak lafı bu kadar uzatacağıma, "kısmen 'bilinç akışı tekniği' kullanmış" diyebilirdim, ama demedim. Bilmiyor muydum, yoo biliyordum; Woolf, Joyce, Plath, Welsh gibi isimleri sürekli araştıran, haklarında okuyan biriyim, en çok Plath'ten biliyorum (şiirlerini okurken anlamada yardımcı olsun diye Bell Jar'ı daha çok okudum çünkü). Daha yakın zamanda Jonathan Safran Foer'ı kitaplığıma eklemeden önce nedir ne değildir diye baktığımda da okudum; daha fenası yıllar önce bilinç akışı diye bir şeyin varlığını ilk öğrendiğimde hayran olmuştum hatta. niye böyle oldu ben de anlamadım. ama asıl olan, ulan bi Allahın kulu da yorumu okuyup 'lan dangalak bahsettiğin şey şu' diyemedi mi, bir kişi bile okumadı mı ya da yorumu :(
şimdi öğrendiniz, kitap kısmen "bilinç akışı tekniği" ile yazılmış. kısmen çünkü o da yazıyordur heralde aşağıda *sad lol*
Hiç sıradan bir günde, sıradan bir zamanda, sıradan bir mekanda, spontane veya estantene dilimlerde, herhangi bir ruh halindeyken kendi kendine düşündüklerinizi düşündünüz mü? Hayat, siyaset, şarkılar, saçma diyalektikler, sebep-sonuçlar, geçmiş ile gelecek, Leyla ile Romeo, 3. kattaki dairenin balkonun renginin neden yeşil olduğu, acaba yeteri kadar ağlarsan tavandaki ısrarla düşen çerçeveden kalma çivi deliğinden buharlaşıp geçerek yok olup olamayacağınızı fln. Düşünmediyseniz burayı terk edin keza pek gamsız bir insanmışsınız; ha düşünmüşseniz peki, ne dersiniz, ‘ulan ne saçmalıyorum’ mu ‘amaan’ mı ‘yazsam mı bak güzel laf ettim he’ mi?
Kitap bunların toplamı gibi bir şey. Arada da bahsettiğim sıradanlığı anlatıyor, gerçi mevzu biraz daha derin ama olsun.
Mesela şöyle de düşünebilirsiniz, bindiniz metroya arkadaşınızla buluşacaksınız, metrodayken sıradaki şarkı geç girdiğinde veya göze gelen biri bindiğinde, buluştunuz eleman kalktı bi tuvalete gittiğindeki o tanımsız kesintide zihninizden geçen bir şey, herhangi bir şey, et, kemik ve zihinden oluşan her insanın düşünebileceği en saçma veya mantıklı şeyler. Hani sırala sırala bitmeyen, ve, ile, ki kullanarak bitmeyen şeyler. Ya da hiç varsanı olmayan bir vansanı yaşamadınız mı, böyle ‘ne oluyor’ dedirten saniyelik bir deneysel film fln.
Adamı hatunu terk etmiş, eyvallah da size bi bunu anlatmıyor, aslında mevzu o da değil, bence mevzu da yok, adam saçmalasa da saçmaladığını düşünmemiş, amaan da dememiş, almış eline kalemini yazmış işte. Eğer ilk dediğim üzerine okursanız tam bir ‘ya bu ne aq’ diyebilme ihtimaliniz yüksek ki ben de o pencereden bakınca tam da böyle bağırasım geliyor sokağa doğru. Onun yerine, iç düşüncenin kaotik, ısrarcı ve dengesiz bir anlatısı demeyi tercih ediyorum. Karı kız mevzusuna çok girmiceniz yani. Ayrılıktan değil ayrılığın sözlüğünden haber verin.
Bana ağdalı, abartılı, zormala, kasma, kasıntı gelmedi, ki nefret ederim bu anlatılardan ben. Ancak okuması zor kesinlikle ama yine fakat diyerek böleceğim, bir oturuşta okudum ben. Çünkü ben de böyle yazıyorum ehehe dermişim, de, ama, ey okuyucu, dön şu yoruma bi bak, kısa k e s e m i y o r u m. Kısa kesilmemesini de seviyorum, ‘anlat abi dinliyorum ben’. Gelmedi işte ne bileyim, bu dile blog köşelerinde ve dalgaya alsam da kendimden alışkanlığım olduğu için belki de. Başka zaman okusam gömerdim belki, diyorum çünkü var o potansiyel.
Çünkü herkes zweig gibi ‘mükemmel tahliller bro’ dedirtmek zorunda değil. Herkes sade, uslu, derli toplu anlatmak mecburiyetinde değil psikoanalizleri. Dostoyevski’nin yeraltı adamı mı herkes? Dostocuğuma göre zweig zibidinin teki bence, karşılaştırırsan. (Ay silicektim, silmiyorum bu cümleyi, saat 04:03 şu an, kolalı lolipop yiyorum.)
Özellikle ‘bir resim geldi’ ile başlayan hikayemsiler, resmen işkembe çorbasına döktüğün sarımsak-sirke yani. Öff anam öf.
Ana karakter ise tam bir “anti-hero”. Yani en sevdiğimden.
“Tütünümü, anahtarımı aldım, evden tam çıkıyorum, bir şeyin eksik olduğunu, eksik olanın ruhum olduğunu fark ettim. Önemsemedim. Yol, bana uygun bir ruh önerebilirdi.” cümlesi yüreciğimden vurmuş olsa da aklıma Aylak Adam’ı getirmedi değil.
Şöyle bir ifade var kitapta, kitabı çıkmamış yazarımız söylüyor: "Hikayemin başka hikayelere benzemesi ağırıma gidiyordu.", kitap, bunun manifestosu gibi, ki, yazarın ilk kitabı.
“Evi yak. Yak ve git.” “Ayna. Ayıp olmuyor mu ayna?” SAYFA 34’Ü BURAYA KOMPLE ATASIM VAR!
Filmi Erdal Beşikçioğlu fetişim yüzünden izledim sinemada, şunu diyebilirim, bir uyarlama değil esinlenme. Ona göre izleyin. Kurgunun alakası yok kitapla.
Nedense okurken çok sinirlendim.Ozenti, yapmacik, lafebeligi yapan bir yazar hissettim karsimda,bence kitabın tek guzel yani ismi. Yani Sadri Alisik'a hergele demek ya DA Muzeyyen'in kucuk kizina "ozledim orospuyu" demek çok basit, yerlerde bir tarz...Yine de benim goremedigim çok sey olabilecegi konusunda DA acik kapi birakmak isterim kitap hakkindaki yorumlara bakinca...Ancak hala ulkemizde bazi seylerin populer kultur baglaminda sisirilip reklam edilip abartilip servis edildigini ve insanlarin DA bu seylerin icinin anlatildigi gibi olmadigini gorseler bile yok canim benim anlamadigim bir seyler var, benim kulturum yetmiyor ama caktirmayayim gudusuyle bu sisirmeye katkida bulunacak yorumlar yaptiklari kanisindayim.UST kulture AIT olmaya can atan bizler:((
En kasıntı kitap olabilir. Yazar sanki yıllarda kenara not ettiği benzetmeleri 'aha bunu kullanırım' dediği şarkıları filmleri, normal cümlelerden oluşan taslağa yedirmiş. Her cümlede en az bir kompleks yapı var, vıcık vıcık 70 sayfa.
Bu kitaptan filme uyarlandığı zaman haberim olmuştu. Merakla aldım ama sonuç hayal kırıklığı oldu. Kitabı, yazarın üslubunu tek kelimeyle anlat deseniz 'çabalı' derim. Fazla çabalı bir kitap. O uzun uzadıya cümleler, farklı olması için çabalanmış betimlemeler... Twitter'daki ucuz aforizmaları, tespitleri toplayıp kitap yapmışlar gibi. 58 sayfalık kitap elimde günlerce süründü, sevemedim maalesef.
roman değil de uzun bir ayrılık hikayesi.. bir adamın iç sesleri, bol bol sözcük oyunu.
s20 " Herif rüzgarı kendinden menkul uçurtmanın teki. Ara sıra telleri takılır gibi kadına geliyor gece yarısı." " Fakat Müzeyyen, bu derin bir tutku," dedim. Tırsmaya başlamıştım. Haklı olabilirdi.
s21 " Çıt " noktasına kadar hikayede üçüncü şahıs yoktu. Haklıydı. Tarzan ormanı dolaşıyor, gece yarısı Ceyn'e geliyordu.
Doğrusu çok popüler bir kitap haline gelmiş olduğu için bir ölçü antipatiyle yaklaştığımı inkar edemem ama sevmedim; kullandığı dil fazla abartılı ve popüler figürlerle işlenmiş. 40. sayfadaki "nefesimi bıraktım" ile başlayan paragraf gibi; göze hoş gelen ama okurun kafasında oluşan akışa zarar verdiğini düşündüğüm bölümler var ki bunlara benzer anlatımları çocukluğumda Mustafa Necati Sepetcioglu'nda da görmüştüm ve onda da sıkılmıştım.
Bir ayrilik hikayesi... Icinde bolca ayrilik var. Sadece ayrilik var, hep ayrilik var. Zorlama ve cinsiyetci ifadeler cikarilsa daha guzel bir kitap olabilirdi. Bir ayrilik hikayesi oldugunu soylemistim degil mi?
kitabını filmi torrent’ten indirirken okudum, bitirdim, öyle ince bir şey. biri kitap için güzel olan tek şey ismi demiş, o kadar değil ama beş üzerinden dört yıldız da değil. yer yer yoran benzetmeler var kitapta: ''Dağıtmaya çalıştığım tarafım, dipte bir yerlerde, sislerin arasına gizlenmiş bir deniz feneri gibi uzak ve basur gibi sinsice, sessiz sedasız çakıp dönüyordu.'' bir deniz feneri gibi uzak ve basur gibi sinsice biraz zorlama olmuş mesela burada. kitapta bunun örneklerini görmek mümkün, çok yoğun anlatımı olsun istenmiş ama pek sağlanamamış gibi bir his var kitabın genelinde.
birkaç alıntı yapıyorum kitaptan, altını çizdiğim satırlar şöyle...
''Ağır ağır sigara sarmaya koyuldum. Sarma işini uzattığımı fark ettim. Bozmadım kendimi. Bütün dikkatim parmak uçlarımdaydı. Sardığım tütün değildi, kâğıt da değildi. Kendimi, kendimle sarıyor, sarmalıyordum.''
''bu devirde herkes en azından iki tane idi. Daha kalabalık olanları da görmüştüm.''
'' “Ayna,” dedim, “seni bölük bölük bölerim. ” “Denememeni tavsiye ederim,” dedi, “bölünerek çoğalırım ve çoğaldıkça fazla suret veririm, hoşuna gitmez.” “Ulan,” dedim, “ayna... Seni yüz parça yapar, parçalarını şehrin varoşlarına dağıtırım. Öyle bir yerleştiririm ki parçalarını, ömrün bir araya gelmek için kıçını yırtmakla geçer. Sen parçalarını bir araya getirip kafanı toplarken, şehir alır başını başka bir yere gider, ayvayı yersin.”''
''Ve üç kişiyle oynanır. Dördüncü katılırsa oyun değişir ve ikili takımlar halinde oynanır. Sonra, ‘İkililerden birine, üçüncü biri katılır ve böylece bazıları anlar ki, asıl olan birdir ve bir esastır. Fakat nedense bir’i yarım sayar ve iki yaparak tamamlamaya çalışırlar. İki lanet bir sayıdır, kendine yetmez, hep üçe koşar ve sonra sil baştan.''
'' Beni her yoğuruşunda, sırtüstü yatıp karnını açan kedi yavruları gibi, teslim ve mest oluyordum. Birlikte tüy gibi havalanıyor, yükseliyor, oralardan ok gibi inip, zıpkın gibi saplanıyor, çapkın, şakacı, çocuk yunuslar gibi dibe iniyor, dipte yılanbalıklarına dönüşüp kıvrılıyor, sonra toprağı delip, köpüklü dalgalara bakan yamaçlarda rüzgâra çıkıyor, yeşil ve taze, kendimize ve birbirimize dolanıp yükseliyor, dallanıyor, açıyor ve... ve tekrar ve tekrar, yaprak, polen, böcek olarak dökülüyorduk.''
arif’in bahsedilen tutkusunun tam olarak özetini yine kitaptan bir alıntı ile yapabilirim son olarak: “Evet, biraz sapık ve tek taraflı bir tutku”
Edebi bir metin olmaktan çok uzak,haddinden fazla seksist.Sevmedim,sevemedim. Belki sinema uyarlaması kadrosu itibariyle daha fazla yıldızı hak edebilir.
İlk defa bir kitap için aklımda yer eden,en sevdiğim satırlarını değil en nefret ettiğim satırlarını yazıyorum:
“Vakit geçti.Esnaflar Kıraathanesi’nin televizyonunda,Tütüncü Roza göğüsleri ile bir kadın şarkıcı,ağır sahra topları gibi geçti.Geyik bakışlı iki turist ve boya sarışını bir fıstık geçti.Delikanlılar tek topuk üstünde kıza dönüp,su altı senkronize yüzücü vaziyeti alıp şarkıya geçtiler:”Kız hepsi senin mi?” Boya sarışını fıstık, ”Misafir ol gel bana,börekler açayım sana” edasıyla,hafif şıkıdım geçti.Görmüş geçirmiş,hayatın sırrına ermiş kadın sesli bir kız çocuğu,bakışı çakal bir taksicinin kaset çalarında geçti:”Bana her şey seni hatırlatıyor.” “Ulan cik cik,mazin ne senin?” dedim içimden.Bacak kadar kız,milletin baş tacı idi.Millette bu taçlardan çok vardı.Taç üstüne taç koyan,taç düşkünüydük.”
Bazı adamlar vardır neyse odur. saklamaz, gizlemez, farklı görünmeye çalışmaz cidden öyledir. Onun öyle olduğunu bilirsin -de işte sana davranışının aynı kalmayacağını düşünürsün. O adamın bir şey aradığını ve o aradığının da senmişsin gibi davrandığını sanıyorsundur. Bu sanrı ilişki boyunca sürer ve bir gün iyi bir gün kötü gelip geçer. Süreklilik o adamın kendisinin esas aldığı bir şey olmadığı için ruh hali git geller yaşamaktadır. Kendini o üç beş güzel anıyla aylarını geçirmiş bulursun. Onun için daha iyi ya da daha kötü olmasının bir anlamı yoktur. Bu başından beri böyledir de sen inanmamakta direnirsin. İlişkinin odak noktası olmak onun sanki hiç de müdahale etmediği bir şeymişcesine ortada durur. Niye bunları yazdım? Aslında kitabı yazmadım ama işte bunları yazdım.
Kitap incecik; fakat ben bitirmek için epey zorladım kendimi. Çok zorlama bir anlatımı var İlhami Algör'ün. "Şuraya da şöyle kapalı anlamı olan bir cümle yerleştireyim de bak ne kadar derin" diyormuş gibi hissettirdi zaman zaman. Süslü cümleleri benim inanılmaz bunalttı. Bunun haricinde bazı noktalarda da "kadın"a yakıştırdığı durumlardan rahatsız oldum. Kitabı hiç hiç hiç sevmedim. En iyisi filmini de izlemeyeyim.
Gereksiz uzatmalar, duygusuz kelime oyunları, sürekli seken zaman ve mekanlar hikayeye ne katıyor? Hikaye ne anlatıyor? Neredeyse Zweig'in bütün uzun öykülerini okudum, elimden bırakmak dahi istemedim. Bunda ise bir an önce bitsin diye çaba gösterdim. Sinemada da aynı durumu görüyorum. Anlaşılmaz olmak için gereksiz kasıyor insanlar. Bu onları daha kültürlü, entelektüel yapmıyor. Sadece kasıntı yapıyor. Kitabı tek kelimeyle özetlemek gerekirse KASINTI.
sanırım derbeder türk romanları, öyküleri okumaktan hoşlanıyorum. aynı stilde yazılmış amerikan loser hikayeleri bana her zaman fazla konuşkan gelmiştir. bizdekilerin duygusal derinliği, araya saçılmış kültürel bilgi kırıntıları, okkalı kahveler, iyi demli çaylar bulunmaz onlarda. müzeyyen de böyle incelikli bi novella. sabah kitabı okuyup, akşam filmini izledim. bi kitabı senaryolaştırmak zor iş tabii, küçümsemiyorum. ama kitabın sonunun filme göre çok daha şık olduğunu söylemeden geçemeyeceğim. kitap ne kadar bizse film o kadar amerikalı olmuş.
Kafası yeter bir eser. Akıyor mu? Akıyor. Hakkaten Sadri Alışık ne ağlardı filmlerinde. Küçükken gülerdik de şimdi biz de ağlıyoruz. Her tutku biraz tek yönlü ve sapıkçadır üstelik. Toparlayamadım :(
Adına aldanıp okuyayım dedim ama hiç beğenmedim.. Yeraltı edebiyatı yapayım.. felsefik cümleler kurayım derken iyice çorba etmiş yazar kitabı. Tuhaf bir karakterin saçmalayıp durması şeklinde bir kitap :P
İlhami Algör kelimelerle raks ederken tam anlamıyla şiir gibi bir roman yazmış. Her cümlenin ayrı bir namesi var, şarkı söylercesine okunuyor. Bitmesi ise tarifi imkansız bir sessizlik bırakıyor. Algör'ün kestiği o aylak adam vari racona fena tav oldum. Yolum bir daha bir daha ve bir daha kesişecek.
Uzun zamandır merak ettiğim bir kitaptı. Ne beklediğimi tam olarak bilmesem de sanıyorum ki bu değildi. Kısa bir süre içerisinde okudum, bitirdim ve son sayfayı da kapattığımda tek düşündüğüm "Neydi şimdi bu?" oldu. Sevdim veya sevmedim diyemem ama okudum, bitti işte.
Postmodern bir tarza, bilinç akışı tekniğiyle yazılmış kısa bir öykü. Bu her iki unsurla da hiç iyi anlaşamadığımdan dolayı kitapla da anlaşamadım. Seneler önce filmi çıkması yüzünden her yerde görüyorduk Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku'yu, içindeki birkaç cümlelik aforizmaların bolluğu bunun da sebebini açıklamış oldu bana, kitaplara yalnızca sosyal medyada yazmalık söz kaynağı olarak bakan kitle çok sever; nitekim sevmişti de. Sevmedim, cımbızla birkaç cümle ya da paragraf çektiğinizde çok güzel bir şey canlanıyor kafanızda ama sonu gelmiyor ne yazık ki. İki devam kitabı varmış, okumayı planlamıyorum.
yazar alengirli birşeyler yapmaya çalışmış, olmamış. kitabı sevmedim ama sevdiğim iki alıntıyı buraya bırakayım :
“Tütünümü, anahtarımı aldım, evden tam çıkıyorum, bir şeyin eksik olduğunu, eksik olanın ruhum olduğunu fark ettim. Önemsemedim. Yol, bana uygun bir ruh önerebilirdi. Kapıyı çektim, kilidin dili yuvasına otururken “nereye?” dedi. aldırış etmedim., çıktım.”
“Ne olmuştu da, ‘seninle dünya’nın her yerine gelirim.’ diyen Müzeyyen, durduğu yerden çekip gitmelere başlamıştı. Nerelere gidiyordu? Gelirken getirdiği bakışlar ne dalgaydı? Hangisi Müzeyyen’di? Ya da Müzeyyen kimdi? ilk tanıdığım kimdi, şimdiki kim?”
Öncelikle filmi izleyenler için şunu söyleyeceğim, filmdeki gibi bariz bir olay örgüsü yok. Sanki adam (kahramanımız) kitap yazmayı karar veriyor ve düşünürken konu konuyu açıyor. Ama konular ne orası da muğlak. Metafor yapayım derken ortaya anlamsız cümle silsileleri çıkmış. Üslubunda sürekli "sessiz çığlık" tamlamasına benzer seviyede tezatlar ve benzetmeler kullanılmış. Sanatsal olacağım derken zorlama olmuş. Araya serpiştirilen şarkı sözleri popülist bir tad katmış. Allah'tan çok vaktimi almadı.
Eserin değişik bir tarzı var, araştırma yaparken de genelde okurlar ya çok beğenmiş ya da çok kötülemiş şeklinde bir gözlemim olmuştu. Edebi olarak çok güzel cümleler olması dışında beni hoşnut eden bir şey olmadı diyebilirim. Aklımda sadece kitabın güzel adı ve kapağı kaldı desem çok abartmış olmam sanırım.