Büyük bir dehanın tanınmaması elbette üzücü; ama yanlış tanınması daha da beter. Ne yazık ki Kierkegaard bu iki durumu da dramatik şekillerde yaşadı ve yer yer de yaşamaya devam ediyor.
Yaşadığı dönem olan XIX. yüzyılda kendi insanları tarafından anlaşılamadı; çünkü düşünceleri, eserleri onları kat kat aşıyordu.Kierkegaard’ın üzerine örtülen ölü toprağından sıyrılıp varlığını yeniden göstermesi için XX. yüzyılın başlarını beklemek gerekti: Yani “birey” kavramının yavaş yavaş uç verdiği, özleri bir “sistem” inşa etmeye dayalı felsefelerin çözülmeye başladığı bir zaman dilimini.Geçtiğimiz yüzyıla damgasını vuran pek çok düşünür ve yazar Kierkegaard’dan önemli ölçüde yararlanmışsa da, Kierkegaard’ı merak eden okurlar onun “yanlış” bir kitabından başlamak ya da hakkındaki yanıltıcı yorumları ciddiye almak suretiyle bir anlamda onu gözden kaçırmışlardır.İşte bu kitap Kierkegaard’ı tanıdığını sananlar, hakkında şöyle bir fikri olanlar ya da hiçbir fikri olmayanlar için ideal bir “tanıtım” kitabı. Tanıyanlara ise kesinlikle “yeni bir bakış” kazandıracak bir eser.Kierkegaard okuru birkaç şekilde şaşırtıyor: Öncelikle yüz elli yılı aşkın zaman önce kaleme almış olduğu konular halen güncelliğini sürdürüyor. Sözgelimi kamu, basın, özel hayat gibi kavramları derinlemesine ele alırken bugün de önemini koruyan olağanüstü tespitler yapıyor. Bunun dışında değişik karakterlerin ağzından tartışma yaratacak sözler sarf ediyor. Örneğin: “Can sıkıntısı bütün kötülüklerin anasıdır,” diyerek eğlenmenin görevimiz olduğunu ilan ediyor.
Dönemin etik, estetik, düşünsel ve doğrudan hayata dair alanlarında bayağılıklara karşı tek başına kıyasıya mücadele etmiş bir adamı (yeniden) tanımak, “sohbet”inden haz almak ve en nihayetinde Kierkegaard’a hakkını vermek için Kahkaha Benden Yana diyoruz.
Søren Aabye Kierkegaard was a prolific 19th century Danish philosopher and theologian. Kierkegaard strongly criticised both the Hegelianism of his time and what he saw as the empty formalities of the Church of Denmark. Much of his work deals with religious themes such as faith in God, the institution of the Christian Church, Christian ethics and theology, and the emotions and feelings of individuals when faced with life choices. His early work was written under various pseudonyms who present their own distinctive viewpoints in a complex dialogue.
Kierkegaard left the task of discovering the meaning of his works to the reader, because "the task must be made difficult, for only the difficult inspires the noble-hearted". Scholars have interpreted Kierkegaard variously as an existentialist, neo-orthodoxist, postmodernist, humanist, and individualist.
Crossing the boundaries of philosophy, theology, psychology, and literature, he is an influential figure in contemporary thought.
"Herkesin maskesini çıkarıp atmak zorunda kalacağı bir gece yarısı vaktinin geleceğini bilmiyor musun? Hayatın her zaman kendisiyle alay ettireceğini mi sanıyorsun? Bundan kaçmak için gece yarısından biraz önce sıvışabileceğini mi zannediyorsun? Yoksa dehşete kapılmıyor musun? ..."
Dile benden ne dilersen diye sorduklarında "Kahkaha benden yana olsun" diyebilecek kadar bu dünyayı çözmüş bir fikir insanı Kierkegaard. Herhalde onun yazdığı bir şeyin güzel olmama ihtimali yok.
Kitap, Kierkegaard'ın farklı kitaplarında basılan metinlerinin bir seçkisi. Ekseriyetle çok güzel ve etkileyici metinler seçilmiş. Öyle ki, cümlelerin altını çizmeye doyamıyor insan. Ancak diğer bölümlere kıyasla daha zayıf bulduğum bölümler de oldu. Oraları kitaptan çıkararak hem daha derli toplu hem de baştan sona daha vurucu bir metin elde edilebilirmiş, tercih edilmemiş yapılacak bir şey yok; gülü seven dikenine katlanacak.
Kierkegaard geveze bir yazar. Okuyucuya bir sürü şey anlatmak istiyor. Ama ilginç bir şekilde insanın onu dinlerken dikkati dağılmıyor. Seçtiği kelimeler, ilgilendiği konular ve meselelere bakış açısı hep kendine özgü ve etkileyici.
Sevenlerinin dostla sohbet eder gibi okuyacağı, kimmiş bu Kierkegaard diyenler için de güzel bir tanışma metni olabilecek bir kitap diyebiliriz.
fakat insanın kendisini bir bastonla akılcı ve felsefi bir sohbet yaparken bulması neredeyse aklını kaçırmasına sebep olur.
çağın kendini dayayacağı bir şey arama dürtüsü şu soruda ilan ediliyor: delilik nedir?
sıkıntı gerçekliğe sinmiş olan hiçliğe dayanır.
can sıkıntısı bütün kötülüklerin anasıdır, üstüne sayfalarca konuşmak. her şeyin ama her şeyin can sıkıntısından geldiğine inanıyor ki haksız da değil gibi. sıkılmamak için yapılabilecek şeylerin kötülüğünden bahsederken örnek olarak tanrı canı sıkıldı ve ademi yarattı demesini komik buldum. ki kendi de kendini çok komik buluyor gibi, kafasında çok mükemmel bi insan ve hiç yanlışı yok gibi bi algının içinde yüzüyor sanki. bi filozofun kendinden bu kadar memnun olması garip, çevreni aşağı görüp kusur buldukça bu bakış açısı kendine doğru döner, hep dönmüş. arada, çok arada o kusurluluğu görüyorsun, kırık, yanlış, mutsuz bi şeyler. sonra hemen geçiyor. belki de kendini kandırıyor, bilemiyorum.
‘az önce insanların neşesine neşe kattığım bir partiden geldim; dudaklarımdan nükteler döküldü, herkes güldü ve bana hayran kaldı-fakat ben ayrıldım- bu çizgi dünyanın yörüngesi kadar uzun olmalı————————————————————————-ve kendimi vurmak istedim.’
hiç şaşırtmayan ve hep olan şekliyle cinsiyetçi, çok cinsiyetçi. kitabın içinde kadınlar başlıklı bi bölüm var. kadının konuşabildiğini ispata gerek yok gibi cümleler geçiyor, kadın gerçekten çocuk ve erkek arasında bi yerde. o kadar çok konuşuyor, o kadar çok düşünmüş ki kadın hakkında, bi noktada kadın aslında erkeğe de eş gibi bi yere gelmiş; eşit demek mi istedin, sanki, belki, öyle gibi oluyorsun.
idem velle, idem nolle, ea demum firma amicitia
tekrar eden tek şey tekrarın imkansızlığıydı.
yeryüzündeki varoluşumuz bir tür hastalıktır. fakat hiç başlamadığım için hiç duramam; sonsuz yolculuğum sonsuz duruşumla aynıdır.
sadece kurtulmak isteyen bi adam var, düşünmenin getirdiği o umutsuzluktan. bunun içinde her şeyi tanrıya bağlamış. düşünmüş, bütün sorular çok doğru, cevaplar bana doğru değil.
‘(…) uyumsuzun özü yeniden ele alınınca, kierkegaard’ı esinleyen yöntem daha iyi anlaşılır. dünyanın akla-aykırılığı ile başkaldırmış uyumsuz özlemi arasında dengeyi sürdürmüyor. gerçek uyumsuzluk duygusunu oluşturan ilişkiye saygı göstermiyor. akla-aykırıdan kurtulamayacağını kesin olarak bildiği için, hiç değilse kendisine kısır ve boş görünen bu umutsuz özlemden kurtulmak istiyor. ama bu noktada yargısında haklı olsa bile, yadsımasında olamaz. ayaklanış çığlığının yerini kendinden geçmiş bir katılmaya, bağlanmaya vermişse, şimdiye kadar kendisini aydınlatan uyumsuzu bilmemeye, bundan böyle elinde bulunan tek kesinliği, akla-aykırıyı tanrılaştırmaya yönelmiş demektir. rahip galiani, mme d’epinay’e, “önemli olan iyileşmek değildir, dertleriyle yaşamaktır,” dermiş. kierkegaard iyileşmek ister. iyileşmek büyük dileğidir, günlüğünün her yanında rastlanır buna. aklının bütün çabası, insan koşulunun çatışkısından sıyrılmaktır, ikide bir boşluğunu gördüğü için daha da umutsuzdur bu çaba, örneğin kendini tanrı korkusunun da, dindarlığın da esenliğe kavuşturamayacağı bir insan olarak anlattığı zaman, işte böylece, acılı bir kaçamakla, akla-aykırıya uyumsuzun yüzünü, tanrı’ya da uyumsuzun niteliklerini verir: adaletsiz, tutarsız, anlaşılmaz. onda akıl, insan yüreğinin derin hak isteğini tek başına susturmaya çalışır. hiçbir şey tanıtlanmadığına göre, her şey tanıtlanabilir.
kierkegaard bize kendisi belirtir izlenen yolu. burada hiçbir şey esinlemek istemiyorum, ama uyumsuzun onanmış budanışı karşısında ruhun nerdeyse gönüllü olarak benimsenmiş budanışının belirtilerini yapıtlarından okumamak elde mi? günlük’te en çok rastlanan şeydir bu. “bende eksik kalmış olan hayvandır, bu da insan yazgısının bir parçası... bir beden verin bana.” sonra daha ilerde: “ah! hele ilk gençliğimde, adam olmak için neler vermezdim, altı ay için de olsa... bende eksik olan bir beden ve yaşamın fizik koşulları.” başka yerde, yine aynı adam, birçok yüzyıllar içinden geçip gelmiş, uyumsuz insanın yüreğinden başka birçok yürekleri canlandırmış büyük umut çığlığını kendi çığlığı yapar: “ama hıristiyan için ölüm hiç de her şeyin sonu değildir, bizim için yaşamda, hatta sağlıkla, güçle dolup taşan yaşamda bulunan umuttan çok daha fazlası var onda.” yanılgı yoluyla yapılan uzlaşma da yine uzlaşmadır. belki de, görüldüğü gibi, ölüm denen karşıtından umut çıkarmayı sağlar. ama sevecenlik duygusu insanı böyle bir tutuma yöneltse bile, ölçüsüzlüğün hiçbir şeyi doğrulamadığını söylemek gerekir. insan ölçüsünü aşıyor bu, öyleyse insanüstü olması gerek, derler. ama bu “öyleyse” fazla. burada mantıksal kesinlik diye bir şey yok.
ben yalnızca anlayışın aydınlık kalabildiği bu orta yolda durmak istiyorum. kierkegaard’ın umutsuzluğu bir oluş değil de bir durum; günahın durumu olarak belirleyen görüşünden daha derin bir şey olamaz. çünkü günah tanrı’dan uzaklaştıran şeydir. bilinçli insanın metafizik durumu olan uyumsuz, tanrı’ya götürmez. belki de, şöyle ölçüsüz bir sözle aydınlatabilirim bu kavramı: uyumsuz, tanrı’sız günahtır.
uyumsuzun durumu, işte bu durum içinde yaşamak söz konusu. birbirlerine dayanıp da bir türlü kucaklaşamayan bu benlik ile bu dünyanın ne üzerine kurulmuş olduğunu biliyorum.
kierkegaard bağırabilir, “insanın ölümsüz bilinci olmasaydı, her şeyin temelinde, karanlık tutkuların girdabında büyüklü küçüklü, gerekli gereksiz her şeyi oluşturan, kaynayıp dalgalanan vahşi bir güçten başka bir şey bulunmasaydı, nesnelerin altında hiçbir şeyin dolduramayacağı, dipsiz bir boşluk saklı olsaydı, yaşam umutsuzluk olmazdı da ne olurdu?” diyebilir. uyumsuz insanı durduracak bir şey yok bu haykırışta. doğru olanı aramak, isteneni aramak değildir. o bunaltılı “yaşam ne olurdu?” sorusundan kurtulmak için, eşek gibi düşsel güllerle beslenmek gerekse, uyumsuz düşünce yalana boyun eğmektense, kierkegaard’ın karşılığını göz kırpmadan benimsemeyi yeğ görür: “umutsuzluk”. ne olursa olsun, kararlı bir benlik bu duruma her zaman ayak uydurabilir.
kierkegaard’m açınlama evreninde bu aydınlık isteği doyurulmak isteniyorsa, kendinden vazgeçmelidir. günah bilmekte değildir pek, bilmek istemektedir. bu da uyumsuz insanın hem suçluluğunu, hem de suçsuzluğunu oluşturan şey olarak duyabileceği tek günahtır. böylece önüne sürülen, sonuçta, bütün eski çelişkiler birer tartışma oyunu olarak belirir. ama o bunları böyle duymamıştır. gerçekleri alıkoymak gerekir, bu da hiç doygunluk göstermemektir. o vaiz istemez.
uslamam kendisini uyandıran açıklığa bağlı kalmak ister. bu açıklık, “uyumsuz”dur. arzulayan tinsel varlıkla umut kırıklığına uğratan dünya arasındaki kopuştur, birlik özlemimdir, bu dağınık evrenle onları birbirine bağlayan çelişkidir. kierkegaard özlemimi yok ediyor. Bu parçalanmaları yaşamak ve düşünmek, benimsemek mi, yoksa yadsımak mı gerektiğini bilmek söz konusuydu. apaçığı maskelemek, denklemin terimlerinden birini yadsıyarak uyumsuzu silmek söz konusu olamaz. bununla yaşanabilir mi, yoksa mantık bundan dolayı ölmeyi mi buyurur, bunu bilmek gerekir.’
"insan sadece başkaları için değil, kendi için de bir gizem olmalı. kendimi inceliyorum; bundan sıkılınca vakit geçsin diye bir puro yakıp düşünüyorum: Tanrı'nın benimle ne kastettiğini ya da benden ne yapmak istediğini sadece O biliyor."
Kierkegaard'a başlangıç olarak tavsiye etmesem dahi hayatıma yön veren kitaplar arasında rahat bir şekilde ilk ona alabileceğim bir kitap.
"Komedi ruhu esasta mizahtır. Komiklik soğuk ve huzursuzsa, filizlenen yeni bir dolaysızlık yok demektir, o zaman komik, hasat işlevi görmez, çıplak araziler üzerinde şiddetle esen meyvesiz bir rüzgârın tatminsiz tutkusu işlevini görür."
"Hayattaki her şey bir moda meselesidir, Tanrı korkusu bir moda meselesidir; ve aşk ve çemberli etek ve burundaki halka. Bu yüzden, hayvanların en gülüncüne gülmeyi arzulayan yüce dâhiye bütün gücümle destek olacağım. Kadın her şeyi modaya indirgediği için, ben de modanın yardımıyla onu hak ettiği gibi pazarlayacağım. Dur durak bilmem; ben, Kadın Terzisi; görevimi düşününce ruhuma sıkıntı basar, kadın daha burnuna halka takma noktasına gelecektir. O yüzden, sakın sevgili aramayın, en tehlikeli mahalleden kaçar gibi uzak durun aşktan; çünkü sizin sevgiliniz de burnuna halka takma noktasına gelecektir." [günümüzün "kadın düşmanlığı" kavramıyla haşrolan okuyucular cinsiyet fark etmeksizin kitaptaki 'KADINLAR' bölümü es geçebilir, tadınız kaçmasın]
"Bütün dünya üstüme gelse, bütün skolastikler benimle tartışsa, hayatım tehlikede olsa yine de haklı olduğumu iddia ederim. Bu inancı benden kimse zorla alamaz, ama bunu dile getirebileceğim hiçbir dil yok."
Sahi Kierkegaard, ne kadar çok sevdin sen Olsen'i?
Her iki yılda bir okurum bu kitabı, her okuyuşumda da anlarım ki bir öncekinde pek bir şey anlamamışım söylenenlerden. Olgunlaşmakla alâkalı sanırım, bilemiyorum.
Hiçbir zaman tanışmamış olsak da beni ve neslimi öyle güzel tarif ediyorsun ki buna inanamam. Ben yürüyüşlere çıkmam sevgili K. Şimdi bizler-ben gibiler- bilinçlerimizi/vicdanlarımızı yormamak için elimizden gelenin en iyisini yaptığımız zamanlardayız, bilinçlerimizi/vicdanlarımızı boşaltmak da en büyük lüksümüzdür bizim. Ama steril ortamlar sağlanamadığından türlü virüslerle kaplı aklımız ve kalbimiz.
Sevgili K., sen Tanrı'nın seninle ne kastettiğini anlamaya çalışırken biz insanların bizimle ne kastettiğine fena halde odaklanmış durumdayız. Biz skor tablolarını İbrahim'in kırdığı putlarla* doldurmaya çalışıyoruz. Sen İbrahim'in teslimiyetine teslim olmuşken işte biz böyle yokuş aşağı teslim olduk reklam tabelalarına, gazete manşetlerine filan.
Bizim uğrunda yaşayıp ölünecek fikirlerimiz yok Sevgili K., teorinin bataklığında boğuluyoruz. En güzel sözleri yazıp çerçeveleyip asıyoruz ama hiçbirine gerçeklik atfetmedik şu zamana dek. Bilgilerimiz fikirlere evrilemeden koşup gidiyor, biz arkalarından bakıyoruz. Trajedi kahramanları İman Şövalyelerini bütün savaşlarda yerle bir ediyor. Silahlar daha hızlı öldürüyor.
Overall, this was a pleasant read. Mostly skipped the bits on women because the views are outdated and I didn’t want to spoil my entire reading experience. Some bits are a bit dull, but some of this is just incredibly warm, sincere and lucid. So I liked reading it - felt like a chat more than a philosophical reading (and that’s a good thing)
Birkaç bölüm dışınds pek sevmedim sanırım. Bana pek bir şey kattığı söylenemez. Çünkü çoğunlukla fazla kişiseldi bahsettiği meseleler. Kadınlar bölümünü okumak ise eziyet gibiydi.
''Kamu'' kavramı ve ''kişinin kendini sıkması'' hakkında söyledikleri müthiş okumalar. Özellikle ''yürüyüş'' konusunda yaşadığı bir problem ise o kadar related ki, aynısını ben de yaşıyorum. Ve bu yüzden yürüyüşten aldığım keyif azaldı, kendisinden kaçınmaya başladım istemeyerek. Yararlılığı ve verimliliği azaldı çünkü. Şehirleşme yüzünden hepsi.
Sorun şu ki, Kierkegaard'ın da kendi yaşadığı çevreye göre anlattığı, yürüyüşün bir de dönüşü olması problemi. Eğer düşüncelere dalıp alıp başımızı yürüsek, yürüdükçe yürüsek, bunun bir de geri dönüşü var eve. Günün sonunda eve dönmek gerekir çünkü hep. Ama düşüncelere dalıp kat ettiğimiz mesafenin uzunluğu, o dönüşü yorucu kılacak ve döndüğümüzde de hissettiğimiz tatsız yorgunluk bütün kafayı resetleyip, rahatlamışlıktan ziyade kan şekeri düşüklüğü ve ayak ağrılarıyla birlikte uzanma ihtiyacı doğuracak.
Eğer Kierkegaard'ın da düşündüğü gibi, bir noktaya kadar bir araçla gidip oradan eve dönüş yolunu yürüsek, bunun da bir tadı olmuyor. Çünkü arabaya binmenin, şehir trafiğini çekmenin stresiyle doluyorsun, arabayı kullanan adamla muhattab olman gerekiyor. (Ters seçeneği de aynı şekilde.) Dönüş yolunda da yürüyüşün amacının eve dönmek olmasından dolayı, insan yine o düşünce alanına rahatlıkla giremiyor çünkü onu bulunduğu mekana bağlayan bir stres unsuru var. Düşünce alanı ise fiziksel mekandan bağımsız bir şey.
Yürüyüş rotasını kısaltarak yürümek de bir çare değil, çünkü rotayı kısa tutmanın yine zihinde yarattığı o bağlayıcılık ve stres, sizi yine düşünce alanına girmekten alıkoyuyor. Düşünürken yürüdüğün mesafenin bile farkına varmamaktır olay. En sonunda kendi kendine yavaşça o alandan çıktığında fark edersin, ne kadar yürüdüğünü ve rahatlamış olursun.
Velhasıl, bu problemi Kierkegaard gibi, ben de nasıl aşacağımı henüz çözemedim. Bisiklet sürmeyi düşünüyorum yürüyüş yerine fakat aynı etkiyi yaratır mı emin değilim.
Çeveresindeki insanlar tarafından anlaşılamayan , anlaşılamadıkça yanlızlaşan bir adamın kitaplarını yaşadığı zamandan 150 küsür yıl sonra okuyan bizler; yazdıklarını hayranlıkla okuyoruz. Kierkegaard, tekrarlar hakkındaki fikirlerini yaşadığı olaylarla anlatırken sıkılmak kavramını “Sıkılmak bütün kötülüklerin anasıdır.” cümlesiyle başlayıp öyle güzel anlatıyor ki yazdıklarını hak vermemek için çaba sarf etmek gerekiyor.
Kitabın sonlarına doğru, nişanlısının ayrılık acısını katlayan varoluş sorununu kitabın başında çok güzel bir benzetmeyle açıklıyor yazar ve şöyle diyor:
“Kendimi iyi hissetmiyorum diye doktoruma şikayet ettim. “Muhtemelen çok kahve içiyorsun ve yeterince de hareket etmiyorsun ,” diye cevap verdi. Üç hafta sonra yine başvurdum ve gerçekten iyi olmadığımı; fakat bu sefer kahveden olmayacağını çünkü ağzıma sürmediğimi, hareketsizlikten de olmayacağını çünkü her gün yürüdüğümü söyledim. “ O zaman sebep, kahve içmemen ve fazla hareket etmendir,” diye cevapladı."
Ayrıca kitabı okurken Kierkegaard'ın yürümeye olan düşkünlüğü üzerine yazdıklarını okuyunca yürümenin gerçekten herşeyin çözüzümü olduğuna inanmamak elde değil.
Bu kadar güzel yazının üzerine yazarın kadınlar hakkında pek de olumlu olmayan düşünceleri, nişanlısı ile ayrıldıktan sonra kendini haklı çıkarma çabası olarak düşünülebilir ki çok ünlü olan bu sözü bu durumdan bahsediyor:
“Eğer kadın muhteşem birşey yaparsa bir erkekten daha fazla hayran kalınır, çünkü insanlar bunu ondan hiç beklemezler; eğer kadın aldatılırsa bütün merhamet ondan yanadır, oysa bir erkek aldatılınca, insanlar yanındayken biraz anlayış, biraz sabır gösterir, gidince de arkasından gülerler.”
Kierkegaard's doing is such a difficult thing that it is really difficult to smile without feeling his presence and life. For a person whose soul is writhing in pain, every smile is a reason to remember the pain once again. It is very, very difficult to affirm life, which is a torture for the person who could not get an answer to the question of "why" and stayed there. I am not putting the person who has achieved this in a special place. For example, I could not catch Nietzsche at the point of Amor Fati. I don't like fate. because why? what is the answer to this question? This question and every possible answer is a great contrast, a great pain and a great tragedy. If one can smile in the face of this tragedy, how happy is it... how happy.
Kierkegaard has such an up-to-dateness in his work that it was quite the striking point of the book to see that his words two centuries ago are valid even today. especially the definitions of media and public sphere are quite interesting. I can say he has seen the future.
Although he has a philosophically overly Hegelian stance, I can say that Kierkegaard corrects the situation with his sincerity and way of thinking.
I care about this book, which deals with the philosophy of the smile. How do we live otherwise? It's a projection of his reaction because...
Kierkegaard'ün ya/ya da başta olmak üzere birçok eserinden alınan yazılardan oluşan bir derleme. Bölümlere ayrılan bu derlemenin birinci(Çatal) ve üçüncü(Gece yarısı vakti) bölümleri varoluşçuluğun temelini oluşturan yazıları da barındırıyor bünyesinde. Derleme gözüyle bakıldığında yazılardan önceki ön notların yazının anlaşılırlığına faydası olduğu söylenebilir.
This anthology includes a wide range of selected writings—primary texts, journals, obscure letters, and musings—from the famed religious and existentialist thinker. The authors curated the collection to show more of the “person” of Kierkegaard and less an abstract aggregate of his philosophy system (if that is even possible). While some of the sources are fun and unique, there is a significant void of Kierkegaard’s “Edifying Discourses” and spiritual writings. The editors also provide very very little commentary or introduction to the material leaving the reader totally adrift. Context is important, especially for someone like Kierkegaard, and unfortunately such an anthology will more likely confuse than illuminate.
Certainly a unique collection of Kierkegaard. Unlike the sterile, sober, chronological anthologies, this set mirrors its subject in a varied, sometimes labyrinthine journey through his writings.
I had my qualms - for example, the "Women" section, dominated by the introduction to Stages On Life's Way, seemed more like a bid at contemporary relevance than a real reflection of SK's thoughts. Contrary to the claims on the back cover, I doubt that feminists will find a lot to interest them in this section. The editors also assign far too much importance on Kierkegaard's failed engagement to Regine Olsen. It was a tremendously important event in his life - this is true. But painting all of his works as a letter to Regine diminishes the importance of his thought. Specifically, the Idea.
Even considering these flaws, I give this collection five stars. It's not comprehensive. It's not scholarly. But it captures the spirit of Søren Kierkegaard, and that is a difficult task. I think, if anyone ever got him to agree to chopping up his works (and that would definitely not be a guarantee), that this book is how he would like to see them presented.
islamci self akleymd entelektuel ile kirkegor arasindaki 3 farki bulunuz.
birini ben soyliyim: kirkegor oleli cok oluyor.
acisini yasayis bicimi, sacma sapan seylere dayilanisini filan kendime benzettim. uslubundaki iddialilik ve terimleri cok dogal seylermis gibi birbirine yamamasi aklima ismet ozeli getirdi.
fena bir secki degil diyip kendime guldurmeyeyim, kirkegorun diger yazdiklari hakkinda hicbir bilgim yok.
bi de sanirim diyalektik kelimesini yanlis kullaniyor. o kadar asagiladigi hegeli hic okumadi mi nedir.
This book is consist of mainly Journals of Kierkegaard and some part of his Magnum Opus Either/or and some of his essays this can be read by people who want to enter Kierkegaard’s world of thought.