Mahşer, cephede vatanı, milleti uğruna savaşıp gazi olan ve İstanbul’a döndükten sonra kendisini intiharın eşiğinde bulacak kadar hayal kırıklıkları yaşayan Nihat’ın romanıdır. Birinci Dünya Savaşı’nın sebep olduğu çalkantıların, fakirlik ve ruhî bunalımların ferdî ve toplumsal ölçekte yol açtığı ahlakî çöküntüleri, gerçekçi bir atmosfer içinde sunan Peyami Safa, daha romanın ilk sayfalarından başlamak üzere, idealist bir insanın hayatta kalmak için ne gibi fenalıklarla yüzleşmesi gerektiğini okuyucuya gösterir. Nihat Çanakkale’de omzundan yaralandığı için gönderildiği İstanbul’da gördüğü manzara karşısında, artık Türkiye’nin “masumlar, temizler, alicenaplar, faziletkârlar, hasbiler, iyi niyet sahipleri ve büyük kalpli insanlarla reziller, çalıp çırpanlar, imansızlar, sonradan görmeler, seviyesizler, sütü bozuklar, hainler ve katillerin omuz omuza yaşadığı bir mahşer yeri” olduğuna inanmaya başlar.
1899 yılında İstanbul’da doğar. Servet-i Fünun dönemi şairlerinden İsmail Safa'nın oğludur. Sivas'a sürgüne gönderilen babasının orada ölmesi üzerine 1901 yılında iki yaşında yetim kalmış, bu yüzden "Yetim-i Safa" adıyla anılmıştır. Babasız büyümenin acılarının yanı sıra, sekiz dokuz yaşlarında yakalandığı bir kemik hastalığı dolayısıyla çocukluk ve ilk gençlik yılları hastane koridorlarında geçmiştir. Bilahare bu günlerini eserlerine soğukkanlı bir ciddiyetle yansıtacaktır.
Hastalık ve savaşın yol açtığı maddî sıkıntılar dolayısıyla öğrenimini sürdüremez, babasının arkadaşı olan Recaizade Mahmut Ekrem Marif Nazırlığına veda edince onu Galatasaray Lisesi'nde okutma vaadini yerine getiremez. Peyami hayatını kazanmak ve annesine bakmak için Vefa İdadisi'ndeki öğrenimini yarıda bırakır. Keaton Matbaası'nda bir süre çalıştıktan sonra açılan sınavı kazanarak Posta - Telgraf Nezareti'ne girer; Birinci Dünya Savaşı'nın başlamasına kadar orada çalışır. Daha sonra Boğaziçi'ndeki Rehber-i İttihat Mektebi'nde öğretmenlik yapmaya başlar. Dört yıl çalıştığı bu okulda kendi çabasıyla Fransızcasını ilerletir.
1918 yılında ağabeyi İlhami Safa'nın isteğine uyarak öğretmenlikten ayrılır ve birlikte çıkardıkları "20. Asır" adlı akşam gazetesinde "Asrın Hikâyeleri" başlığı altında yazdığı öykülerle gazetecilik yaşamına başlar. İmzasız olarak yazdığı bu hikâyelerin tutulması üzerine Server Bedi takma adını kullanır. Peyami Safa halk için yazdığı edebî değeri olmayan romanlarını "Server Bedi" imzası ile yayınlar. Sayıları 80'i bulan bu eserler arasında; Cumbadan Rumbaya romanıyla, Cingöz Recai polis hikâyeleri dizisi en ünlüleridir. Ayrıca ders kitapları da yazar.
1921'de Son Telgraf gazetesinde ve bilahare Tasvir-i Efkâr'da yazar. Nihayet Cumhuriyet gazetesine geçer, 1940 yılına kadar bu gazetede fıkra ve makalelerini yayınlar; roman tefrika eder. Kültür Haftası (21 sayı, 15 Ocak-3 Haziran 1936) ve Türk Düşüncesi (63 sayı, 1953-1960) adlarında iki de dergi çıkarır. Fıkra yazarı olarak Peyami, gazetelerin tirajlarını değiştirecek bir tesire sahiptir. Vefatında Son Havadis Gazetesi başyazarıdır. Çok sevdiği oğlu Merve'yi askerliğini yaptığı sıra kaybetmesi Peyami Safa'yı çok sarsar. Bu olaydan birkaç ay sonra 15 Haziran 1961’de İstanbul'da ölür. Edirnekapı Şehitliği'ne defnedilir. Peyami Safa kendi kendisini yetiştirmiş ender şahsiyetlerden biridir. Fransızcayı Fransızca gramer kitabı yazabilecek kadar ve tıp ilmini bir doktor kadar öğrenmiştir. 43 yıl hiç durmadan yazar. Güçlü bir fikir adamı, romancı ve polemikçidir. Nâzım Hikmet Ran, Nurullah Ataç, Zekeriya Sertel, Muhsin Ertuğrul, Aziz Nesin'le polemiğe girmiştir.
Kudretli kalemi ile kısa zamanda Bâb-ı Âli’de yıldızlaşan Peyami muharrirlik yönünün yanında usta bir nazariyatçıdır. Çağdaş Türk Edebiyatının roman tekniğini en çok geliştirmiş romancısıdır. Fıkra ve makalelerinde sağlam bir mantık dokusu ve inandırıcılık görülür. Romanlarında olaydan çok tahlile önem verir. Toplumumuzdaki ahlâk çöküntüsünü, medeniyetin yarattığı bocalamayı, nesiller ve sosyal çevreler arasındaki çatışmayı dile getirir. Zıt kavramları, duygu ve düşünce tezadını ustaca işler.
Peyami Safa bu romanını 1921-1922 yıllarında yazmış. Hikâye tam 1. Dünya Savaşı sonrası İstanbul’unda geçiyor.
Roman, kahramanımız Nihad’ın üç yıl cephede savaşıp Çanakkale’de omzundan yaralandıktan sonra İstanbul’a dönüşüyle başlıyor. Vapurun güvertesinden özlemle İstanbul’a bakan Nihad, “Marmara’nın ortasından, Ayastefanos açıklarından beri gözleri çeken bir yangın kızıllığı; şehrin bütün ışıklarını sünger gibi içen alev almış paçavralar gibi kıpkızıl bulut kümeleri” görür. İstanbul bir mahşer yeridir. Çanakkale gazisi fazilet sahibi genç Nihad’ı kucaklayıp bağrına basacak yuva değildir artık. Savaş devlet kurumlarında ve toplumda çürümeye yol açmış, yolsuzluk, fırsatçılık, adam kayırmacılık, rüşvet almış yürümüş, ülkenin namuslu, iyi niyetli, kahraman evlatları yoksulluğun ve umutsuzluğun pençesine düşmüştür. Kitap, bu mahşer yerinde Nihad’ın mücadelesini anlatıyor. Bu kez yokluk, yoksulluk, ilkeleri ve aşkıyla.
Arka planda, 1. Dünya Savaşı’ndan yenik çıkmış Osmanlı’nın son dönemini, iktidar (ittihat-terakki cemiyeti) eleştirisi ile birlikte resmeden, başkahramanın iç hezeyanlarını, çelişkilerini de gerçekçi olarak aktaran roman, benim gibi bir eskizamanokuru için biçilmiş kaftan. İlgi çekici karakterler var. 1922’de yazıldığı için bol bol eski sözcükler var ama dipnotlarda anlamları yer aldığı için bundan şikâyetim yok.
Şikâyetim yazım ve dilbilgisi hatalarından. Benim kitabım 2023 baskısı. Aynı yazım hataları arkadaşımın 1972 yılı baskısında da var. O tarihten beri hiç elden geçmemiş bu kitap. Ötüken yayınları bu açıdan sınıfta kaldı.
Mahşer, Çanakkale cephesinden harp malülü olarak İstanbul’a gelen yedek subay Nihad’ın yaşadıkları, hem cephe gerisinde hem de payitahtta şahitlik ettiği olayların anlatısı. Sıcak bir yastık ve yorgan arayışıyla başlayan bu geri dönüş umduklarının ötesinde bir yola çıkacaktır. Ön saflarda düşmanla sıcak çatışmalara katılmış ve oralarda başından geçenlerin tesirini henüz üzerinden atamamış Nihad için artık İstanbul da bir muharebe alanına dönüşecektir. Vatan mücadelesinden yaşam mücadelesine dönen yeni bir harp sahasına.
O, başkentin ve uğruna savaştığı insanların müdanasız tavırlarına, malüllere ihtimam göstermeyen devlet kapılarına, iş, aş ve barınma konularında yaşadığı sıkıntılara rağmen umut etmeye devam eder. Arayışına devam ederken tesadüf ettiği genç ve zengin bir çift, ona bir fırsat verir. Burada karşılaşacağı yeni insanlar önceki yaşamını, cephe hattındaki çabalarını ve hayatın anlamını sorgulamasına sebep olur.
Osmanlının son döneminde siyasal ve toplumsal yapının bozulmasının nedenleri ve sonuçları, romanın ana teması olarak dikkat çekerken devletin ve rejimin çözülmesinde insanların yozlaşmasının da etkili olduğu açıklıkla ortaya koyuluyor. Tamahkarlıkta sınır tanımayan, hiçbir ahlaki ve manevi değeri olmayan, önlerine çıkan her engeli gayri meşru yöntemlerle aşmaya alışmış bu savaş fırsatçısı hızla palazlanan yeni zengin sınıfta vücut bulmuş bir tuhaf güruhu anlatıyor. Onların tam karşısına, öylelerini görünce ne yapacağını şaşıran, ülkesi ve milleti adına derin bir hayal kırıklığına uğrayan saf ve temiz Anadolu insanı olarak Nihadı çıkarıyor. Bu çatışma hikayenin merak unsurunu ve okurun sonuca ilişkin tasavvurunu besleyen önemli bir etmen olarak göze çarpıyor.
Romanda satır aralarında vurgulanan bir başka konu da paranın gücünün galebe gelemeyeceği herhangi bir olgu olmamasıdır. Adalet, mülkiyet, siyaset, ticaret gibi pek çok alanda etkili bir sonuç alma yöntemine dönüştüğü roman kahramanlarının söz ve eylemlerine yansıyor. İnsanların kenetlenmesi beklenen olağanüstü bir dönemde bile birbirlerine sırt dönmelerine sebebiyet veren de yine bu pulun kendisi oluyor.
Edebiyatımızda maalesef hamasi kahramanlık meselleri veya cephedeki askerlerin çektiği dertler üzerine yazılan sınırlı sayıdaki eserle kendine küçük bir yer ayırabilen 1.Dünya Savaşı, harp meydanlarının uzağında yaşananlara da pek fazla yer vermemiştir. Ya da bu döneme ilişkin kalıcı ve sarsıcı nitelikte yapıtlara çok da rastlamadım diyerek ifade etmenin daha doğru olacağını düşünüyorum. Bu eseri değerli hale getiren bir diğer önemli hususun da, savaşın acımasız ve kanlı şartlarını yaşamış askerlerin geri dönmeleri durumunda normal hayatlarına nasıl devam edebileceklerine, yanıt arayışı çabasında görüyorum.
Nihad mırıldandı: - Bu suyun yüzü böyle sakin, fakat içi?
Nihad; vatan, millet, bayrak diyerek canını hiçe sayan eski bir muallim, cepheden dönmüş bir gazidir. Bir kahramandır. Vapurdan, teyze bildiği kadının yanına gitme düşüncesinden başka hiçbir şeyi olmadan iner. İnsanların selameti için savaşmış bir adam olarak belki eskisi gibi bir muallimlilk belki başka bir iş bulacak; yaşayıp gidecektir. Ama İstanbul kafasında canladırdığı, üç yıl önce bıraktığı gibi midir?
Peyami Safa, romanlarını okumaktan oldukça keyif aldığım bir kalemdir. En son okumamın üzerinden uzunca bir zaman geçtiğini fark etmemle hemen bu kitaba başladım. Ufak tanıtım yazısı beni meraklandırmıştı; cepheden dönen bir askerin hayata tekrar adapte oluşunu farklı şekillerde (historical romancelarda falan) okumuştum. Bu nedenle kitap ilgimi çekmişti. Usta bir kalem elinden çıktığını zaten biliyordum, okurken bu nedenle doyurucu cümleleri zevkle kabul ettim, sindirdim.
İki kısımdan oluşmuş kitabın ilk kısmını, Nihad’ın bu yeni düzenle savaşması, bencil hayat şartlarını kabullenmesi oluşturuyordu. Bu kısım beni bütünüyle mest etti. Karakterlerin çiğ bencillikleri, alevli harekete geçişleri oldukça iyiydi. Ama ikinci kısım bu kadar hoşuma gitmedi. Karakterlerin anlamsız olduğunu düşündüğüm buhranları, kaprisleri beni bunalttı. Özellikle Nihad’ın amacını, hayattan beklentilerini anlamadığım kısımlar oldu. Hele hele son kısımda bu durumun zirveye ulaştığını düşündüğüm bir yer vardı, kitap beni orada biraz kaybetti. Sonu küt diye kesilmiş gibiydi sanki, bilemedim ama Peyami Safa, her zamanki gibi kendini süratle okuttu.
Vakıa teheyyüçlerimizin, bizi götürdürdüğü gayr-i mantıki neticelerden tamamiyle mesul değiliz... Vaki olmuş bir şeyi münakaşadan ameli bir netice çıkmaz...
Savaş yılları sonrasından beri Türkiye'nin neredeyse hiç değişmeden -yönetim ve hükümetler anlamında- bugünlere geldiğini okumak benim için yıkıcıydı ama kabul edeyim, pek de şaşırtıcı değildi. Peyami Safa bu kitabında okuyucuyu içine çeken üslubuyla bu kez nefis bir trajedi anlatıyor. Savaştan evine dönüp bir yuva bulma ümidiyle dönen bir gazinin karşısında nasıl bir yangın yeri, nasıl bir mahşer bulduğunu olağanüstü bir gerçekçilikle bugün bizlere gösteriyor. Peyami Safa'nın romanlarında beni en çok etkileyen şey bu. Türk insanını ve hatta insanı çok iyi tanıyor. Bu yüzden her romanında ana karakteriyle müthiş bir şekilde rabıta kurabiliyoruz. DAha önce Yalnızız, Fatih-Harbiye ve Dokuzuncu Hariciye Koğuşu'nda da hissettim bunu. Bu yüzden Peyami Safa Türk romancılar içinde en sevdiğimdir diyebilirim.
Üstadın en büyük isteği ve yeteneği bize karakterin ruh halini hissettirmek ve bunu gene çok iyi başarıyor. İnsanı romanın geçtiği yerlerin atmosferinin içine sokmak kahramanın duygularını canlı bir biçimde hissettirmesi çok güzel .Ve bunu henüz 25 yaşında 3. romanını yazarken yapması da ayrı bir hayret uyandırıyor insanda. Ve tabi kitabın yazıldığı 1924 yılından bugüne pek de fazla bir şeyin değimediğini görmek ve sonra kendi yaşantısındaki yönelimleri de buruk bir tad bırakıyor kitap bittikten sonra. Mahşer sadece ülkenin belli bir zamanki halinden değil hala günümüzde geçerli olan yapısından da bahsettiği için zamansız bir eser.
Savaştan gazi olarak İstanbul’a sevk edilen nihad’ın sonrasında yaşadığı zorluklar, cephe gerisindeki şatafatlı yaşamın sahtekar insanlar için savaşılmasına gerek dahi olmadığını nihad’a acı şekilde göstermiştir. Yaşadığı maddi sıkıntılar içinde bulduğu aşkı Muazzez ile kaçıp evlenmeleri ve I. Dünya Savaşı sıraları ülkemizin durumu da apaçık şekilde en ince ayrıntısına kadar akıcı bir üslupla anlatılıyordu. En sonunda nihad’ın intiharın eşiğine gelip yaşamanın daha kıymetli olduğunu anlayıp sevdiğine kavuşup mutlu sonla bitmesi içime su serpti.
Okumasi rahat ve surukleyici bir eser. Romani kahramin Nihad'le kendinizi özdeşleştirmek zor olmuyor. İyilerin, kimsesizlerin, namuslu olmaya calisanlarin ne zorluklar icinde kaldiklarini anlatiyor yazar. Bugun de o romanin isaret ettigi seylerden cok uzakta sayilmayiz. Durum icler acisi, yasamak olumden beter, derken yine de yazar umut kapisini acik birakmis. Mahser de olsa yasamak zorundayiz bu hayati sanirim.
Toplumdaki çürümüşlüğün, bürokraside ki kokuşmuşluğun, baskıcı yönetimin toplum üzerinde ki çaresizliğini açıkça ortaya koyan ve herşeye rağmen iyi insan olarak hayata tutunmaya çalışan ülkemizin umududur güzel insanlar.
Yaklaşık roman yazılalı 95 yıl geçmiş yalnız türkiye'deki yapı değişmemiş. Sanki günümüz romanı ana hatlarıyla. Doktor ve Kerim Bey bilhassa dimağlarından sivrilen karakterler, sevdim onları bilhassa. Muhakkak okunmalı.. araştırmadım ancak zamanında yasaklanmadıysa şaşacağim bir eser.
Bu kitaba nasıl yorum yapabilirim bilmiyorum. Son 20 sayfam kaldı. Peyami safanın betimlemeleri, üslubu, bilmediğim bir sürü kelime öğrenmiş olmam. 🥹 ne diyebilirim ki çok güzel. Bittikten sonra bu yorumumu güncelleceğim. Yani inşallah 🙏🏻
"Memlekette herkes, fazileti saadetin zıddı sandığı için, ya namuslu kalmaya karar vererek bir köşeye çekilip oturuyor, miskin, faidesiz, çekingen dolaşıyor; yahut namussuzluğu kabul ederek bir taraftan halka faideli olmaya çalışıyor, öte taraftan çalıp çırıpıyor. Yani hizmetle adiliği telif ediyor. Türkiye’de “fazilet” fikri tekamüle muhtaçtır.”
Peyami Safa’nm romanı (1924) • Yedek subaylığını bitirip cepheden İstanbul’a dönen Nihat, "teyze" dediği uzak akrabasının Fatih’teki evine giderse de, bekçiden, Hatice Hanım’m öldüğünü, ev sahibinin de evi başkalarına kiraya verdiğini öğrenince geceyi eski bir arkadaşında geçirir. Nihat daha önce öğretmenlik yapmıştır; ertesi gün iş aramaya başlar, bulamaz. Ümitsiz girdiği bir yazıhanede, zengin komisyoncu Mahir Bey’in karısı Seniha Hanım, Nihat’la ilgilenir, onu çocuğuna öğretmen yapar. Evde Mahir Bey’in uzak akrabası bir genç kız (Muazzez) ile Nihat arasında bir sevgi bağı kurulmuş, Nihat şimdi bir yazar dostunun (Kerim Bey) yardımıyla gazetelere çeviriler de yapmaya başlamıştır. Muazzez’le evlenen Nihat, çok geçmeden, kansı bütün mücevherlerini de sattığı halde, açlık ve sokakta kalmak tehlikesiyle karşı karşıyadır. Muazzez şimdi eski rahatını, Mahir Dayı’sının evini arar gibidir; kocasından ayrıhr, tekrar Mahir Dayı’sına gider. Bunalımlar geçiren Nihat intihar etmek ister, fakat kurtulur, Muazzez’le barışırlar. Eski ev rahatıyla yeni yuva rahatsızlıklan (Muazzez) ve yaşamakla ölmek (Nihat) arasındaki tereddüt ve bocalayışlar sona ermiştir.