Safiye Erol bu romanında yirminci yüzyılda cereyan eden bir aşk hikâyesini, hamâset dolu bir Rumeli efsânesiyle birlikte dile getirirken ecdâdımızın bu topraklardaki mâcerasını da akıcı ve tesirli bir dille anlatmaktadır.
Born in 1902 in Uzunköprü, Edirne. In 1917, she went to Germany to study. After graduating from high school and university and submitting her doctoral thesis, she returned to Istanbul in 1926.
Her articles appeared in magazines such as Millî Mecmua and Her Ay. Her translations of Kadıköyü'nin Romanı (The Novel of Kadıköyü) in 1938, Ülker Fırtınası (Ülker Storm) in 1944, Empress of Portugal by Selma Lagerlöf in 1941 and The Water Girl by Friedrich de la Motte Fouqué in 1945 were published.
In 1951, her three-part philosophical analysis of Kenan Rifâî was published in the book Kenan Rifâî and Muslimism in the Light of the Twentieth Century. In 1955, her last novel, The Priest of Dineyri, was published in Tercüman newspaper. Her novel The Tree of Mercy in the Desert was published in Yeni İstanbul newspaper in 1962.
''Eyvah, ne yer, ne yar kaldı / Gönlüm dolu ah-u zar kaldı.''
Atsız Beğ'in Ruh Adam'ında övgüye mazhar olmuş bu kitabı büyük bir merakla aldım. Nihayetinde sevenin Atsız olması benim için iki kat daha değerli bir kitap haline getirdi Ciğerdelen'i.
Çok etkileyici bir hikaye -daha doğrusu- hikayeler bütünü. Çünkü kitap iç içe geçmiş mükemmel tasvirler ve acılardan oluşuyor. Diğer okuyanları bilmem ama benim şu ciğer komple gitti. Kitapla beraber ciğeri de masaya bıraktım. Safiye Erol'daki milli bilince hayran olmamak elde değil. Cümleler adeta aklıma kazındı. ^^
Yine de önermeden önce ufak bir detaydan bahsedeyim, okunması kolay bir kitap değil. Temel hikayeden kopmadan ara hikayelerinin kıymetini bilmek gerekiyor. Her yazarın kaleminin yazamayacağı bir roman bu. Başlarken derin bir nefes alın ve uzun aralar vermeden okuyun ama kesinlikle okuyun. :)
Muazzam bir yapıt. Yazar anlatmak istediklerini çok yönlü bir şekilde farklı bir teknikle anlatmış. Dili ve konusu fazlasıyla etkileyici, bir anda kendinizi kitabın içinde ve olayların içinde buluyorsunuz. Okumak için bu kadar beklediğime bir miktar pişman oldum fakat böylesi güzel bir kitabı kadın bir yazar tarafından okumak beni çok mutlu etti. Ayrıca maalesef değeri kesinlikle bilinmeyen bir kitap. Şiddetle tavsiye edilir. Atsız’a selam olsun.
this was an absolutely amazing experience. yes, this book is a full on experience. it's language is rich and full, the story is perfect and real, you can actually see yourself in every character, and the style is flawless. i absolutely recommend this book to anyone wants to read A GOOD BOOK. it's that kind of a book after which you are afraid you might never find something that good again.
Büyük bir merakla alıp okuduğum, şu ana okumamaktan büyük pişmanlık yaşadığım muazzam eser. Bu kadar güzel cümlelerle örülmüş bir kitabın, bu kadar az bilinirliği, ne yalan söyleyeyim beni çok üzdü. Bundan sonra soran insanlara önereceğim yegane bu eseri ve en yakın zamanda tekrar okuyacağım.
"Sana sokulmaya korktum, sana sokulmamaktan yandım."
Adı gibi Cigerdelen bir kitap bu,sarmaşık gibi birbiri içine dolanmış hayatlar,kesişen yollar ve masal masal içinde kurgusuyla kült kitaplardan olmayı hak ediyor.Canzi,Canguzel ve Zühre gibi ana kadın karakterleri ön planda tutarak ironik bir şekilde kadının var edilmeyişine dikkat çekiyor,kıssadan hisse mutlu aşk yoktur deyip okurun kucağına bombayı bırakıyor,dili öyle nahif öyle kıvrak kullanıyor ki Safiye Eroldan daha ne bulsam da okusam derdine düşüyor okur
“ Bu kadar iyi yazmayı bilmiş bir kadını ben, ben derken, pek çoğumuzu kastediyorum tabii. Niçin bilmiyordum? Niçin kimse-yani pek çoğumuz- Safiye Erol adında bir yazardan haberdar değildi.” Radikal, Murat Belge
Atsız olmasa pek çoğumuzun haberdar dahi olmayacağı, sağlığında keşfedilmemiş bir müellifin romanı Ciğerdelen... Yazıldığı dönemin dünleriyle bugünlerini, Osmanlının serhat boylarındaki mücadelesini ve saltanatın debdebeli ihtişamının gerileme dönemini sürükleyici anlatımıyla yaşarcasına anlatmayı başaran Safiye Erol'a rahmetle...
BURADAN SONRASI SPOİLER, ESERİ OKUMAYI DÜŞÜNÜYORSANIZ LÜTFEN İNCELEMEME BURADA BİR VİRGÜL KOYUN VE OKUDUKTAN SONRA TEKRAR GELİN.
Bir şekilde yolları kesişen ve birbirlerini tanıdıkça Hersekoğlu Ahmet Paşa’nın soyundan geldiklerini yani ortak geçmişlerini keşfeden iki insanın, Cangüzel ile Turhan'ın aşkına şahitlik edeceksiniz. Bu hikayede geçmiş olay örgüsü de diyebileceğim iç hikayeleri daha çok sevdim. Sarı Sipahilerin asırlar öncesinden gelen tarihimizle gurur duyma sebebi yaşanmışlıkları, Ciğerdelen Palankası'nı yitirişimizle saltanatın geldiği durum nefesimi tutarak okuduğum satırlardı. Yedi Peçeli iç öyküsünde ise insan ruhuna dair analizlerin derinliğini çok beğendim. Molla Ağaların Düğünü'nde finale yaklaştığımı hissederken çok nadir başıma gelen " keşke bitmese" hissini yaşadım.
Bu eseri okuyarak iç dünyanızı genişletebilir, okumaktan keyif alırken düşündürücü detaylarla şaşırabilirsiniz... Sıkmayan, sürükleyen yapısıyla bu eser de Türk Edebiyatı dalında ölmeden okunacaklar listesine girmeyi hak ediyor.
İlk kez Safiye Erol okuyorum. Sanırım çoğu kişi gibi sonradan tanıdım. Murat Belge dahi 2000'li yılların başında tanıdığı için müteessir olduğunu ifade etmiş. Gerçekten dil ve anlatımına bakıldığı zaman mütessir olmamak elde değil. Çok güzel bir edebiyat, çok güzel bir dil, çok yoğun duygular. Hatta öyle ki bu yoğun duygular kitabın ismi ile özdeşleşmiş adeta ciğer deliyor. Özellikle de aşk'ı o kadar yoğun anlatmış ki ve bu yoğunluktaki tasvirleri yazarın kadın olduğunu ele veriyor :) Kitaptaki en beğendiğim kısım : 'İkiliği ortadan kaldırmak isteyen aşık, hayatın düşmanı oluyor. Çünkü bütün varlığın başlangıcı ayrılıktır.' ile devam eden sayfa. Burada uzandığım koltuktan farkında olmadan büyük bir ciddiyetle doğruldum. Benim açımdan tek hoşuma gitmeyen kısım son kısımda 'transformatör' ve 'promete'nin tasvirlere karışması oldu. Dili itibariyle konunun gidişatında açıkçası kulak tırmalayıcı geldi. Özellikle de 253. sayfada Promote'den sonra Peygamber'in anlatılması ahenkten uzaklaşma hissi verdi. Tabi yazarın vermek istediği anlamı anlamamış olabilirim bir de yeni Türk edebiyatında bu kafa karışıklıklarının olduğunu düşünüyorum :) Herkese iyi okumalar.
Değeri bilinmemiş, kıyıda köşede kalmış bir başyapıt... Eserin içeriğiyle ilgili herkes çok güzel yorumlar yazmış zaten. Benim dikkat çekmek istediğim nokta, anlatılanların arka planı.
Atalarımız şurayı, burayı fethetmişti diye övünüp durmayı çok iyi biliyoruz. Peki, fethedilen topraklara gönderilen Türk ailelerinin nasıl yaşadığını, bu toprakların nasıl yönetildiğini, nasıl korunduğunu hiç bir yazarımız işledi mi bugüne kadar?
Bugün Slovakya'daki Štúrovo kasabasının Türkçedeki adıdır Ciğerdelen. Bir toprağı alanın, kılıç hakkıdır oraya kendi dilinde ad vermek derler. Dedelerimizin kılıcına saygı duymadık; Slovakya'da, Çekya'da, Macaristan'da, Sırbistan'da, Bosna'da, Karadağ'da, Kosova'da, Romanya'da, Bulgaristan'da, Yunanistan'da, Arnavutluk'ta, Makedonya'da, Moldova'da yüzlerce şehrin Türkçe şehir adını unuttuk.
Ne mutlu ki, Safiye Erol sayesinde, bunların en özellerinden biri, Ciğerdelen'in adı, edebiyatımızda yaşıyacak. Bizse burnumuzun dibindeki İstanköy'e Kos demeyi, Dedeağaç'a Aleksandrupoli demeyi marifet sayıyoruz. Umarım daha çok okunur ve bazı değerlerin içimizde uyanmasına vesile olur Ciğerdelen.
I liked it. I reccomend it. My favorite cheapter of this book is "of the seven veils (yedi peçeli)". Some sentences I liked: "Yeryüzünde istisnalar yoktur. Ancak ve ancak kaide vardır. İstisna gibi görünen haller, kaidenin anlaşılamamış derinliklerinden başka bir şey değildir." (s. 244) "Çare yok seninle savaşacağım. Sen bana bir kemlik etmeye davrandıkça kendi kendime hem de etrafıma bin iyilik edeceğim." s. 256
"İnsanın gönlüne Tanrı makamından kopmuş bir nur düşerse o kişi emsaline karşı yükselmiş olur. En çok seven en büyük işleri başarmak borcundadır. Şöyle ki: Aşık olan zaten alacağını almıştır, artık bir şey isteyemez, bundan geri o verecektir, hep o verecektir."
Bir kitaptan ne kadar tiksinilebilirse o kadar tiksindim kendisinden. 3 puanı sadece yazarın hikaye anlatabilme yeteneğinden verdim. - Kadın düşmanlığı ✔️ - Cinsel istismarı mazur gösterme ✔️ - Faşistlik ✔️ Yazarın kadın olması da beni ekstra üzdü bu yüzden. Arkadaşlar doğarken seçemeyeceğiniz şeylerle, sizden 500 yıl önce yaşamış ve sizinle alakası olmayan insanlarla övünmenin veya yerinmenin bizi bir arpa boyu ilerletemeyeceğini artık içselleştirelim bence. Her düşünceden kitabı okurum ve güzel kitapsa da severim. Ama güzel kitap demek düşünceleri tartışan kitap demektir. Körler sağırlar birbirini ağırlar mantığıyla sahip olduğu ideolojiyi pohpohlayan kitap güzel değil, parti broşürü gibi bir şeydir.
Ara ara gerçekten enfes bir dili olan bir kitap, ağız şapırdatacak cinsten cümleler var. Ancak yazıldığı dönem itibariyle mi diyelim ne diyelim, konu olarak tatmin etmedi beni. Tamamen tarihi bir roman olmasını tercih ederdim. Bu şekilde bölünmüş ve adeta birbirinden alakasız iki parçadan oluşan bir kitap gibi (yalnız bu açıdan Steinbeck'in Cennetin Doğusu'ndaki yapıyı hatırlattı o kitap hakkında da benzer bir görüşüm var).
Bir de acı çekmenin (özellikle kadın karakterlerin acı çekmelerinin), üstelik gereksiz yere acı çekmenin kutsallaştırılması/övülmesinden hoşlanmıyorum. Bir de mazur gösterilmemesi gereken erkek karakterlerin mazur gösterilmeye çalışılması... 🙄
Yine "Çağdaş Türk Romanı" ders kitabımda bahsi geçen Ciğerdelen'i bu vesileyle öğrenmesem hayatta alıp okumazdım muhtemelen. Başlarda Atsız'ın "Ruh Adam"ına benzettim ve eyvah dedim, bunu da sevmeyecek gibiyim. İkinci kısımda Canzi'nin yazdığı hikâyeyi sevdim ama üçüncü kısım gereksiz uzatılmıştı bence, ruhum daraldı resmen. Yorumlamadan önce şöyle bir baktım da, birçok okurun bu kitaba ayılıp bayıldığını görünce çok şaşırdım açıkçası. Kenarda köşede kalmış, pek bilinmeyen (ki bunun sebebini düşünmek lazım) bir kitaba bunca methiye düzülmesi biraz garip geldi. Velhasıl, bana hitap etmedi ama Turancı/ülkücü okurların seveceğini düşünüyorum. =)
En çok sevdiğim de odur, "Ciğerdelen." -Niçin en çok sevdiğiniz? Mânâlı bir gülümseyişle elini göğsüne götürerek…
-Deldi… Deldi de ondan. Bunu yazarken on iki kilo kaybettim. İki defa bayıldım. Bitirdikten sonra hasta yattım. -Yapmayın. Niçin? -Feylesof Nietzsce’nin bir sözü vardır: ‘Büyük eserler müelliflerinden intikam alırlar’der. -Bu da aldı mı? -Aldı… Aldı hem de nasıl… -Demek Ciğerdelen sizi korkuttu. -Hayır… Korku yok.. Su testisi su yolunda kırılır…
"Alnımın terinden altın sarısı başaklar bitti, yüreğim sızısından kan kırmızı güller açtı, savaşımın gücünden katı yapraklı buruk kokulu zafer defneleri yeşerdi. Buğdayımı, gülümü, defnemi bir araya düreyim; kendime en yüce çelengi öreyim. Orta katta bir cihangir olarak oturup dinleneyim. Beni çağırdığın gün Pir Sultan köçeklerinin hafif kanatlı oyun adımlarıyla süzülerek sana gelirim."
Yazarın dile hakimiyeti, Osmanlı dönemine ait anlatının yer aldığı sayfalarin edebi seviyesi çok iyi. Ancak kitaptaki kadınların hayatta kendilerini konumlandirdiklari yer ve sanki yazarın bu durumu bir manifesto olarak yansıtması biraz rahatsız edici geldi.
Ana hikaye ve arada yer bulan masal/destansı kısımları ayırıp ardışık okudum Etkisi katlandı. Yazarın eşsiz dil kullanımı zevk ile okunmasını sağlıyor.
Safiye Erol’un romanı (1946) • Ciğerdelen, Tuna nehrinin sağ tarafında Estergon kalesinin karşısında ve Batı yönünde eski Türk palangasıdır. Avusturya-Osmanlı savaşlarında önemli kalelerden biriydi. Türklerin orada savaşları 1683’tedir: Silâhtar Tarihi’nde "Düşman Ciğerdelen altına gelip dört tarafından ateşe verdi, içinde bulunan birkaç bin kadın ve erkek feryat ederek yanıp gitti ve dumanı göklere yükseldi" diye anlatılan bu yenilgi, Estergon kalesinin de düşmesine sebep olmuştu. • Safiye Erol, romanında şimdi ile geçmiş zaman karşılaştırmaları yaparak, soyları Ciğerdelen kalesindeki Sarı Sipahiler’e kadar çıkan iki gencin aşklarını anlatıyor: Almanya’da inşaat mühendisliği okumuş, yurduna dönmüş Turhan’la, hse arkadaşı Haşmet’in karısı olan ve 1943 yılında İstanbul’da Moda’da bir evde bir çay toplantısında tanıdığı Cangüzel Hanım’ın aşkları. Ciğerdelen kalesi nasıl Sarı Sipahiler soyunca tarihin düğüm noktası, sürekli savaş ruhunun kan damarı olduysa, Edirne’nin imar planlarıyla uğraşan Turhan da hırçınlık ve kıskançlıklarıyla Cangüzel’le uğraşa uğraşa, sonunda onu elinden kaçırmıştır. Cangüzel’in Keşan’da üç günlük misafirliği son buluşmaları olmuştu. (Zahir Güvemli, Türk Romanları, 1954)