"Sait Faik bir sevgi peygamberiydi. Kırk sekiz yıllık, içine en ufak bir haksızlık karıştırmamış, tertemiz bir ömrün akışında içimize insan sevgisinin o ılık, o tatlı, o aziz büyüsünü en asli tarafıyla bir o satabildi: Sevmek, bir insanı sevmekle başlar her şey." Vedat Günyol
"Ne ondan evvel onun gibi sanatçı yaşadı; ne de ondan sonra yaşayacaktır." İlhan Tarus
"Şu karşıki sandalı görüyor musun? Bakın sahile yaklaşıyor. Onu yürüten şey nedir? Kürekleri değil mi? Ya şu uçan martılar! Kanatları yolunsa artık uçabilir mi? Düşünce de böyledir. Dört duvar arasına kapatılmak istenirse kanatsız kuş, küreksiz sandal oluverir ve bütün manasını kaybeder" diyen büyük yazarın; ilk kez 1944 yılında yayımlanan romanı Birtakım İnsanlar yeniden gözden geçirilerek yayına hazırlandı.
Mektuplar, manüskriler ve gün ışığına çıkmamış metinler sırada...
Sait Faik Abasıyanık (18 November 1906 - 11 May 1954) was one of the greatest Turkish writers of short stories and poetry. Born in Adapazarı, he was educated at the Istanbul Erkek Lisesi. He enrolled in the Turcology Department of Istanbul University in 1928, but under pressure from his father went to Switzerland to study economics in 1930. He left school and lived for three years in Grenoble, France - an experience which made a deep impact on his art and character. After returning to Turkey he taught Turkish in Halıcıoğlu Armenian School for Orphans, and tried to follow his father's wishes and go into business but was unsuccessful. He devoted his life to writing after 1934. He created a brand new language and brought new life to Turkish short story writing with his harsh but humanistic portrayals of labourers, fishermen, children, the unemployed, the poor. A major theme was always the sea and he spent most of his time in Burgaz Ada (one of the Princes' Islands in the Marmara Sea). He was an honorary member of the International Mark Twain Society of St. Louis, Missouri.
Sait Faik mostly published under the name Sait Faik, other pen names being Adalı ("Island dweller"), Sait Faik Adalı, and S. F..
There is an award for his name which is given every year on his death anniversary: Sait Faik Hikâye Armağanı
Şimdi Sait Faik benim en sevdiğim ikinci Türk yazar (Birincisi Ahmet Hamdi), dolayısıyla vakit buldukça mutlaka araya bir Sait Faik karıştıyorum. İnsanla olan derdi benim derdim oluyor sonra. Ancak bazı eserlerini çok sevip tekrar tekrar okumama rağmen (Şahmerdan ve Mahalle Kahvesi bunların başında gelir), bazılarını ise okumakta güçlük çekiyor; bulmak istediğim Sait Faik'i bulamıyorum. Medarı Maişet Motoru da bunlardan birisi. Yine insani dertler, yine geçim kavgası, yine acı ve hayal kırıklığı. Ancak bu kitapta Dülger Balığının Ölümü gibi kalbime adeta bir zıpkın saplayan bir öykü bulamadım. Yine de okuyacaksanız İş Bankası tarafından basılan sansürsüz halini tavsiye ederim. Sansürlenen yerlerde gerçekten Sait Faik olmuş oysa ki.
Bu gidişle yazarın bütün eserlerini yavaş yavaş okuyacağım ki bu beni sadece mutlu eder. Genelde Türk yazarlarına bu kadar eğilmezdim epeydir ne varki Sait Faik bambaşka bir anlatışı var hem içerik hem anlatış stili.
Hep duyardım Sait Faik Abasıyanık'la ilgili söylenenleri yani kulaktan dolma bir aşinalık olmasına rağmen yazarı pek tanıdığım, onun edebiyat dünyasında ki değeri hakkında pek bilgim yoktu. Önce sesli olarak dinlemeye başladım ''Havada Bulut Yok'' u , ne yazık ki içinde geçen bazı betimlemeler yüzünden hemen kesinlikle okumamam gerekir diye acele bir önyargıyla karar verdiğimi düşündüren Goodreads deki arkadaş çevremdeki okurların verdiği artı değerlerin yüksekliğine bakarak , yazarımızı değerlendirirken acele etmemem gerekir diyerek baştan başladım Sait Faik ve eserlerine gereken değer verilmeli daha yakından tanımalıydım....
'Bir uzun, korkunç, kimsesiz ay geçirdi. Aynaya baktığı zaman yüzünü sapsarı, gözlerinin altını simsiyah şişmiş buluyordu. İçinde bir yorgunluk hissediyordu. Odun yarıyor, yer belliyor, sarnıç temizliyor, domuz ahırlarını insan oturabilir bir hale getirmeye çalışıyordu. Akşama yorgun, bir ateş yaktığı zaman, bu fizik yorgunluktan ziyade daha iç taraflarda adeta akciğerinde, karaciğerinde, midesinde, kafasında bir yorgunluk duyuyordu. Yalnız başına kimler, ne insanlar icat etmiş, onlarla neler konuşmuştu...
Hırant'ın tamamen aksine, köye ekmek, kömür, tuz, peynir, yumurta almaya indiği zamanlar kimseyle konuşmuyor, yalnız dinliyor, gülüyordu. Şimdi insanları daha iyi anlıyordu. Onları oldukları gibi değil, olmaları lazım geldiği gibi sevdiğini anlamıştı...
Gün boz, çürük, aydınlıksız başlıyor, pis, yağmurlu bitiyordu. Bazı akşamlar oldukça güzeldi. Ufkun öbür ucunda bir aydınlığın, bir yangının ortasında batan güneşin şehirlerini görüyordu. Develere benzeyen bulutlar, minarelere, kiliselere benzeyen sislerin güneşin battığı yerde reçeller gibi kaynadığını yavan ekmek yediği günlerde görür, nasıl içlenir; köpeğinin kafasını sıkar, sıkardı...
Deli olmasına bir adım kalmıştı. O adımı atmamak İçin, aylığını almaya İstanbul'a indi. Mülk sahibi fena adam değildi. Ona, eski bir paltosunu hediye etti. Aylığını da verdi.'(s.165)
Kitabı okurken düşündüğüm tek bir şey vardı. O da Sait Faik'in uçsuz bucaksız insan sevgisi. Dilencisinden hırsızına, tembelinden dedikoducusuna, katilinden ayyaşına kadar herkesi sever, insanın içindeki iyiliği arar bu yazar. İnsanı onun kadar seven başka bir yazar daha okumadım. Sistemle derdi vardır (ki romanın yasaklı kısımlarına bakıldığında neden olduğu açıkça görülür), kavgayı gürültüyü sevmez, açgözlü hiç değildir. Köylüyü, düşmüşü, toplum dışına itilmişleri ve tutunamayanları korur, kollar. Abasıyanık böyle büyük bir insandır. Üstümden bir medarı maişet motoru geçti, içimde hala insan sesleri...
Kitabın romandan ziyade hikaye türüne yakın durması anlatım dilinin güzelliğinden, okumadan alınan zevkten bir şey eksiltmiyor. Özellikle “Yolculukta” başlıklı ikinci kısımda yer alan, Sapanca Gölünden İzmir kıyılarının denizaltına uzanan doğa betimlemeleri için bile okunabilir bu kitap.
Eser, aynı zamanda Hikmet ve Ruhi Kaptan karakterleri bakımından edebiyatımızdaki homoerotik metinlerden biri olarak da kabul ediliyor. Yayınlandığı tarih de göz önüne alındığında edebiyat tarihimizde önemli bir yer tutan bu hikayelerin okunmasının pek çok açıdan önemli olduğunu düşünüyorum.
Roman 1944’te yayınlanır ancak dağıtılmaya başlanmışken sakıncalı bulunarak bakanlar kurulu kararıyla toplatılır. 1952’de sakıncalı bulunan yerleri çıkarılarak tekrar yayınlanır. İş Bankası Kültür Yayınları bu sansürlenen yerleri siyah puntolarla yazarak kitabı yeniden okuyucuyla buluşturmuş. Açıkçası siyah kısımları hangi zihniyetle sansürlediklerini anlayamadığım gibi kitabın tamamını da şahane buldum. Daha önce yedi öykü kitabını okuduğum Sait Faik’in deniz kokan, adalı kalemini özlemişim. Romanda da çok başarılıydı. Romanda kimsesizlik, fakirlik ve ezilmişlik hiç şikayet etmeksizin olağan bir kabullenişle anlatılmış. Medarı Maişet osmanlıca bir kelime olup geçim kaynağı demekmiş. Kitapta da geçimi içim didinen insanların gündelik yaşantıları anlatılıyor.
Sait Faik'in sıcaklığının, samimiyetinin çokça hissedildiği Birkatım İnsanlar'da gerçekten de birtakım sıradan insanın kesişen hayatlarını, yalnızlıklarını anlatmış Sait Faik. Her yeni bölümde, bir romandan çok birbirine bağlı birkaç öykü okur gibi hissettim. Pek sevdim.
“Bizans İmparatoru Jüstinyen tarafından Sakarya üzerine 553 miladi senesinde yapılmasına başlanmış olan bu köprü 561 yılında bitti. Köprünün üzerinde evvelce güzel bir kitabe varmış, bugün yok: ‘Barbar kabileleri gibi azgın cereyanı şu kemerlerle kesilen ey Sakarya! Sen de şimdi mütehakkim bir eserin esiri olarak akıyorsun. Evvelce gemleri azıya almış, zapt olunmaz bir mahluk iken, şimdi aşınmaz bir taşın sıkleti altında yatıyorsun.’ Garip olan bir şey varsa bu kadar sert olduğu söylenen Sakarya, bu ebedi esarete tahammül edemeyerek yolunu değiştirmiş; bu köprünün altından geçmeyerek doğu istikametine doğru çekip gitmiştir. Nehrin eski yatağı yavaş yavaş tortularla o kadar dolmuştur ki köprünün su kesim seviyesi bugün toprak altındadır.
Sait Faik ne yazsa okunur tabii ama esas tadı kısa hikayelerinde. Bu sanırım roman formatındaki tek kitabı. Biraz dağınık, dört ayrı bölümden oluşuyor. Her şeye rağmen Sait Faik’in insan sıcaklığını öne çıkaran, dürüstlerin ve kaybedenlerin yanında yer alan kalemi bu kitapta da hissediliyor. Toplumsal içeriği nedeniyle zamanında sansüre uğramış olması bakımından da ilgiye değer.
Sait Faik'in ilk romanı olduğundan kahramanlar parça parça ve konu bütünlüğü sağlanamamış, ancak yine de güzel roman. Ha bir de yasaklıymış eskiden. "...Motorun sahibi sarhoş herifin biridir. Biridir ama sevilmeye layıktır. İnsanın en fenasında bir iyi tarafın bulunduğunu biliyoruz. Biz o iyi tarafı bulmaya, ondan istifade etmeye mahkumuz, mecburuz..."
Bir Sait Faik hayranı olarak yine kitaptan zevk alsam da teknik açıdan kitabı başarılı bulmadım. Birbirinden kopuk hikayeler birleştirilerek roman oluşturulmuş gibi geldi.
Sait Faik'in tarzını çok beğenen biriyseniz okuyabilirsiniz aksi takdirde yazarın başka kitaplarını okumanızı öneririm.
Muhteşem bir eser.. Bu kitabı bir roman diye alıp okumaya başlamıştım. Yapısı hakkında daha önce ufak bir bilgim vardı ama kitabı okuduktan sonra kitabın Sait Faik Abasıyanık'ın o muhteşem üslubundan oluşan hikayeler bütünü olduğunu anladım. Eseri değerlendirmeye geçmeden evvel şu notu düşeyim: Eserimiz ilk başta sakıncalı bulunup (nesi sakıncalıysa artık) toplatılıyor. Ardından 3 yıl sonra (1947) eser 'Birtakım İnsanlar' adıyla tekrar yayımlanıyor. Gelelim değerlendirmeye... Öncelikle eserin içeriği hakkında konuşmak gerekirse: Eserin başkahramanları: Kondos (Ali Rıza), onun kızı Melek, evlatlık oğlu Hikmet, berber Dimitro, Üniversite öğrencisi Fahri. Eserde bu küçük insanların(!) hayatları anlatılmaktadır. Kondos kızı Melek'i Ada'da berber olan Dİmitro'nun yanına yetişmesi için verir. Kondos kendisi hasta olduğu için evlatlığı Hikmet'i de Medarı Maişet adlı motora, tekneye balıkçı olarak çalışması için verir. Kondos eski bir memurdur. Sürekli içer, sarhoş olur hatta çoğu zaman Melek'in çalışıp kazandığı parayı elinden alıp içkiye verir ve kısa boylu olduğu için de kendisine Kondos denilir. Melek Ada'ya gelen üniversite öğrencisi Fahri'ye aşık olur. Fahri o zamanlarda yaygın olan tifo hastalığına yakalanır. Bir gün Melek onu ateşler içinde görünce gün boyunca onun evinde bakar. İyileştirmek için uğraşır fakat mahalleli bunu yanlış anlar. Mahalle Melek'in Fahri ile olan ilişkisine başka anlamlar yükler ve bir dedikodu alıp başını gider. Bu sebeple Kondos bu olanlara dayanamaz ve Melek'le Fahri'nin evlenmesini ister. Hikmet ve Kondos Fahri'ye iyice sıkıntı verirler. Aynı zamanda Hikmet de Melek'e aşıktır fakat bunu ona söylemeye cesaret edemez asla. Tüm bu olaylar sırasında maalesef Fahri hayatını kaybeder. Ali Rıza da sinir kriziyle dükkânın eşyalarını kırar. Melek evden kaçarak Beyoğlu’nda bir berberde çalışmaya başlar. Hikmet onun izini sürer ve Beyoğlu’ndaki bir pasajda kendisini bulur. Ancak bir şoförle nişanlandığını öğrenince duygularını yine ona açamaz. Hikmet de yakındaki kaşık adasında bekçi olur. Arkadaş olduğu üç kişi büyük bir soygun işine karışınca onlarla birlikte Hikmet de cezaevine konur. Yine içip taşkınlık yapmaktan hapiste olan Kondos da aynı cezaevindedir. Bir gün Kondos da cezaevine gelir. İkisi de aynı koğuşta kalmaya başlarlar. Esrar çekip hayallere dalırlar. Hikmet Medarı Maişet Motorunun battığını görür. Kondos'da sahilde bir direğe tırmanmaya çalışıp, oradan düşüşünü görür. Eserde bu olaylar dışında Fahri'nin yolculuğu sırasında Erzurumlu bir dalgıçla olan muhabbetleri de var. Eserin olay örgüsü bu kadardı. Bunu bu kadar fazla anlatmamın sebebini değerlendirme kısmında anlarsınız. Yazarımız bu eserinde aslında balıkçıların, berberlerin, aylakların, hırsızların, esrarkeşlerin ve çocukların parça parça yaşam hikayelerini sonradan birbirine birleştirerek romanlaştırmak istemiştir. Eserin ana mekanı: Burgaz'dır ve yazar savaşın egemen olduğu yıllarda, küçük insanların dünyalarını anlatmıştır. Özellikle eseri okurken bir konu bütünlüğü olmadığını farkedeceksiniz. Hikaye alanında başarılı olan yazarımızın bu yapıtıyla farklı bir stil ortaya koymak istemiş olması kanımca muhtemel bir fikirdir. Dili oldukça akıcı ve sade olan bu eserin başlarında okurken birazcık zorluk çekebilirsiniz. Çünkü başta akıcı olmayan eser 20. sayfadan sonra oldukça duru olmaya başlar ve eserdeki üslup, dil mükemmeliğiyle eseri elinden bırakasanız gelmez. Sait Faik'in asıl başarısı dili kullanmasında ve üslubundadır. Ayrıca otoritelere göre kendisi bu yapıtında hikayeyle romanı birleştirmeyi başarmıştır. Ben şahsifikrim olarak söyleyeyim: Eğer yazarımız bu dönemde yaşamış olsaydı, postmodern roman anlayışının oldukça başarılı örneklerini verirdi. Bilirsiniz ki postmodern anlayışta da parçasallık ve parodi vardır. Hayat kaotiktir. Yazar bir nevi bu tekniğiyle geleceğe göz kırpmıştır. Tıpkı Peyami Safa'nın henüz postmodernizim ortada yokken postmodernist teknikleri (bilinç akışı, bilinç okuma teknikleri vs. gibi)kullandığı gibi. Kitabı kesinlikle okumanızı tavsiye ederim. Son olarak Medarı Maişet Motoru'nun anlamı: Deyimi yerindeyse ekmek teknesi demektir. Sevgiler.
This entire review has been hidden because of spoilers.
Alemdağ'da Bir Yılan kitabından sonra biraz sıkıldım bu kitapta. Bağlayışları çok kuvvetli bulamadım. Yine de özellikle genç kızın hali, tavrı vs bunları çok beğendim. ^^
Bir romandan ziyade birbirine iliştirilmiş öykülerden oluştuğu izlenimi veren kitabının bir yerinde Sait Faik, hayatın kendisinin roman bütünlüğünde bir giriş ve sonuç önermediğini, aksine birbirinden kopuk ve tutarsız sekansların kimi zaman bir sonrakine miras dahi bırakmadan gelip gitmesine benzediğini ifade ediyor. Bu durum türlü vesilelerle kurguya sığınan okuyucunun kitaptan aradığı hazzı bulamamasına sebep olabilir. Ancak, yabancısı kalınmayacak 1940'lar Türkçesi, tedavülden kalkmış bir argo, neredeyse her iki karakterden birinin gayrimüslim olduğu rengarenk bir İstanbul ve arada Beyoğlu'na kaçamak yapan ada ahalisinden muzip ve çoğu zaman buruk portreler sunan bu kitabı okumaktan keyif aldım.
Ben Is Bankası yayınlarından olan baskısını okudum. Kitap ilk yayınlandığında sakıncalı bulunarak toplatılmış ve bazı bölümleri çıkartılarak "Birtakım insanlar" adiyla yayınlanmış. Is Bankası yayınları bu sansürlü kısımları belli olsun diye koyu olarak bu kitaba eklemiş. Medarımaişet motoru geçim için kazanılan para demekmiş. Geçim aracı gibi. Birtakım insanlar ismi de bu kitaba uyuyor. Değişik bir anlatımı olan, zamanının insan yaşamlarından bir kesit sunan kitap.
kitapta olay akislari cok yavas olsa da, bazen baglantilari kurmakta zorlansam da tasvirlere hayran kaldim “Yalniz Hatta Yapayalniz”i okuduktan sonra, bu kitabi okumamamak olmazdi... Sait Faik in yalnizligini Hikmet ile bir kez daha hissettim...
Sait Faik'in öykücülüğünden beslenen, farklı insan hikayelerini bir üst öyküyle birleştirerek anlattığı çok güzel bir roman. Üstelik bir dönem eleştirisi. Emeği ve geçimi dert edinen insanları anlatarak onların ağzından söylettiği sözler sebebiyle yasaklanmış; makaslanarak, ismi değiştirilerek yayımlanabilmiş. Üstelik öz itibariyle hep güncel...
"Bir insanı yanında uşak gibi kullandıracak her işten sakın! İnsanoğlu birbirinin uşağı değildir, olamıyor. Sen o uşak gibi gözükene bakma! Ben en köpek ruhlu insanların birdenbire köpürdüğünü, menfaatini ayaklar altına aldığını gözümle görmüşümdür. Hem bizim yaradılışımızdaki insanlar birbirine sevgi için doğmuştur..."
*Sait Faik'le tanışmak için ilk tercih bu eseri olmayabilir. ------ ...yüzle ahlâk arasında herhalde müthiş bir münasebet vardır.Güzel olan muhakkak güzel ahlaklıdır demeyeceğim.Sonra fena ruhlu güzel yüzün de, insanı perişan eden, mahveden sihrini de inkâr etmeyeceğim. Yalnız şunu demek istiyorum ki, ahlakın yüze eklediği mimikler hatta renkler, yüz, ahlâk her ikisi güzelken de vardır. (s.52)
O dönem sansürlenmiş, bu versiyonu orijinali ile karşılaştırılarak hazırlanmış. Devletin nelere kafayı taktığını görmek açısından güzel.
Her bölümü ayrı bir Sait Faik hikayesi -ki Hikmet'in çocukluk anıları galiba Son Kuşlar'da var kısa öykü olarak-, ancak bütünü biraz dağınık bir roman.
"Bir gün artık o hale geldi ki onsuz her şey, yalnız her şeydir. Artık ne masallar masaldır. Ne hikâyeler hikâye. Öyle bir dünya düşünelim ki hiçbir şairi yoktur. Öyle bir memleket düşünelim ki, müzik yasak edilmiştir. Meyhanelerin şarabı sirkeleşmiştir."
Sait Faik’in insan sevgisi ve küçük insanın yoksulluğunu, çilesini anlatma biçimi, gözlem gücü muazzam. Yazdığı her satır tartışmasız bir edebiyat şahaseri. Ancak, bu kitap bir romandan çok öykü tadı verdi bana. Öykü adalarından oluşmuş bir Sait Faik dünyasını anlatıyor gibi.
Motorun sahibi sarhoş herifin biridir.Biridir ama sevilmeye layıktır.İnsanın en fenası nda bir iyi tarafın bulunduğunu biliyoruz.Biz o iyi tarafı bulmaya, ondan istifade etmeye mahkumuz, mecburuz.
Okumadım yaşadım çok çok lezzetliydi , tadı damağımda kaldı , son dönemlerde okuduğum kitaplar hep yüksek başlayıp vasat bitiyor , nasıl da nakış nakış ve dengeli , çok beğendim
İlk roman, ilk film benim için çok değerlidir genelde beklentimin çok üstünde olurlar (calvino’nun kendi romanına dair pişmanlığını saymazsak) ancak maalesef Sait Faik’in incecik hikayelerinden insanın içine işleyen o duygu bu ilk romanda karşıma çıkmadı. Birbirinden farklı birçok karakterde ve onların iç içe hikayelerinde kayboldum. Okumak isteyenler için iş kültür yayınları sansürsüz yayınını tavsiye ederim.
Oy vermek istemiyorum çünkü hiç beni içine alamadı hikaye. Gözü kapalı izlemiş, kulakları tıkalı dinlemiş gibiyim. Belki bir gün tekrar okur o zaman değerlendiririm.
Sait Faik'in çizdiği insan portrelerine hayran kalmamak elde değil. Bunu yaparken elinde öyle bir büyüteç var ki, kime çevirse ışıltısından gözlerini kamaştırıyor insanın. Felsefesini de en iyi kendi kelimeleri anlatıyor sanırım: "İnsanın en fenasında bir iyi tarafın bulunduğunu biliyoruz. Biz o iyi tarafı bulmaya, ondan istifade etmeye mahkûmuz, mecburuz." Kitapta anlatılan 1940'lar İstanbul'unu okumak, zengin etnisite ve çeşitliliğe tanık olmak güzel olduğu kadar, günümüz açısından ise yaşanan kayıpları ve değerleri düşününce üzücü. Kitap ilk yayınlandığında bakanlar kurulu kararı ile yasaklanıyor, Sait Faik hikayelerinin gücünü göstermesi açısından ironik. Hikayeler ve insan öyküleri o kadar güçlü o kadar dolu ve resmedilen hayat masalsı olmasının yanında o kadar toz pembe değil ki.