Haziran 1721… Paris sosyetesi, kralı ve saraylıları bir kenara bırakıp yeni bir meraka düşmüştür: III. Ahmet’in XV. Louis'ye yolladığı elçi ve eşliğindeki heyetin iftar sofrası.
Elçi Yirmisekiz Mehmet Çelebi ve heyeti, bu ilgiye yabancı değildir. Fransa'ya ayak bastıkları andan itibaren, halk onları seyretmek için geçtikleri yerlere akın etmektedir.
Çelebi, Fransızların savaş meydanlarındaki izlenimler üzerinden yarattıkları Türk imgesini alt üst eder: Kültürü, yaşam tarzı, edebi bilgisi bu imgenin eksik kalan taraflarını bütünler.
Ülkemizde Batı kültürüyle tanışmada öncü kabul edilen Çelebi, Avrupa'da Turquerie'nin yolunu açmış; bu akımla modadan mimariye, müzikten resme pek çok alanda Türk tarzı ürünler verilmiştir.
18. yüzyılın kendine özgü ve duru dilinden Şevket Rado'nun yayına hazırladığı bu eser, Lale Devri'nin kültür ve düşünce dünyasına ilk elden tanık olmamızı sağlıyor.
Yirmisekiz Mehmet Çelebi (?1660'ların sonu - 1732): Edirne'de doğdu. Asker olan babasının izinden giderek yeniçeri oldu ve ona lakabını kazandıran 28. Orta'da idari görevler üstlendi. Başarıları sayesinde devletin üst düzey yönetiminde görevlere getirildi. Pasarofça Antlaşması müzakere heyetinde görevlendirildi. Burada Avrupalı diplomatlar üzerinde büyük bir etki yarattı. Bu sayede 1720-21'de Paris'te elçi olarak görev yaptı. Elçilik raporu olarak yazdığı bu metin, yazıldığından beri hem yerli hem yabancı pek çok çalışmaya konu olmuştur. Çelebi, Patrona Halil İsyanı'ndan sonra Kıbrıs valiliğine atanmış ve orada vefat etmiştir.
Mehemet Effendi, was a Georgian Ottoman statesman who was delegated as ambassador by the Sultan Ahmed III to Louis XV's France in 1720. He is remembered for his account of his embassy mission ("Sefaretname").
Yirmisekiz Mehmed Çelebi was born in Edirne. His date of birth is unknown. He is the son of an officer in the Janissary corps, Süleyman Ağa, who died during a campaign to Pécs. Mehmed Çelebi himself was enrolled in the Janissary corps, and since he had served in the 28th battalion ("orta" in Janissary terminology) of the corps, he came to be known with the nickname "Yirmisekiz" (twenty-eight in Turkish) for his entire life. His descendants, including a son who became a grand vizier, also carried the name in the form of "Yirmisekizzade" (son of twenty-eight). Mehmet Efendi with the child Louis XV in 1721.
He rose through the military hierarchy and then oriented his career to the service of the finances of the state, as superintendent for the Ottoman mint first, and as chief imperial accountant by the reign of Ahmed III. In 1720, while in that position, he was assigned as Ottoman ambassador to Louis XV's France and sent to Paris. His embassy of eleven months was notable for being the first ever foreign representation of a permanent nature for the Ottoman Empire. On his return to the Ottoman capital, Mehmed Çelebi presented his contacts, experiences and observations to the Sultan in the form of a book.
His sefaretname is one of the most important examples of the homonymous genre, both for its literary merits and in terms of the insights it provides on his time and environment. He describes his journey to France, the 40-days quarantine in Toulon for fear of plague, his journey through Bordeaux towards Paris, his reception by Louis XV, the ceremonies and the social events to which he participated, notably a night at the theatre, places of interest in Paris, the curiosity with which he examines the Western culture and the curiosity he aroused among his Western interlocutors, for instance his days of fasting in Ramadan becoming a reason for public gathering for curious Parisian women. Ottoman ambassador Mehmed Efendi in Paris in 1721.
Aside from setting the pace and nature of the long-term trend of Westernization in the Ottoman Empire, his embassy also had immediate repercussions in the Ottoman Empire, notably in the form of the first printing house managed by İbrahim Müteferrika, a Hungarian convert, which published books in Turkish, having been opened in the same year of 1720 as a direct consequence of Mehmed Çelebi's mission in Paris, and under the personal protection and auspices of his son Yirmisekizzade Mehmed Said Pasha, later grand vizier. İstanbul's renowned Sadabad Gardens, one of the symbols of the Tulip Era were also largely inspired by the gardening techniques used in Tuileries Palace, described in length by the author/ambassador. His book was translated into French in 1757 and also into other Western languages afterwards.
After another embassy mission this time in Egypt, Yirmisekiz Mehmed Çelebi who was deeply associated with the Tulip Era, was exiled to Cyprus after the Patrona Halil uprising which put an end to that era and to Ahmed III's reign. He died in Famagusta in 1732 and was buried in the courtyard of Buğday Mosque in that city.
His son Yirmisekizzade Mehmed Said Paşa regained imperial favor shortly afterwards and was dispatched himself for an embassy in Paris in 1742, as well as another more historically significant one in Sweden and Poland, which led to his writing another sefaretname.
Padişaha sunmadan önce Mehmet Çelebi metin üzerinde düzeltmeler yapmış. Özellikle birkaç yerde Fransızların birtakım ikramlarda bulundukları yazılmış, Mehmet Çelebi de bu yazılanları çizip kenara not almış; "Bir kutu getirmiş yoktur." Yine devamında bir ikramdan bahsedilince Mehmet Çelebi'nin cevabı gecikmemiş; "Bunlarda şey getirmek galiba adet olmamak gerektir." Bunun gibi sıklıkla gülümsetecek olay yaşanıyor.
Yine de derin bir hüzünle okuduğumu itiraf etmeliyim. Ay ve Güneş tutulmasını önceden belirlemek için aletler icat edildiğinden, guguklu saatten, dürbünle aya bakıp incelendiğinden, tıbbın gelişmişliğinden vs. hayretle bahseden Mehmet Çelebi ile beraber bu toprakları düşündükçe hüzne daldım.
Eskiden diplomatlara epeyce hürmet varmış, şimdi kalmadı pek :) Lakin Elçi'ye hoşluk olsun diye, Kral Naibi Mareşal de Villeroi, Kralı şebeğe cevirmeseymis iyiydi: "Merşal Kralımızın güzelliğine ne dersiz? diye sual eyledi, 'maşallah' dedik. 'Henuz 11 yaşında, dört aylıktır. Şimdi boyu bosu ile hiç güzel olmaz mı? Yürüyüşü dahi güzeldir, şöyle yürüyünüz de görsünler!' dedi. Kral dahi Divanhane ortasına kadar yürüyüp avdet eyledi. Merşal 'Beğendiniz mi?' diye sual eyledi. Biz dahi 'barekallah' deyu cevab eyledik"... (shf.48)
Yemek hazır idi. Yedikten sonra: "Kralın cevherlerini seyreder misiz?" dedi. Biz de: "Hay hay, cevahire bakmak ve görmek ne kadar güzel ve gönül açıcıdır, hazzederdik" dedik. "Buyurun, gidelim" deyüp yine elimizden yapıştı. Yine kralın odasına girdik.
Kral ayakta dururdu. Bütün odanın içine hazinedarlar cevahirleri döşemişler. Birer birer temâşâya başladık. Evvelâ üç kat elbise takımı gördük. Biri incu ile ve rengarenk lâl ve yakut ile tezyin olunmuş ve biri da incu ve elmas taşlarla süslü idi. Bu incu fındık kadar, pâk ve beyaz ve hepsi biribirinin aynı idiler. Yakutlar da öyle. Ve biri bütün elmas ile süslenmişti. Her bir elmas düğme kadar, bir yerde bulunmayan, kıymetli, biçimi hoş cevherlerdi. Ve iki sıra incu gördük ki küçük hindistancevizi kadardı. Tahta oturdukda kralın omuzu başına asarlarmış. Biz dahi ilk buluşdukda asmışlardı. Gayet ağır-bahâ cevherlerdi. Ve bir kutu içinde bir 'dürr-i yetim'leri varmış. Benzeri yoktur, diye gösterdiler. Küçük hindistancevizi kadar. O kadar yuvarlak ki, güya küre-i hakikîdir. Gayet beyaz, berrak ve deliği yok. Bir ayine üzerine konuldukda asla yerinde durmayup daima hareket eder. "Yuvarlanan İnci" dedikleri bu imiş.
Elmaslar arasında sarı elmas gördük ve bir kutu içinde üç köşeli lâci vert bir elmas gördük. Gayet büyük bir taş idi. Ve bir gök yakut gördük ki dört köşe tıraş olunmuş, baş parmak uzunluğunda idi ve bir elmas daha gördük ki, yakın bir zamanda İngiltere kralından altı bin kise akçeye satın alınmış. Ortası dört köşe ve iki yanı kubbeli, gayet sanatlı işlenmiş, berrak ve beyaz ve asla ayıbı yok. Yüz otuz kırat imiş. Aslinda cevizden büyük idi.
Ve kral bazı cevherleri kendisi elimize verüp gösterirdi.
Bu esnada Lala Merşal, kraldan sual idüp: "Bu cevher kimindir?" dedi. "Kimin olsa gerek, benimdir" dedi. "Yok senin değildir, başındaki tâcındır" dedi.
Muhteşem bir tarihi belge, gerçekçiliği sayesinde okurken dönemin ruhu hissediliyor. Bazı bölümlerde ise kahkaha atmadan duramadım. Özellikle Paris aristokrasisi ve sosyetesinden hanımlar ile beraber yapılan iftarın anlatıldığı bölüm harikaydı. Daha önce Osmanlı tebaasından kimseyle tanışmayan meraklı Paris eşrafı Paşa'yı epey daraltmış :)
Eski Türkçe ile yazılan seyahatnamenin anlatacağımız dile yaklaştırılıp bizlere sunulması büyük bir kazanç bizler için. O dönemleri sadece savaşlarla değil, kültürle sosyal yaşamla anlamamız için büyük fırsat.
İlkin kitap ve dönem hakkında başka kaynaklardan edindiğim genel bilgileri sıralayıp sonrasında kendi düşüncelerimi ekleyeceğim...
"Yüzyılın sonlarında, ticari alanda Osmanlı toprakları üzerinde İngilizler giderek üstün konuma geçerler. Bu gelişme üzerine Fransızlar ilişkileri sıkılaştırma ve düzeltme çareleri ararlar ve yeniden İstanbul’a elçi gönderirler. Bu gönderilen elçiler önemli şahsiyetlerden seçilir. Fransız diplomatik desteği sonunda Osmanlı İmparatorluğu, bir süre Polonya tahtının hâmisi olur. Babıâli bunu karşılıksız bırakmaz ve 1720 yılında Paris’e fevkalade bir elçi (Yirmi Sekiz Çelebi Mehmed Efendi)’yi gönderir." (Kaynak: Paris’te İlk İkamet Elçiliğimiz Kuruluncaya Kadar (1797) Osmanlı - Fransız Diplomasi İlişkilerinin Genel Seyri, Nihat Karaer)
Fransa'daki görevine yola çıktığında 50 yaşında olduğu tahmin edilen Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi, (Osmanlıda yeniçeri bölüklerine "orta" adı veriliyor, Çelebi de Yeniçeri Ocağının 28nci ortasına mensup bulunduğundan bu mahlası alıyor), 7 Ekim 1720'de İstanbul'dan yola çıkıyor ve 46 gün sonra Toulon'a ulaşıyor. Sonrasında kanallar ve Garonne nehri üzerinden Paris'e varıyor ve burada görkemli bir şekilde karşılanıyor.
TDV İslam Ansiklopedisinde belirtilene göre, ."daha önce XIV. Louis nezdine gönderilen Müteferrika Süleyman Ağa’nın kabulünde protokol sorunları yüzünden epeyce sıkıntılar yaşandığından" ve hatta bu vaka, ...Moliere'in Bourgeois gentilhomme (Kibarlık Budalası) adlı komediye kralın isteği üzerine Türk elçisini küçük düşüren sahneler konmasına kadar uzandığından, mevcut durumda iyi giden Fransa-Osmanlı ilişkileri kapsamında Çelebinin layığınca güzel ve görkemli ağırlanmasına özen gösteriliyor.
(Moliere'in adı geçen eserine göz attığımda bulduğum metin ve çevirmenin notu şu şekilde:
BÉRALDE - Oh! Ha şöyle! Biraz canlandın da içim açıldı; demek ben sana şifa getirmişim! Neyse, dünya işlerinden biraz sonra konuşuruz. Ben şimdi yolda gelirken rasladım da, sana hoş bir eğlence getirdim: Hiç olmazsa biraz derdini unutursun da için açılır, biraz sonra ciddi şeylerden konuşurken başın dinç olur. Eğlence dediğim şey, Arap kılığında Mısırlı çalgıcılarla rakkaseler; ne olursa olsun, hoşnut kalacağından eminim. Mösyö Purgon'un reçetesinden daha iyi gelmezse, o zaman söyle! Haydi kalkalım. ----- (Fransızca metinde, bu perdeyle üçüncü perde arasında, yapıtın konusuyla hiçbir ilgisi olmayan bir bale vardır: Moliere XIV. Louis'yi eğlendirmek için bu baleyi araya sokuşturmuş ve Argan'ın kardeşi Béralde'a yukarki sözleri, işte o nedenle söyletmiştir; yapıt Türk sahnesinde oynanırken, ikinci perde bittiği sırada bu balenin yerine orkestra uygun bir "şark havası" çalmalıdır.)
Devam edelim.. Çelebi 21 Mart 1721'de Tuileries Sarayında kral tarafından kabul ediliyor ve III. Ahmed’in nâmesiyle İbrâhim Paşa’nın mektubunu ve getirdiği değerli hediyeleri henüz on iki yaşında olan krala sunuyor. Bu namenin içeriği özetle, Kral Louis’in elçi Marquis de Bonnac vasıtasıyla gönderdiği mektupta talep ettiği Kudüs’teki başta Kamame kilisesi olmak üzere tamire ihtiyaç duyulan kiliselerin Fransa tarafınca tamirine verilen izin/imtiyaz ve Mehmet Efendinin elçiliği. (Kaynak: Kudüs Ve Sakız Adasındaki Fransa’ya Tabi Rahiplere Sağlanan İmtiyazlara Dair Ferman Ve Nâme-İ Hümâyûnlar Üzerine Bir Değerlendirme (1716-1741), İlhami Danış)
Kendi değerlendirmelerime gelirsem...
Mehmed Efendi sefaretnamede, Fransa'nın toplumsal yaşayışı, mimari eserleri ve parkları bahçeleri, sanatsal hayatı ve etkinlikleri gibi konularda gözlemlerini aktarıyor.
Başka memleketlere giden Müslüman seyyahların/elçilerin çoğunun şaşkınlıkla karşılayıp kınadığı kadınların sosyal hayattaki aktif konumu bu sefaretnamede de mevcut.
Fransa memleketinde kadınların itibari erkeklere galib olduğundan istediklerini işlerler ve murat ettikleri yere giderler. En düşüklerine en yüksek beyzade haddinden ziyade riayet ve hürmet eder. (sayfa 18)
Ve sokaklarında halk ziyade çok görünür zira avratlar daima sokaklarda hane hane gezerler. Asla evlerinde oturmazlar. Ve erkekler ve kadınlar karışık olduğundan şehrin içi ziyade kalabalık görünür. Dükkanlarda oturup alışveriş edip pazarlık eden avratlardır.. (sayfa 61)
10.yüzyılda Arap elçisi İbni Fadlan'ın(İbn Fadlan Seyahatnamesi ve Ekleri) Türk kadınlarının sosyal hayattaki etkinliği karşısında yaşadığı şaşkınlığı, 800 yıl sonra Osmanlı elçisinin Fransa'da yaşaması Türk toplumunun dönüşümü hakkında fikir veriyor.
İkinci nokta, Mehmed Efendi Fransa'da muhteşem fıskiyeler parklar bahçeler görür. Bunları çok güzel de tasvir eder, üstelik suların ne tarz mühendislikle kullanıldığına dair çok net, detaylı açıklamalar yapar. Gelgelelim bu güzellikleri keyifle seyre dalıp, mühendisliğini açıkladıktan sonra yaptığı çıkarım bunları/benzerlerini İstanbul'da da yapabiliriz değil, "bu bahçeyi görünce "Dünya inananların zindanı, inanmayanların cennetidir" hadis-i şerifinin manası aşikar oldu" dur. (sf.54)
1720 yılında Osmanlı halen güçlüdür, tüm memleketlerden gelen elçiler arasında Fransa kralının yanı başına oturan Osmanlı elçisidir. Fransa halkı ve yöneticilerinde de çok bilmedikleri kültürden gelen bu insanlar hakkında olağanüstü bir merak vardır. Her fırsatta onları izlemek, onlarla vakit geçirmek isterler. Mehmed Efendi makamının gerektirdiği şekilde hem olabildiğince herkesin gönlünü eder hem de yeri geldiğinde kendisini ezdirmez, rest çeker. Kendisini ziyaret etmeyi reddeden Ministre d'etat a: "Eğer kendi büyüklüğünden gelmek istemezse Nemçe elçisine ve İngiliz ve Frenk elçilerine varıp bize gelmemek hiçbir şekilde olmaz. Madem ki onlara vardı bize de gelmeye mecburdur." der, Ministre de sonrasında tıpış tıpış gelir.
Operaya gider, gördüklerini çok güzel bir şekilde tasvir eder. Fransızların resim sanatında da ileri gittiklerini örnekleriyle açıklar ve bunun pragmatik olarak askeri amaçlarına nasıl hizmet edebileceğini yazar. Ancak, Kral adeti üzere diğer elçilere verdiği etrafı elmasla kaplı kendi suretini, Müslümanlarda suret caiz değildir diye Mehmed Efendiye vermez.
Mehmet Efendi, Fransa'da çok mühim bir rasathane ziyareti yapar. Üstelik bir kereyle yetinmez 2 kere ziyaret eder burayı. Burada ay ve güneş tutulmalarının ne zaman gerçekleşeceği hesaplanabilmektedir. Çok çeşitli ve gelişmiş aletlerle donanmıştır. Bunları takdir eden Mehmed Efendi, "Astroloji ilminden biraz haberdar olan bir adamın bu aletlerle kısa bir zamanda kamil bir üstad olması mümkündür" notunu düşer.(sf. 67) Rasathane müdürü Cassini, astronom babasının, 1400 lerde kaleme alınmış Uluğ Bey'in zicine (astronomi kitabına) getirdiği eleştirileri yazılı olarak Mehmed Efendiye verir. Bunlar İstanbul'a ulaşmış mıdır, ulaştığında kime teslim edilmiştir? Bilmiyorum. Ancak 1571 yılında Osmanlı Sarayı'na müneccimbaşı olarak atanan Takiyüddin'in, Padişah III. Murad'a, astronom Uluğ Bey'in Semerkant'da hazırlattığì "Zic-i İlhânî" adlı astronomi gözlem ve hesaplarının eskidiğini belirten raporunu sunmasından sonra kurulan rasathanesinin, 1580 yılında Şeyhülislam Kadızade'nin onaylayan fetvası ve padişah III. Murad'ın emriyle denizden topa tutularak yıkıldığını biliyoruz.
Daha eklenecek çok şey var ama yorum oldukça uzadı. Dünden bugüne, bugünden yarına çokça şeyi düşündürerek, zevkli bir okuma deneyimi sunuyor Fransa Sefâretnâmesi..
Son olarak otobüste okurken katıla katıla gülmemek için kendimi zor tuttuğum bir pasajla yorumu sonlandıracağım.. Çünkü sahne ve anlatım adeta bir Gibi bölümü gibiydi. Şebek gibi ortalarda gezdirilen 11 yaşındaki Fransa Kralı ve Yirmidokuz Yılmaz Efendiyi kafamda canlandırdıkça hala gülüyorum :) (3.sezon 10.bölümde benzer bir sahne de vardı aslında)
Kralı,.. divanhanede bulduk. Birkaç beyzade ile gezinirmiş. Lalasıyla birlikte bizi görünce tarafımıza teveccüh etti, buluştuk. Bol bol muhabbetli sohbetler ettik. Lala Mareşal Kralımız'ın güzellik ve cemaline ne dersiniz diye sual eyledi. "Maşaallah! Hak teala kötü nazardan saklasın" dedik. Henüz 11 yaşında, 4 aylıktır, boyu bosu münasip değil mi? Bilhassa saçları takma değildir. Bakın diye Kralı tutup arkasını çevirdi. Biz dahi o sümbül saçlara dokunduk, okşadık hakikat ki sırma teli gibi hemvar yekpare miyanından uzun idi. Sonra yürüyüşü dahi güzeldir şöyle bir yürüyünüz görsünler deyip Kral da diyanhane ortasına dek geyik gibi yürüyüp yine geri döndü ve dahi süratli hareket ile koştuğunuzu dahi g��rsünler deyip Kral dahi koşarak divanhane ortasına dek seğirtip yine döndü. Mareşal beğendiniz mi? diye sual eyledi biz dahi "Fetebarek'allahü ahsenü'l-halikin" diye cevap verdik.. Sonra divanhanede asılı olan acayip tasvirlerin seyrine başlayıp Kral ile birlikte gezip dolaştık. Bazılarını bu falandır diye kendi tarif ederdi. Oradan kendi odalarına getirip teker teker seyir ve temaşa ettirdi. Ve kendi yatağını ve hocadan ders okuduğu yerleri dahi gösterdikten sonra veda edip dışarı çıktık.. (Sf 43)
Evet, gerçekten yaşanmışsa efsane, Mehmed Efendi Moliere'den intikamımızı almak için uydurmuşsa daha da efsane olay.
Yirmisekizinci Mehmet Çelebi ve seyahatnamesinden TRT Elçiye Zeval Olmaz podcasti sayesinde haberdar oldum. dinlemeye doyamayınca da eserin bizzat kendisini okumak istedim.
seyahatnamelerin türkçeleştirmelerini, bunların mümkün mertebe öğretilip bilinmesini ben Evliya Çelebi okumalarımdan beri çok önemsiyorum. hele ki sosyolojik olarak bu denli önemli biʼ konumda olan, tarihimizi ve bugünümüzü etkileyen biʼ seyahatnameden bu vakte kadar haberdar olmayışım beni fazlasıyla üzdü.
Mehmet Çelebi, fransaya elçi olarak gidiyor ve buradaki seyahatini kaleme alıyor. gördüğü gelişmeleri geldiğinde aktardığında en başta kimse kendisine inanmıyor; ama bu vesileyle osmanlı matbaa ile tanışıyor ve Lale Devri sonrasında Tanzimat şeklinde yenilenme süreci başlıyor.
biʼ seyahatname diyoruz aslında ama işte nelere nelere sebep olmuş...
Sevket Rado'nun ozenl calismasi sayesinde bize ulasan kitabin basinda editor tarafindan yazilan bilgi notunu okumadan gecmeyin! diye baslayayim. Hazirlik surecinin gectigi asamalar ve Celebinin karakterine dair verilen bilgiler cok degerli.
28 Mehmet Celebi, oglu ve miyetinin padisah emri ile cikiklari Fransa seyahatinin icerigine ve doneme dair cok degerli bilgiler verilen kitapta Mehmet Celebi'nin gordukleri karsisindaki agirbasliligi ve olaylari aktarirken ki durustlugu okurunu mutlu hissettirecek cinsten. Fransizlarin kendine garip gelen bazi talepleri karsisindaki tavri ise takdire sayan. Aralara konan gorsellerle seyahat okurunun gozunde canlandirilabilecek sekilde tasvir edilmis.
Yine kitabin sonuna eklenmis olan seyahat sonrasi Mehmet Celebi'nin Fransa Seyahati sonrasi yasamiysa butunlugu saglamak acisindan cok iy dusunulmus.
Bu kitap bana nedense simdiki zaman Youtuberlarinin ev turu, oda turu icerikli videolarini hatirlatti 😀. Ben daha cok hayatla ilgili gozlemlerini anlatir diye beklerken gezdigi saraylari, mekanlari tasvir etmis elcimiz genellikle. Ama tatli bi kitap, iftar ve teravih zamanlarinda halkin baslarina ususmesinden epeyce bunalmislar, eglenerek okudum.
Öyle şirin bir kitap ki, sayfaları çevirirken sona bir adım daha yaklaştığınız için üzülüyorsunuz. Okurken bitmesini istemedim ama bir solukta okunan ufacık bir kitap...
Okuması kolay, keyifli güzel bir seyahatname. Şevket Rado’nun girişteki sunuş metni de atlanmadan okunmalı.
Kitabı şu COVID-19 döneminde okuduğum için ilk sayfalardan hemen yakalıyor beni. Çünkü heyetin Fransaya vardığı sırada başta Marsilya’da olmak üzere bir veba salgını var. Bu sebep Osmanlı heyeti batının salgınla mücadele yöntemlerine şahit oluyor ve kırantene (karantina) uygulamaları ile tanışıyorlar;
“Tulon şehri ise ol eyaletten olmağla kendülerine bulaşmaktan ziyade korkuları olduğundan gelen kimselere otuz kırk gün ve bazılarına daha ziyade geçmedikçe yanaşmazlar. Bu ayrı durma günlerine Nazarto’da kırantene tabir ederler.”
Bizde sistematik uygulamalar, karantina adaları vs. kurumsal olarak bir yüzyıl daha sonra başlayacak.
Sunuş metninde Rado’nun vurguladığı gibi Çelebi’nin Fransa’da karşılaştığı gösterişli eserler karşısında ağırbaşlılığını muhafaza eden, bunları yapılabilir şeyler olarak gören hali de beni etkiledi. Henüz öykünmeden, olduğu gibi, özgüvenli ve barışık olduğumuz vakitler. “Aşağılık duygusuna” kapılmadan demiş Şevket Rado. Şimdi iliklerimize işlemiş gibi geliyor bu durum. Oysa ki o kudret hala vardır bizde, damarlarımızdaki kanda diye inanmazsak muvaffak olamayacağız.
En çok Paris’e varana kadar karantina/yol hikayelerini, fransız toplumu ve kadınların rolü hakkındaki gözlemlerini, bir de ilk defa izledikleri opera karşısında hissettikleri bölümleri beğendim. Finalde kale, saray, bahçe gezilerine dair yazılanlarda ilgimi yitirdiğimi söylemeliyim.
Bu bir yıldız elbette Veinstein’e değil dünyanın en korkunç, en sakil, 28 Mehmet Çelebi’nin deyişiyle “bize ağırlık veren” çevirisini yapan kişiye. Bazı paragrafları okurken Salem usulü bir ateş yakıp kitabı içinde yakmak gibi fikirlere kapıldım. Aşı olmadan uçağa binmekten korkmasam Paris’e gider, Le Paradis des Infidèles’i orijinalinden okur, gözlerimi temizlerdim.
tahminimden daha keyifli bir okuma oldu. teravih cemaatine bakmaya gelen 200 kadın çok komik geldi, fransız mareşalin çocuk kralı tabir-i caizse dalgaya alması da cabası. Yirmisekiz mehmet çelebi'de nüktedanlık mı var raporlaması mı öyle bilemedim :)
Her Türk gencinin okuması gereken bir kitap. 40’ı aşkın Osmanlı sefaretnameleri içinde ilk olmamasına karşın en etkileyici olanı. Türkçeye geç çevrilmesi kaynaklı çok özümsenememesi bir yana, günümüz seyahatlerini ne kadar hayran olarak yaptığımızı yüzümüze vuruyor. Şahsına münhasır bir kişilik olan 28 Çelebi Mehmet’i anlamak için “giriş” niteliğinde, gün içinde başlanıp bitirebilecek kısa bir eser.
Yurt dışı gezilerinde, bizim içine sık düştüğümüz yanılgıya düşmeden, yalnızca gördüklerini ve gözlemediklerini hayran olmadan objektif bir şekilde anlatmayı başarmış bir insan. Matbaa’nın ülkemize geç de olsa getirilmesini sağlayacak kuşağın babasıdır kendisi.
Bir Osmanlı elçisine ve heyetine gösterdikleri özen dikkate değer. Fransızların teknik meseleler üzerine gelişmeleri de anlatılmış. Ancak bazı şeyler için “ne söylesek az kalır” denilerek adeta geçiştirilmesi de dikkat çekici. Okuduğum çeviriden kaynaklandığını düşünmek istiyorum.
Yirmisekiz Mehmet Çelebi'nin Paris elçiliğinden notlar barındırıyor. Genellikle mekan tasvirlerine yer verilmiş. Bilhassa saray tasvirleri büyük yer tutuyor. Şehir tasvirleri de bolca mevcut. Opera'dan bahsediyor fakat matbaa bahsi yok. Seyahatnamelerin ilki olması açısından önemli fakat sürükleyici değil. Dönemi için önemli bir kaynak ve teknik bir metin olduğunu hissettiriyor çünkü insanlara ve duygulara pek yer vermemiş. Sahuru beklerken çok kısa sürede okudum.
Osmanlı için de Batı için de inanılmaz bir deneyim. 1700’lü yılların Fransa’sını, Fransız Saray’ının ve halkının Osmanlı’dan gelen heyet olan reaksiyonlarını merak ediyorsanız okumak için bire bir ...
Osmanlı'da bir yere giden kimselerin orada görüp yaşadıklarını daha da önemlisi orada hoşlarına giden ya da iyi olduğunu düşündükleri şeyleri kendi ülkelerine getirmelerine çok sık rastlamayız. Mesela herhangi bir Osmanlı gazetecisinin, bakkalının, kasabının vb. günlük yaşamı hakkında maalesef bilgi sahibi değiliz. Bu konu diplomatlar için de geçerli. Düşünün ki, tarihimizde ilk defa günlük tutan Osmanlı Sadrazamı ancak 1913'te 4 ay kadar sadrazamlık yapan Mahmut Şevket Paşa'dır. Bu bakımdan kendisinden öncekiler de bulunmakla beraber 28 Mehmet Çelebi'nin anıları son derece değerli ve önemlidir. Çelebi sadece gördüklerine kalem almamış, Fransa'dan çok sayıda plan, çizim ve fikirle geri dönmüş, devrin Sultanı 3. Ahmed'in de bu konuda son derece açık fikirli olması ile birçok yeniliğin de hayata geçirilmesinde ön ayak olmuştur. Kitabın büyük bölümü Çelebi'nin seyahati boyunca gittiği yerlerde karşılanışı ile ilgilidir. Her kasaba ve şehirde o kadar ilgi ile karşılanır ki uzun uzun anlatmaya doyamaz adeta. Bu ziyaret yani görev aslında sürekli savaşçı kafa kesen barbar olarak anılan Türk ile Avrupalının savaş dışındaki ender karşılaşmalarındandır da. Bu bakımdan da yerel halk kendisine son derece büyük ilgi duyar. Çelebi seferatnamesinde uzun uzun Fransız saraylarını, özellikle de Versay'ı anlatır. Onu bu kadar etkileyen Saray ve parkları bahçeleri hayvanat bahçesi sarayın her türlü eklentisi adeta gözümüzün önüne gelir. İftar zamanı kendisini izlemek isteyen halk karşısında şaşkınlığını gizleyemez mesela. Bu satırları o günkü şartları da düşünerek okumak çok keyifli idi. Bu kitap bizle Avrupa'nın karşılaşması bakımından önemini İş Bankasının bu harika baskısı ile bir kez daha önümüze koyuyor. Gerek dönemden resimler gerek ön ve son sözler açıklayıcı bilgi vermesi açısından önemli. Şevket Rado'nun farklı dönemdeki yazmalar ve Çelebi'nin el yazıları ve notları ile dipnotlardan verdiği bilgiler de yerinde. Ayrıca dönemin dili korunup bilinmeyen kelimelerin de dipnotta verilmesi sağlıklı ve doğru bir tercih olmuş, Türkçe'nin güzelliği modernleşme ve sadeleşme adına heba edilmemiş.
Uzun süredir okumak istediğim bir kitaptı. Derste de işlemiştik ama o zaman okuyamamıştım, şimdi okuyabildim. Okuduğum ilk seyahatname (sefaretname) kitabıydı, bazen sıkıldığımı inkar edemesem de beğendim, resimlerle desteklenmesi de güzel olmuş. Tek sorun bazı eski kelimelerdi, sayfanın altında da Türkçe karşılığı yazmıyordu bu yüzden biraz yorucuydu ama onun dışında beğendim.
“Mehmet Çelebi, Avrupalıların sadece savaş alanlarındaki izlenimlerinden oluşan o zamanki Osmanlı imajının kültür, ilim, edebiyat, yaşama tarzı gibi eksik kalan taraflarının tamamlanmasında önemli rol oynamıştır.”
“Bir ahur(ahır) için bu kadar tekellüfe ne hacet var idi?” dedim. “Kasden öyle yapılmıştır. Françe Padişahının ahuru, Çasar’ın(Alman İmparatoru) sarayından mükelleftir, denmek için bu tekellüfe himmet sarfolunmuştur” dediler.
Okuması oldukça keyifli ve çok akıcı bir seyahatname idi. Osmanlı Türkçesi olmasına rağmen, Şevket Rado tarafından modern alfabeye çevrildiği için dili anlaşılır. Tüm tarih meraklılarına öneririm.
Bu arada Yirmisekiz Mehmet Çelebi'nin oğlu Said Efendi Paris'teki bu izlenimlerden yola çıkarak, ülkemizde 1727 yılında matbaanın kurulmasının önünü açmış.
"Fransa memleketlerinde kadınların itibarı erkeklerden üstün olmağla istedikleri ne ise, işlerler ve murad ettikleri yere giderler. En âlâ beyzade, en düşkününe haddinden ziyade riayet ve hürmet ederler; ol vilayetlerde hükümleri cârîdir." Sf 19
"Bu esnada Merşal gelüp âyan ve ekâbirden selâm getürup "Rica ve niyaz ideriz ki, hanımlarımız gelüp iftar eyledüğünüzü ve yemek yidüğünüzü seyretmek isterler. Eğer ki izniniz olursa cümlemizi sevindirirsiniz ve belki kralımız dahi hazzeder" dedi. Çaresiz kalup: "Elimizden ne gelür, hoş geldiler, safa geldiler" dedik. gitti."
"Burada üç büyük arslan var idi ve birinde iki kaplan var idi. Ve diğer hücrelerde ayılar, kurtlar, tilkiler, karakulluklar ve maymunlar ve şebekler ve nice görmediğimiz şekli garip, biçimi acaip hayvanlarla dolu idi." "Ve nice görmediğimiz kuşlar gördük ki hayran olduk."
This entire review has been hidden because of spoilers.
3.7/5 Bir zamanlar hayret verici sayılan şeyler ne kadar sıradanlaşmış diye bol bol şaşırdım. Aynalar, kilimler, teleskop, guguklu saat, fıskiyeler ve su kanalları... Mehmet Çelebi bütün bunları şaşkınlıkla anlatırken ben de bir zamanlar bütün bunların şaşılacak şeyler olması yüzünden şaşırdım. Okuması çok keyifli ve sık sık güldüğüm bir kitaptı. Benim 19 gün süren okuyamama deneyime bakılmaksızın tek okumada bitecek bir kitaptı.
Çelebi’ye gösterilen alaka, Fransa’nın o dönemki gelişmişlik düzeyi, 11 yaşındaki Kral’ın düştüğü durum, Çelebi’nin az da olsa esprili bir yanının olması, parklar fıskiyeler hayvanat bahçesi rasathane aynahane guguklu saat resim işlenen halılar, nehirdeki ilginç geçit sistemi, kadınların her yerde olması akılda kalan detaylar.
Çeviri aslını koruyarak yapılma gayretinde olduğundan biraz yorucu bir okuma ama içerik ve fotoğrafları beğendim Yirmisekiz Mehmet Çelebi’nin kaleminden Paris izlenimleri ve bale, opera gibi sanat dallarıyla ilk karşılaşmasında yaşadığı naif duyguların dışa vurumu ilginç. Ayrıca gördüğü köprü, kale, Saray ve bahçeleri nefis bir dille anlatmış.
Rahatsız edici derecede kibirli, eğitimsiz ve dışa kapalı bir toplumun büyük burnu ve son derece saf bir çocuksulukla dünyayı keşfi ile yüzleşmek için daha iyi bir başlangıç olamaz diye düşünüyorum. Bu geziye dek ne kadar kapalı olunduğu, neden kapalı olunduğu üzerine düşünmek için muazzam malzemeler veriyor. Enteresan bir deneyimdi.
Dönemin Osmanlısını anlamak açısından çok güzel bir eser. 20 sayfa fıskiye betimlemesinden sonra rasathane gezisine sadece 1 sayfa ayırmış olması ve onda da baktığı Ay'ın ortasından kesilmiş somun ekmeğe benzediğini yazması insanı üzüyor :) Avrupa'nın maalesef fersah fersah ileride olduğunu net bir şekilde görüyoruz.
Yil 1720 - Fransa memleketlerinde kadinlarin itibari erkeklerden ustun olmagla istedikleri ne ise, isler ve murad ettikleri yere giderler. En ala beyzade, en duskunune haddinden ziyade riayet ve hurmet ederler; ol vilayetlerde hukumleri caridir.
Keşke daha önce okusaydım dediğim enfes bir anı kitabı desem abartmış olmam. Hem dönemi iyi yansıtması hem de Mehmet Çelebi’nin nüktedan dili beni kitaba bağladı. Çok ilginç anektodlar içeren, iki imparatorluk arasındaki farkları gösteren o döneme ait nadide bir yazım örneği.
Okuması keyifli bir kitap. Padişaha sunulan bir raporda Fransa ile ilgili askeri, idari, diplomatik vb bilgilerin yer almaması tuhafıma gitti. Belki bu tür bilgiler ayrı sunulmuştur. İhtilalden 60 yıl öncesi dönem anlatıyor.