Cemil’in bütün gün evde ruhsal söküklerle uğraştığını da biliyordu Nazlı. Ev, iplik parçalarıyla, kırpıklarla dolu oluyordu, iki ucu bir araya getirilememiş hatıralarla ve partal fikirlerle. Yaşamak bu küçük evde de eksik kalıyordu; elli dört metrekare içinde Cemil’in yetişemediği, tamamlayamadığı şeyler vardı. Sessizlikler vardı. Hissettiği şeyi tam o anda kimseye söyleyememiş Cemil’in kuytuya köşeye bıraktığı sessizlikler, yutkunmalar ve toz.
Barış Bıçakçı 1966'da Adana'da doğdu. Hüseyin Kıyar ve Yavuz Sarıalioğlu ile birlikte, Ocak 1994 ve Ekim 1997 tarihlerinde iki şiir kitabı yayımladı. İlk romanı Herkes Herkesle Dostmuş Gibi (2000) yılında İletişim Yayınları tarafından yayımlandı. İletişim Yayınları'nca yayımlanan diğer kitapları: Herkes Herkesle Dostmuş Gibi (2000), Veciz Sözler (2002), Aramızdaki En Kısa Mesafe (2003), Bizim Büyük Çaresizliğimiz (2004), Baharda Yine Geliriz (2006), Bir Süre Yere Paralel Gittikten Sonra (2008), Sinek Isırıklarının Müellifi (2011), Seyrek Yağmur (2016).
"Yazarların çok sevdiği şu 'yazar olmayı başaramamış' öykü ve roman kahramanlarından söz ediyorum. Edebiyat tarihi bu tür kahramanlarla dolu. Neden tercih edildikleri açık değil mi? Yazarlar, sıradan roman kahramanlarının duyarlılığıyla erişemeyecekleri dip köşelerde bu yazar olamamış kahramanlar sayesinde pek rahat dolaşabiliyorlar. Ayrıca, yine söz konusu kahramanların yazmaya çalıştıkları ya da yazıp yayımlatamadıkları kitaplar icat ederek ve güya bu kitaplardan alıntılar yaparak söylemesi zor şeyleri, üstelik eleştiriden muaf kalma lüksüyle söyleyebiliyorlar. Hatta bazı yazarlar kalemi tamamen kahramanlarına teslim ediyor; kitabın sonuna geldiğinizde aslında roman kahramanının yayımlatamadığı kitabını okuduğunuzu anlayıveriyorsunuz!"
Cemil de Barış Bıçakçı değil mi zaten? Erken ölen babalar, sıkı fıkı arkadaşlıklar; Ankara, toplu konutlar, ezici bir hüzünle sevilen eşler, ve tabii ki kitaplar. Barış Bıçakçı'nın tüm kodları burada.
Aslında yapmak istemediğim bir şey yaptım ve kronolojisinin dışına çıktım Barış Bıçakçı'nın, yani okumadığım iki kitabı kaldı şu an; fakat yine de bu durum, söylemeye -yalnızca bu sebepten- çekindiğim şeyi söylememe engel olamıyor: Barış Bıçakçı'nın en iyi kitabı bu.
Tutunamayanlar kadar hacimli değil kesinlikle, ama Tutunamayanlar'ın liginde; yılların eskitemediği yaşlı orta saha oyuncusunun gözüne girmek isteyen çok yetenekli ve kendini bilen genç bir futbolcu gibi. Zaten okudukça da Oğuzcuğum Atay'ı duyumsamamak mümkün değil. Kendini, ne demek ve ne dememek istediğini gayet iyi biliyor, yeterince de çalışmış, üslubu tam, yani ayaklarına söz geçirebiliyor. Kaldı ki, kendimi böylesine bulduğum bir başka roman kahramanına da bir başka romanda rastlamamışken, naçizane, nasıl olur da objektif olabilirim içindeki satırlara?
Süp-per.
"Editör Hanım, 'Otuz beş yaşında mühendisliği bıraktı ve kendini edebiyata verdi.' cümlesinin biyografimde güzel duracağını düşündüğüm için işimden istifa ettim. Küçük burjuvaların kayda değer lükslerinden biri de kendi biyografilerini hayal edebilmeleri ve bazı şeyleri sırf biyografilerinde yer alsın diye yapabilmeleridir.
Editör Hanım, elbette biz küçük burjuvaların yalnızca tadını çıkardığımız lükslerimiz yok, bazı çilelerimiz de var: Hayatı ve insanları anlamak, her fırsatta ölüm üzerine düşünmek, küçük şeylerde ille de büyük ve asli şeylerin izlerini aramak, genelleme yapmak, zevklerimizi inceltmek ve suçluluk duymak gibi."
Bir de şu -ve daha birçok- cümlenin güzelliğine bakın!
"Zaten bu dünyada çoğunluğu, herkesin kendisine hayran olduğunu düşünenler ile kimsenin kendisini sevmediğini düşünenler oluşturur, geri kalanlar ise Vüs'at O. Bener okurudur."
"Yazarın romanı". Haksızlık etmek istemiyorum ama yıllar önce okusaydım inanılmaz etkileneceğim bir roman olacağından çok emin olmakla birlikte, keşke goodreads'te 3,5 yıldız da olsaydı diye düşündürdü.
Barış bıçakcı’nın okuduğum ilk ve (büyük olasılıkla) son kitabı.
Pozitif taraflarına bakacak olursak, Barış Bıçakcı’nın genel yazım tekniği çok iyi. Kısa ve öz cümleler, çok kısa bölümler, bir gecede rahatlıkla tamamını okuyabileceğiniz gerçekten de su gibi içilen bir kitap.
Peki neden sevmedim?
En önemli sebep, kurgu yok. Evet yanlış duymadınız yok. Kitabın başından sonuna kadar hiçbir şey olmuyor. Bir ara toplu konuttaki üst kat komşusunun banyosu akıtmıştı, en heyecanlı olay herhalde budur. Onun dışında Cemil’in geçmişte yaşadıkları ile ilgili düşündükleri, karısıyla ilgili düşünceleri, arkadaşları ile ilgili düşünceleri, toplu konutla ilgili düşünceleri, kitabıyla ilgili takıntıları, editörle olan hayali konuşmalarından ibaret bir kitap.
Bu saydığım ve beni hiçbir şekilde cezbetmeyen şeyler arasında gerçekten hoşuma giden tek şey editörle olan hayali diyaloglardı – ki bunları da samimi ve içten bulduğumdan olsa gerek - sıkılmadan okuyabildim.
Karakterlere bakacak olursak, Cemil resmen hayatı izliyor, hiçbir şey yapmayan bayık mı bayık bir karakter. Kendimden bir şey buldum mu? Evet buldum, çünkü olağan insanların hayatları bayıktır zaten. Ama roman okumamızın sebebi zaten bu olağanlıktan kurtulmak. Ana karakterin kendiyle konuşarak, günlük işlerle uğraşarak (arkadaşlarla buluş, üst komşunun akıtan suyuna bak, alt komşunun oğluyla sohbet et v.s.), pinekleyerek vakit öldürdüğü bir romandan nasıl bir zevk almamız bekleniyor anlamış değilim.
Yan karakterlere gelecek olursak; karısı, arkadaşları ve yazar özentisi komşu çocuğumuz var. Hiçbiri hakkında birkaç diyalogdan fazla bir şey bilmiyoruz. Nazlı hanım çılgın birimidir? Nazlı Hanım’ın idealleri nelerdir? Karısını aldatan arkadaşı iç dünyasında neler yaşamaktadır? Karısı şüphelenmekte midir?
Bu ve benzeri soruların cevaplarını arıyorsanız daha çok ararsınız. Elinizdeki tek şey, yazarın zırt pırt konuyu bölüp araya girerek kendi müthiş düşüncelerini size aktarmaya çalıştığı aforizmalar. Bu aforizma olayı en son 1940’larda bitmişti diye biliyorum, ama nedense yazarımız bilinçli bir şekilde kullanmakta ısrarlı.
Burada saygı duyduğum husus, yazarın bunu bilinçli bir şekilde yaparken aslında kendine güvenini ortaya koyması. Sevmediğim yanıysa, “okuyan okur ben bunu yazarım, okur eğilimleri, edebi trendler umurumda değil” ukalalığına kayması. Eh öyle olunca da ben de, “sen böyle yazarsan yaz, biz beğenmiyoruz kardeşim, okuyucuya ders vermek istiyorsan özlü sözler kitabı yaz” deme hakkını kendimde buluyorum.
Akıcılığı nedeniyle övgüyü hak eden, diğer her yönden ise hiç mi hiç beğenmediğim nadide eserlerden.
Bu zamana kadar üç Barış Bıçakçı kitabı okudum. Çevremde pek çok kişi Bıçakçı'yı çok sever ve ben de bunun nedenini pek anlamam. Okuduğum üç kitap boyunca bu insanlar neyi bu kadar seviyor diye arayıp durdum. Bunu sanırım ancak Sinek Isırıkların Müellifi'ni okurken anladım. :) Hikâye mi bana tanıdık geldi yoksa karakterler mi bilemiyorum; ama bu "tanıdıklık" hissi oldukça hoşuma gitti diyebilirim. Sanırım Bıçakçı'yı okumaya ve tanımaya devam etmeliyim. :)
Kitap benim için yeni bir Türk yazar denemesiydi. Hakan Akdoğan okumuştum, Varlık ve Piçlik. Bu kitap onun bir tık yukarısıydı bana göre. Dört yılım Ankara'da geçti, kitapta bahsedilen toplu konutlarda olmasa da. Yazarın Ankara'dan söz ediş şekli orayı özlemenize sebep olacak kadar şiirsel. Ama ben biliyorum ki, özleyip Ankara'ya gittiğinizde, size neden oradan ayrıldığınızı hemen hatırlatır. Yine boş konuştum.
Özet olarak, birbirini seven evli bir çift var kitapta. Ancak insani zayıflıklarının, eksikliklerinin farkındalar. Birbirlerini tanıyorlar ancak birlikte kalmaya devam ediyorlar. Hoşuma giden kısım buydu. Cemil bir mühendis. Ancak işinden istifa ediyor ve kitap yazmaya koyuluyor. Tüm kitap, yazmayı bitiren Cemil'in kitabı bir yayınevine götürmesi ve oradan gelen cevap arasındaki süreci anlatıyor. Üniversite yıllarını, anılarını ve şimdiye taşınamayan geçmişe duyulan özlemi dile getiriyor Cemil. Bu kadar. Bundan öte bir şey okumadım, bir kaç güzel cümle vardı elbette ama tekrar Barış Bıçakçı okumam için yeterli değil.
Kitabı okurken bana bir sır verilmiş gibi hissettiğim için ağladım. Önemli, büyük bir şey değildi belki ama bana verilmiş bir sırdı. Tekrar tekrar okuyacağıma eminim.
"Kitaplar bir bakıma başarılmış, tamamlanmış şeylerdir. Oysa hayat başarılamayan ve tamamlanmayan şeylerle doludur."
Çıktığı ilk gün aradım malum kitapçılarda, iki üç defa "Hakan Bıçakçı olmasın o?" karşılığını aldım ve susarak dışarı çıktım o kitapçılardan. Tamam, dürüst olayım içimden kibar küfürler ettim onlara ve bu küfürlerin arasında "Cahıllar!" yoktu.
Hakkında Bizim Büyük Çaresizliğimiz'de yaptığım gibi onlarca şey yazmak istiyordum kitabı okurken. Ama şu an ne yazacağım konusunda en ufak bir fikrim yok. Neresinden başlayacağımı, neyi nereye nasıl bağlayacağımı inanın şu satırları yazarken bile bilmiyorum. Şöyle başlayabilirdim aslında.
"Her zamanki gibi yalın ve vuruculuğu düşündükçe artan cümleleriyle güzel bir eser sunmuş bizlere Barış Bıçakçı." Aaa sanırım bunun üzerine, sevgili Anıl, çok kafa yormuşsun.
166 sayfalık görece kısa bir kitabı, hiç fark etmeden, 4-5 güne yayarak okuduğuma hala inanamıyorum doğrusu. Normalde sevdiğiniz veya merakla beklediğiniz bir kitabı okurken bilerek yavaş okursunuz, kitabın arka kapağını çevirmeyi geciktirirsiniz. Ancak bunu çoğunlukla bilerek yaparsınız. Kendi adıma bu kitapta durum değişti. Evet, merakla bekledim. Evet, son yıllarda okuduğum en iyi türk yazarlardan birinin yeni kitabıydı. Ama okuma hızımı bilerek ve isteyerek düşürmedim. Sanırım bu kitabın ne kadar iyi olduğunun sırrı burada yatıyor. Karakterlerin yerine kendimi koymak yerine, onların (ve Barış Bıçakçı'nın) dedikleri ve diyemedikleri, yaptıkları ve yapamadıkları üzerine düşündüm. Sözün özü kitabı okuma sürem, kitapta anlatılanlar üzerine düşünme süremden gani gani azdı.
Barış Bıçakçı'nın en sevdiğim yönü hayatta karşımıza çıkabilecek insanlardan öte kendimizi görebileceğimiz kitapları yazmasıdır. Kitaptan sevdiğim bir alıntıyla bu karman çorman yorumu burada noktalayayım en iyisi.
“Dünyamızda alışılmışın dışındaki her şeyin açıklanması gerekir ve bu hiç de masum bir gereklilik değildir. Açıklama yaparsınız, neden gösterirsiniz, makul gerekçeler sunarsınız, sonra bir de bakmışsınız tam da sizden açıklama bekleyenlerin dilini kullanıyorsunuz, kendi dilinizi değil. Birilerine açıklama borçluysanız borcunuzu daima kendi dilinizi harcayarak ödersiniz.”
Barış Bıçakçı’dan yine harika bir roman. Yalın, eşsiz cümleler, gerçekçi bir hayat, detaylar, güzel detaylar.
Bu kitapta kendimden çok şey buldum. Bu yüzden çok özel bir yere sahip oldu benim için. Cemil bir inşaat mühendisi ..benim gibi.. eşi Nazlı ise doktor.. benim eşim gibi.. ve hatta bir dönem üst kattan banyolarına su akıyor. Bizim ev gibi.. metal asma tavanın parçalarını aynı benim gibi söküp suyun kaynağını arıyor Cemil..
Çok sağlam bir karakter kurgusu mevcut kitapta. Cemil’in iç hesaplaşmaları, detaylara takılıp büyük resmi sürekli kaybetmesi, bunun da farkında olması. İyi kalpli biri ama bir miktar kaybolmuş hayatın içinde. İşten ayrılmış. Kendisini 35 yaşında emekli etmiş. Neden? Bunun cevabını çok defa vermeye çalışıyor kitap ama arayış içinde olan biri olması hayattan kendisini çeken Cemil için yeterli motivasyon mu bilmiyorum..
Aslında hayattan tamamen çekilmiyor. Sadece daha münzevi bir yaşam istiyor. Yoksa yine pazara da gidiyor, yemek, temizlik de yapıyor. Halı saha maçlarına katılıyor. Hatta edebiyata çok d��şkün. Bir de kitap yazıyor. Bu kitabın akıbetini öğrenmek için de editör hanım la ara ara içinden konuşuyor.
Kitaptaki edebiyat, müzik, sinema, tiyatro göndermeleri de hoş ve yerinde. Çok sıcak bir hava katıyor hikayeye.
Hala okumadıysanız eğer Barış Bıçakçı’yı, bu kitaptan da başlayabilirsiniz. Diğer kitaplarını da merak edeceksiniz bitirdiğinizde.
Su gibi bir içimde okunan bir kitap. Barış Bıçakçı'nın okuduğum 2. kitabı. Bunda da aforizmaların yoğunluğu dikkat çekiciydi ama konu ile alakalı olarak asıl vurucu olan nokta kendisine bu konuda bir satır arası eleştirisi getirmesiydi. Yine aforizmalarla ilgi bir aforizmaya da burada dikkat çekmemek olmaz diye düşünüyorum. "Aforizma modern insanın kullandığı bir ağrı kesicidir. Hiç olmanın ağrısını dindirir. Sonra ağrı yine başlar." Diyor Barış Bıçakçı. Bir nevi eserini aforizmalarla süslemesinin okuyucuya sessizce söylediği gizli sebebi sanki.
Eserin konusu Ankara'yı yakından tanıyanların bilmemesinin imkansız olduğu "Eryaman" toplu konutlarında yaşayan Cemil'in hikayesi. Eserde hafif sosyal eleştirilere rastlamak mümkün ama üzerine konuşulacak ağırlıkta değinilmediği bariz. Bunun yanında bölümler bir geçmişten, bir şimdiki zamandan derken kafa karıştırıcı bir görüntü sunsada okura, aslında kitabı bütünüyle algılamaya başladığınız zaman anlatım sırası da mükemmeleşiyor insanın gözünde.
Kitapta Cemil karakteri bir söz anımsıyor. "Kırk yaşımızda, yüreğimize yirmimizde sıktığımız bir kurşunla ölüyoruz" diyen Rene Char'ın bir sözü bu. Buradan sonra daha bir anlam kazanıyor herşey zaten. Bir durum hikayesi olmasına rağmen akıcılığını işlediği konunun gerçekliğine ve yalın anlatımına bağlıyorum ben yazarın.
Gençliği ve gençliğin getirdiği herşeyi tutkuyla yapma, aşık olma, kişini etrafındaki olaylara karşı algısının açıklığının zirvede olduğu bir döneme özlem söz konusu. Üstelik bu sadece Cemil'in bireysel bir sorunu değil bir kuşağın sorunu. Cemil'in eşi Nazlı ve arkadaşları ile sohbetlerinden çok net anlaşılabilir bu.
Bir olayla sonuca bağlanmayı beklemeden bitirilen tüm değerli durum hikayeleri gibi Sinek Isırıklarının Müellifi'de okurda heyecandan çok hüzne, meraktan çok tanıdıklığa sebep oluyor. Kendisini sevmemek mümkün değil bu yüzden benim nazarımda. Ankara'da Barış Bıçakçı'nın kelimeleri ile dolaşmak yıllar sonrasına sarkabilecek bir güzellik oluşturuyor.
"Ben doğru dürüst konuşamadığım, konuşmaktan tat almadığım birine aşık olamam. Konuşmak için de ortak bir dil, ortak bir duyarlılık gerekir değil mi? Ortak dili bulmanın zorluğundan söz ediyorum. Kibir değil bu!"
"Kitaplar bir bakıma başarılmış, tamamlanmış şeylerdir. Oysa hayat başarılamayan ve tamamlanamayan şeylerle doludur."
"Kendi acılarımıza ve başkalarının acılarına hiçbir yeni biçim arayışına girmeden tanık olmamız ve sessizce katlanmamız bekleniyor. Günümüzün dünyası Beckmann'ın dünyasından daha tekin bir yer değil. Her şey kendini ölçüsüzce çoğaltarak var olmaya çalışıyor: insanlar, silahlar ve para."
''Karman çorman hissedişin tane tane çözüleceğini, yeniden, bu kez mükemmel bir düzen içinde bir araya geleceğini ve hayatın bir anlama kavuşacağını hayal etmek: yazmak.''
jale parla’nın künstlerroman tekniğiyle yazılmış türk romanlarını incelediği kitabının yayımlanmasının hemen akabinde yayımlandı bıçakçı’nın kitabı. bıçakçı da baş kişisi yazar olan bir roman yazmış bu sefer. kitap biraz daha erken yayımlansaydı jale parla dikkate değer bulur, üzerine bir makale yazardı muhtemelen zira bıçakçı’nın romanı “sinek ısırıklarının müellifi”, bir künstlerroman olmasının yanı sıra, sezdirmeden ilerleyen bir roman poetikası da vermeye çalışılıyor romanın başkişisi aracılığıyla. örneğin şöyle diyor “ gözlemlerini, fark ettiğin ayrıntıları, hiçbir şeyin farkında değişmişsin gibi yazmak. artık zamanı geldi.” ya da, yazarın önceki kitaplarından veciz sözler’i kastettiğini düşünebileceğimiz şu sözleri, editörün ağzından biraz da eleştirel bir tonda söyletiyor : “edebiyat ne yazık ki kolayca dolaşıma girecek cümlelere dönüşüyor. insanlar birbirlerine yazacakları, söyleyecekleri ifadeler peşindeler. has okuyucuyu da aşındıran bir şey bu.” roman teması ve geçtiği mekanla da ilgi çekici görünüyor: esasen mühendis olan cemil, modern dünyaya başkaldırı niteliğinde bir hareketle, işini bırakır, 1+1 toki evlerinden birine taşınır eşiyle ve roman yazmaya başlar. kitap, yazarın romanını yayımcıya göndermesi ve bekleme sürecinde geçer. cemil bütün gün evde yayımcıdan haber bekler ve zihninde onunla konuşur. tüm bu özellikleriyle “sinek ısırıklarının müellifi”, dikkate değer bir roman.
Ankara'da toplu konutlarda (Ankara'yı hiç bilmiyorum) doktor olan eşi ile yaşayan 45 yaşındaki bir adamın hikâyesi. Yine kısa cümleler çok güzel kullanılmış. Hayatta bildiğimiz ama dikkat etmediğimiz basit şeyler yine çok basit anlatılabilmiş. Bir de konu enteresan geldi bana. Adamın eşi çalışıyor ve adam dokuz senedir evde duruyor, alıştığımızın tam tersi bir olayın sorgulanması hoşuma gitti.
Okurken ben de evde çalışmadan yaşamanın nasıl bir his olduğunu düşündüm, belki evde bir iki ay kalmak iyi olabilir ama dokuz sene çok sıkıntılı olur gibi geldi.
Kitaba ilk başladığımda ana karakterden ve ilk baştaki olaydan çok daha fazla şey beklemiştim ancak sonlanması ile konunun ortalarda kaldığını düşünüyorum.
Bu kitabı okurken uzun zamandır edebi yönü güçlü kitaplar okumadığımı fark ettim. Edebiyat konusunda teknik bilgim pek yok ama Barış Bıçakçı'nın kaleminin çok güçlü olduğuna inanıyorum. O sıra bu tarz kitaplara yabancı da olsanız ana karakter size uzak da olsa Barış Bıçakçı, kitaplarının kısa bölümleriyle, sade cümleleriyle sizi alıp o karakterin yanına koyuyor.
Cemil karakteri yazarların anlatmayı çok sevdiği o klişe yazar olmak isteyen, edebiyat sevdalısı adam tiplemesi. Ama o yönüne odaklanmazsak değişik bir adam. Eşiyle, arkadaşlarıyla ve tabii kendi dünyasıyla ilişkisi benim ilgimi çekti. Yazarın bir ileriye bir geriye gittiği zaman dilimlerinde anlamaya çalıştım Cemil'i. Tabii ki her yönünü tanıyamıyoruz ama yine de yer yer yakınlık kurabildim. Bir de edebi yön iç dünya filan dedikten sonra biraz garip olacak belki ama Cemil'in hayatındaki halı saha detayları da benim için oldukça güzeldi :) Keşke toplu konut diye bahsedilen yerleşkeye de tanışık olsaydım. İlginç şekilde toplu konut gerek yapılışıyla, gerek yaşantısıyla kitapta önemli bir yer edinmiş. Bu bakımdan, ilk baskıda kapakta toplu konut benzeri binalar olması da şaşırtıcı değil.
Hafif melankolik bir havası bulunan ama kolay okunan bu kitabı Barış Bıçakçı sevenlere ve merak edenlere tavsiye ederim.
"her seyin birbirinin icine bu kadar gecmesi, bu karmasa, bu hareket, gecmisin ve gelecegin karisip karisip ayrilmasi, anlarin etrafa savrulmasi ve zihnin durmamasi durmamasi hic durmamasi, anliyorum..."
Birçok kereler daha okuyacağımı biliyorum. Ölümlü hayatı, modern insanın sıradanlığını edebiyatın ve sanatın ışığıyla kavrayışını, arayışlarını, gösterişsiz ama vahşi dilini çok sevdim.
"Havayı güneşli görünce örgüsünü, şişlerini naylon bir torbaya koyup dışarı fırlayan yalnız ve yaşlı bir kadın gibiydi: Yaşadığı her şeyi anlatmayı seviyordu." "Bak, çölü geçmek önemli ama görüyorum ki çölü kendin olarak geçmişsin. Yazar olmak istiyorsan çölü başkası olarak geçmen gerek. Anladın mı? Kadın olarak geç mesela. Ağaç olarak geç, köpek olarak geç." "Bizim Büyük Çaresizliğimiz" kadar etkilemese de yazarı biraz daha tanımamı sağladı.
Evet, Cemil Bey'i tanırdım. Aslında pek iyi tanıdığımı söyleyemem. 17xxx. adada kalıyordum o sıralar (binlerce kilometre öteden gelecek cevap için bekliyordum). Kendisiyle aidatı yatırmak için gittiğim site merkezindeki yönetim odasında tanıştım. Her yeni geleni araştırıp soruşturan meraklı emeklilerin yaptığı gibi bir sorguya çekildim ilk önce. O da karşı blokta oturuyormuş. Gerçi sonra da pek rastlaşmadı yolumuz. Birkaç defa beraber büfeden içki satın alırken selamlaştık uzaktan. 541'de görmüştüm bir kere. Bir de, bloklarımızı ayıran parkta kedileri beslerken tesadüf etmiştim balkondan.
O Ağustos, Sakarya'nın girişindeki o salaş, ucuz terasta içiyordum. Görünce gelmiş, masasına konuk etti arkadaşlarıyla. Ben onu halen, Sözcü okuyup solcu geçinen, memleketi kurtaran emekli tiplerden sanıyordum -gerçi yaşı da pek fazla göstermiyordu. O da beni sanırım burnu havada, çokbilmiş züppelerden sanıyordu. Neyse, laf lafı açtı; roman yazdığından söz etti, ilerleyen saatlerde metni okumamı bile teklif etti. Bilemiyorum, laf aralarında kendine birkaç beden büyük gelen isimlerden bahsediyor, Heidegger filan diyordu -çok muhtemel ki ikinci ellerden okumuş. Sorsan bir çırpıda ismini yazabileceğinden bile kuşkuluyum. Yani, ne bileyim hem Heidegger hem ölüm oruçları hem de Sakarya'da yıllardır Aydınlık satan adamla selamlaşmalar filan.
Sonunda, o geceki teklif somuta dönüşmedi. Hatta bir daha yüzünü dahi göremedim. Birkaç ay sonra o siktiğimin toplu konutundan binlerce kilometre öteye uçtum. Nasıl yazmıştı kim bilir? Bence en fazla Cumhuriyet bilmemne yayınlarından çıkabilecek bir şey olurdu diye düşünüyorum. Nasıl desem, Eryaman nere Heidegger nere!
"Cemil için güzelliğin şaşmaz ölçütü bu olmuştu: Hemen eve dönme isteği uyandıran şey güzeldi."
Baris Bicakci’nin okumadigim son romani da bitti. Bitmesin diye yavas yavas okudum, ama sonu geldi. Baharda Yine Geliriz’in kapagindaki caddede gezdigim gibi, Bizim Buyuk Caresizligimiz’i Ankara’dan donerken okudugum gibi, bu kitap buram buram Ankara kokuyordu. Isterdim ki Izmir Metro ve Banliyolerinde okumak yerine, Ankaray’la Kizilay’a giderken okuyayim. Dost kitabevinden kitabi alip Kizilay’da baslarim.
Romanda olay kurgusu, heyecan, tek solukta biten macera arayanlar bu kitabi begenmeyecektir. Benim icinse, bicilmis kaftan. Hayatimizin tekrarini dinleyecek olsak nasil sikilacagimizi, aslinda ufacik anlarin toplandiginda kaset doldurmayacagini fark ediyorum. Bu kucumseme degil, sadece sanildigi gibi bir buyuklenme yasamanin daha buyuk hayal kirikligi yaratacagini dile getirme.
Biraz Selim ve Gunseli’yi animsatti bana Cemil ile Nazli. Stendhal Sendromu icinde pek bir duyarli Cemil.
"Sahip olduğum şeyleri küçümseyen, yaşadığım anı küçümseyen, bana durmadan daha yaşanacak çok şey olduğunu söyleyen hayat ile başka nasıl türlü baş ederim?Ya böyle kendi kendini hayallerle avutan biri olacağım ya da gördüğüm her şeye saldıracağım. İnsan olmak ne zor şey!" • Ana karakterimiz Cemil, uzun yıllar inşaat mühendisliği yaptıktan sonra işini bırakıyor ve kendi deyimiyle, kendini edebiyata veriyor. Kitap da zaten Cemil'in yazdığı kitabı yayınevine götürmesiyle başlıyor ve yayımlanması için haber beklediği süreci anlatıyor. Aslında yalnızca bu süreç yok. Bu süreçle birlikte Cemil'i, eşi Nazlı'yla , arkadaşları Metin ve İlhan'la ilişkilerini, geçmişlerini okuyarak tanıyoruz. Kitapta sevdiğim kısımlar elbette var ama ben kitabı çok uzun bir süreye yaymak zorunda kaldığım için başlarında duyduğum heyecanı, o beğeniyi sonlarına doğru kaybettim ne yazık ki. Bu kadar ara vermeden okuyabilseydim bundan daha iyi olacağını düşünüyorum.
"Şu dünyadaki en yüksek mertebe olan okurluk mertebesi size yetmemeye başlar. İnsan olmak size yetmemeye başlar. Dünya olmak istersiniz."
İşte Cemil kardeş böyle düşünüyordu. Kitaplarla yaşayan biri olarak O da bir kitap yazdı kendince... Peki o kitabı basılabilecek miydi? Peki ya Nazlı? Buram buram kitap kokan bir hikaye. Kitapseverler bu hikayeyi eminim içselleştirerek okuyacaktır.
Barış Bıcakçı kesinlikle beğenerek takip ettiğim bir kalem. İlk "Bizim Büyük Çaresizliğimiz " ile başladım okumalarıma. Sonrası da çorap söküğü gibi geldi. Kaleminde en sevdiğim yanlar: 1- Hikayelerin hep Ankara sokaklarında geçmesi, buram buram Ankara kokması satırların... 2- Anlatım dilinin çok samimi olması, sıradan ,günlük anların bile unutulmayacak şekilde aktarılması. 3-Hikayelerinde geçen ,ağzı sulandıran yemek tarifli satırları. 4-Karakterleri içselleştirmesi. 5-Kendini beğendirmek için söz oyunları yapmak yerine, insanın iç dünyasını en saf hali ile sunması.
Yazarın okuduğum ikinci kitabı. Bundan önce, Bizim Büyük Çaresizliğimiz'i okumuştum. Bu yüzden tarzına ve kitabın olabileceğine tanıdıktım.
Evet kitapta hiç bir şey olmuyor özünde. Cemil atalet içinde bir hayatla kitabın bir yerinde yaptığı çilek reçeli gibi kendi kendine ağır ağır kaynıyor. Yazarın günlük hayatın ayrıntısına karşı duyarlılığı yüksek. Hepimizin milyon kere yaşayıp da söze dökmediği noktalara vuruyor. Kısa bir romana göre biraz fazla vuruyor gibi geldi. Ayrıntılar, ayrıntı kaldığını bilmezse biraz alçak gönüllülükten uzaklaşıyor gibi. Bu da bir kitap için bana göre itici bir özellik. Diğer taraftan şehir insanı ile ilgili derinlemesine tasvirler var. Aşkları, zamanı, geçmişi algılayışıyla ilgili... Bunlar cidden sıra dışı tanımlamalar ve tasvirler. Bu anlamda çok beğendiğim bir kitap oldu.
Barış Bıçakçı toplu konutlara sıkıştırılmış "modern insanı" çok güzel yansıtmış. Özellikle etkilendiğim bir kaç bölüm var ki biri bu konutların mekanik detayına girerek o yapıların ruhsuzluğunu çok güzel anlatmış. Bir de 47. bölüm var ki insanların kendi gibi olmayanlara karşı nasıl vahşileştiğini şahane yansıtmış. Barış Bıçakçı'nın bir diğer sevdiğim yanı karakterlerin kitaplarla olan ilişkileri ve kendi okuduğu kitaplara atıfta bulunması ve benim bu kitapları not alıp edinecek olmam :)
Yazısı temiz, akıcı. Audio book olarak dinlediğim için kulağa ayrıca hoş gelecek şekilde net ve anlaşılır. Ama sıkıcı düşüncelerden ibaret; hareket, hareketlilik, karakter derinliği veya okuyucuyu cezbedecek, hatırlanacak bir kurgusu yok. Hatta kurgu hiç yok sanki. Olağanlık, hayatın bazen anlamsızlaştığı bir düzen veya düşünceler de daha derin hisler uyandıracak bir şekilde anlatılabilir, anlatılabilmeli.
Sonu hariç beni oldukça tatmin eden bir Barış Bıçakçı kitabı oldu. Belki de bu dönem biraz daha net sonlar istiyorumdur, bilemiyorum. Kitap su gibi aktı gitti, karakterimizin hayatına dokunan kitaplar, müzikler kitabı bitirdiğimde benim de incelemem gerek dediğim şeyler oldu. Teşekkür ederim, eksik yönlerimi bulmama yardım ettiğin için Cemil.
Bu kitap ile ilgili en sevdiğim şey, birden fazla evin banyo zemininin sızdırması oldu. İlaveten, Ankara tecrübelerime dokunan bir kaç hoş detay daha vardı. Fakat bunların dışında, bu kitabı pek anladığımı ve sevdiğimi söyleyemeyeceğim. Biraz zorlandım okurken.