What do you think?
Rate this book


182 pages, Paperback
First published January 1, 1987
“Babam her şeyimize karışıyor. Anneme bile zaman zaman kızıyor. “Geç kalma” diyor, “Nereye gidiyorsun, kaçta geleceksin, kaç lira harcadın, kaça aldın” diye sorup duruyor. Annem bazen ağlıyor sanırım babamdan korkuyor ve o bir gün bile babama “Nereye gidiyorsun, kaçta geleceksin, kaç lira harcadın” diye sormuyor. Babamın çok parası var, annemin yok, bizim de yok, hepimize babam para veriyor. Sanırım parayı o verdiği için her şeye karışıyor, para çok önemli.(11)”
“Anne, benim memem olmayacak mı?”
“Olacak evladım, artık büyüdün, yakında senin de memen olacak.”
“Neden benim de memem olacak? Memeler ne işe yarıyor?”
“Çocuğun olunca sütü memenden içecek, büyüyecek.”
“Neden babaların memesinden süt içilmiyor?”
“Çünkü bu iş annelerin görevi.”
“Neden babaların görevi değil? Onların görevi nedir?”
“Onların görevi çocuklarını... en iyi biçimde yetiştirmek. Onlar para kazanırlar, eve getirirler, çocuklarını en iyi biçimde giydirir, okutur, büyütürler.”
“Memeleri yok diye mi bunları yaparlar?”
“Yok canım. Onların görevi çalışıp, para kazanmak.”
“Siz niye çalışıp para kazanmıyorsunuz? Memeniz var diye mi? Süt veriyorsunuz diye mi?”
“Olur mu kızım. Biz de istesek çalışırız ama vakit yok ki; o zaman sizi kim büyütecek?” (12)
“Babam “Hoop” dedi. “Nereye giriyorsunuz, ne gereği var, yarın evlenip gideceksiniz, boşu boşuna beni ne uğraştıracaksınız?” “Baba sen uğraşmayacaksın ki, biz sınavlara gireceğiz. Hem biz evlenmek değil çalışmak istiyoruz...”
“Ne çalışması, bunu bir daha ağzınızdan duymayayım, benim olduğum evde kimse çalışamaz, sizi çalıştıracak herifin de alnını karışlarım. Hadi kardeşin neyse ama, sen bu tembellikle nah kazanırsın sınavları.” (48)
“Artık büyüdük ya, onunla daha rahat konuşabiliyoruz. Şaka olsun diye, “Baba ben Londra’ya gitsem, şu İngilizcemi ilerletsem” dedim. Şaka ya.... Kıkır kıkır güldü.
“Ah, bir oğlum olsaydı, ona neler neler yapardım, Londra’ya da yollardım, Paris’e de... İşimi de ona bırakırdım...”
Yüreğim burkuldu, sarsıldı, sanki koptu.”
“E, ne olabilirdi, içki içenlerin yemeği uzun sürer, istersen tiyatrocu gibi her akşam içelim” diyor... Artık ilk günlerdeki gibi, “Eline sağlık, nefis olmuş” filan gibi şeyler de söylemiyor. Tabiî neden söylesin ki, hep güzel oluyor işte, alıştı artık.
Bu benim işim.” (68)
“Ne yapmam gerek hiç bilmiyorum, kürtaj olmaktan çok korkuyorum. Ü�� kapılı gardrobu beş kez yerinden kaldırdım... Bayağı kaldırdım işte. Belim çıkıyor sandım, bekledim hiçbir şey olmadı.
Sonra içime parça sabunlar attım, nasıl canım yandı, nasıl acıdı. Sabunları çıkarıncaya kadar deli gibi oldum acıdan...
Sonra külot lastiği soktum, şiş sokmalı derlerdi ama doğrusu o kadar cahil değilim ben... Üç gün uğraştım, hiç, hiçbir şey olmadı...
...
Sonra peş peşe iğneler oldum... Hiçbir şey olmadı...
Sonra doktora gittim. Yolda anneme yaptıklarımı anlattım... Şaşkına döndü. “Kızım sen, sen bu kadar okudun, köylü karıları gibi bunları nasıl yaparsın?” Zaten sinirlerim bozuk, “Öğrettin mi anne?” diye bağırdım. “Tek bir şey, gebelikten korunmayı bile öğrettin mi? Evde cin diyemezdik, cinselliği anımsatır diye... Yasakladınız da yapmadık mı sanki... Babam evdeyken arka balkondan eve sevgililerimizi almadık mı? Gece dışarı göndermediniz de gündüz sevişmedik mi sanki. Kız arkadaşlarımızın kapısına bıraktınız, kapısından aldınız, kaçıp kaçıp da flörtlerimizle buluşmadık mı sanki... Öğretmediniz de ne oldu, ha, ne oldu? Kardeşimle ben mutluluktan göklerde mi uçuyoruz şimdi... Çektiğimiz her tür acının içinde sizin de payınız var... Gözyaşlarımızın her damlası sizin yüzünüzden akıyor... (70)”
“ Hani bitiremezdim, hani oğlun olsaydı neler neler verirdin... İşte diplomam işte işte... Al, al da bak... İki ayakkabı, üç kemik etle çocuk mu büyütülür sanıyorsun, en basit şeyleri bile ne büyük savaşla aldık senden... Her şeyle, ama her şeyle savaştık, zorla, söke söke, bir mutlu gençlik yaşatmadın bize... Üniversiteye bile suçmuş gibi gittik... Sanki lütfettin... Al işte al da bak, hadi alnımı karışla karışla...” (82)
“(Eğlen ha.... Olmadı çıkarsın ha... Biraz tembel ve biraz lapacıyım ha... Babam kılıflı herif... Gömleklerin ütülü, çorapların mis gibi dolaplarında... Her akşam üç çeşit yemek... Bir, eline sağlık yok... Lapacıyım ha... Yok masada toz varmış, yok lavabo üç gündür temizlenmiyormuş... Sen hiç utanmıyor musun leş gibi çoraplarını toplansın diye yerlere saçmaya...
“Görürsün” dedim... Kalktım sofradan..”
“Ben bu sözcüğü bir erkeğe daha söylemiştim...
Aynı ses tonu, aynı vurgulama kulaklarımda çınladı:
“Görürsün baba, görürsün...”(83, 84)
“Peki Zerrin, o nasıl kaç kişinin şefi olmuş?”
“Sen de pek safsın be, kaç ay oldu buraya geleli, Zerrin’e bir dikkat et bakalım, Faruk Bey’in odasına kaç kez girip çıkıyor. Faruk Bey olmasa, o daha...”
“Çok ayıp, Teoman, çok ayıp, yani kadınlar ancak müdürlerin bilmem nesi olurlarsa mı ilerlerler? Üstelik Faruk Bey buranın ortaklarından biri ve evli.”
“Sen bu kadar saf bir şey değildin kız, ne oldu sana? Buraya kadın alınırsa ya güzel oldukları için alınır ya da müdürün bilmem nesi olduğu için. Bunu şu küçük kafana sok.”
“Bu söylediklerin senin düşüncelerin mi, herkesin mi?”
“Hepimizin, herkesin. Sen aldığın paraya şükret, kadınlar burada ilerleyemezler, sadece gözümüzü gönlümüzü açarlar.”
“Öyle mi Teoman, öyle mi, gözünüzü gönlünüzü mü açarız, görürsün, görürsün.” Yüksek sesle söylüyorum bunları bu kez. (109)
Müdür olunca da aynı muhabbetler..
Sanırım “Görürsün” dediğim üçüncü erkek bu.”
“Ertesi gün ve daha ertesi gün aynı sahne yinelendi... Beynimdeki ışıkla mutlu geziyorum... Baktım ertesi gün, eli kolu paketlerle gelmiş... “Hadi şunları pişir” dedi. (Bana bak, bana emredip durma, ben senin cariyen değilim, senin kadar çalışıyorum, sana yakın para kazanıyorum, senin kadar eğitimliyim, sen kendini ne sanıyorsun da beni kendine hizmet ettirip duruyorsun... Senin benden ne üstünlüğün var ha ne üstünlüğün... Kopasıca şeyin mi üstünlüğün?)” (93)
“Kim koydu beynimdeki ışığı oraya... Neredeymiş o ışık şimdiye dek...” (93)
“Şişmanlıyayım, şişman kalayım, işten kalayım, işten ayrılayım, hep çocuğa bakayım, onun hastalıkları, onun eğitimi,...”(112).
“Artık ağlıyorum... Odama... odamıza kapandım, ağlıyorum... Sen bir simge değilsin, sen bir savaş sembolü değilsin... Evlilik bir kurallar abidesi ve sen de evlisin. Ne için savaşıyorsun? Hangi kuralı yıkabilirsin? Önce içinde yaşadığın kuralları yık, sonra özgürlük savaşı ver... Nereye gidebilirmişim? Beni koruma altına almaya çalışıyor, kadın olduğum için, kadın olarak doğduğum için, sanki bir zavallıyım ben ve bana birçok şey bağışlanıyor... göz yumuluyor, hoş görülüyor... Ya da suçlanıyorum, hoş görülmüyorum, bağışlanmıyorum. Ya hoşgörüp bağışlayacaklar, ya da aşağılayıp suçlayacaklar... Kadın olduğum için, yalnızca kadın olduğum için. Yoksa benim yaşadıklarımı Gürkan yaşasaydı ne şu benim çektiklerimi çekecekti ne çevre ona bu kadar karışacaktı... Özgürce ikili, üçlü, beşli yaşamını sürdürecekti... Ben kadın olduğum için, şu sırada, bağışlayıcı birisiyle birlikte olduğum için, bana bir şeyler bağışlanıyor.. Hoş görülüyorum... Bana acıyorlar... Nereye gidebilirmişim?” (120)
“Herhalde.”
“Herhalde demeyin, sizi götüreceğim evlerin sahipleri mazbut kadın isterler, hiç olmazsa nişanlı olmanız gerek, eğer evlenecekseniz...”
“Evleneceğim tabiî, neden olmasın.” (129)
“Kendi kendimeyim. İstersem uyurum, istersem yatağımda okurum, istersem ışık açık uyurum, istersem kapatırım, istersem kapı çalınınca açmam, istersem açarım. İstersem yemek pişiririm, istemezsem pişirmem... Canım isterse yerim, istemezse yemem.. İstersem elbiselerimi asarım. İstersem yerlere atarım, istersem müziğimi ağzına kadar açarım, istersem hiç radyo açmam ve hizmet etmem gereken kimse yok. Özgürüm ben özgür... Canım ne isterse onu yaparım... Hiç kimse beni görüp eleştiremez.”(130)
“Sus, sus, söyleme, bunları duyma.
Olamaz böyle şey, olmamalı. O kadar savaştın, tüm yaşamını değiştirdin. Mehmet için bu denli savaştın. Şimdi yok edemezsin, silemezsin her şeyi.
“Hayır, hayır” diyorum kendi kendime. “Sen Mehmet için savaşmadın, kendin için savaştın. Her şeyi kendin için yaptın.”
“Özgür ve bağımsız olmak için, bir canlı, bir tek canlı bile olmamalı mı insanın yaşamında?
Özgürlüğün bedeli bu mu? Bu, yalnızlık mı?” (141)
“(Baba, ben evlendiğimde eve bir sarı kanarya almıştın. Meğer beni çok severmişin de, arkamdan sarı kanaryam dermişin. Baba, ben hâlâ bir erkek sevgisine muhtaç, her seni seviyorum’un peşinden mi gideceğim? Baba, sen beni seviyormuşsun meğer... Bundan böyle her seni seviyorum’un peşinden gitmeme gerek yok, değil mi? Baba, sen beni seviyormuşsun meğer, her başımı göğsüne dayayana ağlamam için bir neden yok, değil mi? Baba, sen beni sevmişsin, sevgi, bir erkeğin sevgisi hiç eksik olmamış ki hayatımdan... Baba, seni seviyorum’lar da yetmiyor artık bana... Onları her şey sanmıştım... İnsan yaşamında eksik olanı, her şey sanıyor... Ama artık sanmayacağım baba...)”
“Annesi evde misafirken, kalkıp bir bardak suyu almazmış mutfaktan, Aysel’den istermiş. Anacığı oğlunu iş yaparken görmemeliymiş, üzülürmüş, çünkü anacağı oğluna hiç iş yaptırtmamış ömrünce... Ama doğrusu evde yalnızlarken, kalkıp suyunu da kendi alırmış, kahve bile pişirirmiş. Genç ve de uygar bir adammış.” (152)
“(Olabilir tabiî, olmuş bile.. Sen bile farkında değilsin, yaşam boyu karşına dikilip duranlar kimler? Sen bile, farkına varmadan savaşıyorsun. Bir düşün bakalım... Adamlar... Babalar, abiler, kocalar, sevgililer, müdürler, şefler, arkadaşlar... Ya hayır, olmaz diyorlar, ya sen delisin, kötüsün diyorlar, ya gel, gitme, beceremezsin diye seni etkilemeye çalışıyorlar, ya kötü kadın, orospu, bakire değil diye yargılıyorlar, damgalıyorlar. Ve biz... İşte biz, onlara bu izni veriyoruz.)”(130, bunun önü de var da zaten çok uzun oldu, buraya kadar geldiyseniz de bir zahmet alın okuyun şu kitabı n'olur)
“Patronumun gözüne girmek için çalışmıyorum. Hiçbir şeyi, hiçbir zaman anlayamadınız. Güçlü olmak için çalışıyorum, onlardan bir eksikliğim olmadığını kanıtlamak için çalışıyorum. Kimseye muhtaç olmak istemiyorum. En korktuğum şey bu; annemi düşünüyorum, Şermin Teyze’yi, Mualla Teyze’yi.... Tümü de muhtaçtılar, kimliklerini yitirmişlerdi, yaşamıyorlardı sanki. Onlar gibi olmak istemiyorum, erkek ya da kadın kimseye muhtaç olmak istemiyorum, istemediğim kişiyle birlikte olmak zorunda kalmayacağım, bunlar için de para gerek, para bir çeşit özgürlük. Hayır zengin koca da istemiyorum, bu kez onu bırakıp gitme özgürlüğüm olmaz, hem bir işe yaramak istiyorum ben, beynimi kullanmak istiyorum, o kadınların, annemin, o teyzelerin donuk gözlerini, ölmüş balık bakışlarını anımsadıkça, çalışıyorum işte, çalışacağım da. Anlamıyor musunuz siz, kendim olmak istiyorum, kendi adımla anılmak istiyorum ve erkeklerden, evlilikten yalnızca dostluk bekliyorum. Dostluk da saygı da eşitlikle olur, anlamıyor musunuz, eşitliğin olmadığı yerde ikisi de yok.” (158)
“KDG dünyanın en iyi insanı. Öl desem ölecek. Ama o bana öl deyince de benim ölmem gerek. Oysa artık, ‘Öl desem ölecek’ türündeki beraberliklere inanmayacak kadar yaşlıyım. İnsanlar birbirlerine ‘Öl’ dememeli ve ‘Öl’ deyince de kimse ölmemeli. Kimse, “Öl desem ölür” diye gurur duymamalı. Kimsa kimseden bir şeyler istememeli, beklememeli. Hele hele değişmesini hiç.
Bilmiyor musun ki, ben değişirsem, senin sevdiğin ben değilimdir artık ve sonra beni sevmezsin.” (166)
“Bunca yıllık yaşamımda bir tek şunu öğrendim...Şu reçeteyi: mutlu olmadığın ortamdan kaç git. Bunun için de güçlü ol, kendi kendine yet.” (167)
“Peki size yapılıyor mu bir iş yolculuğuna çıktığınızda bu gibi şeyler? Otellerde, otobüslerde, uçaklarda, size bir tuhaf yaratık, bir orospu, bir nesne gözüyle bakılıyor mu? Kalçanızı ellemeye, bacağınızı, göğsünüzü görmeye çalışıyorlar mı, taksi şoförleri sizi kaçırmaya çalışıyor mu, lokantalarda kâğıt yolluyorlar mı, hafif gibi olmamak için, yüksek sesle gülmemek, ona buna gülümsememek, asık yüzle dolaşmak, ciddi olmak, işadamı olduğunuzu kanıtlamak için uğraşmak zorunda mısınız?”
“Yooo!” diyorlar.” (179)
“Güçlü olmalısınız. Bu tümce sık sık kullanılınca anlamını yitiriyor. Güçlü olmalısınız, kendi gücünüze inanmalı ama gerçekten güçlü olmak için çabalamalısınız. İnsanların içinde, kendinden güçsüz gördüğü birini ezmek, ona buyurmak, onu kendine hizmet ettirmek dürtüleri var, insanların tümünde bu var ve ne yazık ki bu güçsüzler ordusu, kendini güçsüz görenler kadınlar. O zaman neden onlara emirler yağdırmasınlar, neden buyurmasınlar, neden kendilerine hizmet ettirmesinler, neden birçok hakkı yalnız kendilerine ait görmesinler? Biz izin vermemeliyiz buna. Eğer siz ilk buyurmada, ilk kısıtlamada, ilk tokatta hayır diyemezseniz, bunlar sürer gider. Ama kararlı bir hayır pek çok şeyin çözümü olacaktır. “Beni seviyorsan, istiyorsan bana buyurma, beni kendinden küçük görme, biz eşitiz, böyle görmüyorsan giderim.” O zaman benimseyeceklerdir sizi ve kurallarınızı; inanın. Saygı göstereceklerdir ilkelerinize. Ama ilkeleriniz olmalı.” (185)