Yaşar Kemal, asıl adı Kemal Sadık Gökçeli. Van Gölü’ne yakın Ernis (bugün Ünseli) köyünden olan ailesinin Birinci Dünya Savaşı’ndaki Rus işgali yüzünden uzun bir göç süreci sonunda yerleştiği Osmaniye’nin Kadirli ilçesine bağlı Hemite köyünde 1926’da doğdu. Doğum yılı bazı biyografilerde 1923 olarak geçer.
Ortaokulu son sınıf öğrencisiyken terk ettikten sonra ırgat kâtipliği, ırgatbaşılık, öğretmen vekilliği, kütüphane memurluğu, traktör sürücülüğü, çeltik tarlalarında kontrolörlük yaptı. 1940’lı yılların başlarında Pertev Naili Boratav, Abidin Dino ve Arif Dino gibi sol eğilimli sanatçı ve yazarlarla ilişki kurdu; 17 yaşındayken siyasi nedenlerle ilk tutukluluk deneyimini yaşadı. 1943’te bir folklor derlemesi olan ilk kitabı Ağıtlar’ı yayımladı. Askerliğini yaptıktan sonra 1946’da gittiği İstanbul’da Fransızlara ait Havagazı Şirketi’nde gaz kontrol memuru olarak çalıştı. 1948’de Kadirli’ye döndü, bir süre yine çeltik tarlalarında kontrolörlük, daha sonra arzuhalcilik yaptı. 1950’de Komünizm propagandası yaptığı iddiasıyla tutuklandı, Kozan cezaevinde yattı. 1951’de salıverildikten sonra İstanbul’a gitti, 1951-63 arasında Cumhuriyet gazetesinde Yaşar Kemal imzası ile fıkra ve röportaj yazarı olarak çalıştı. Bu arada 1952’de ilk öykü kitabı Sarı Sıcak’ı, 1955’te ise bugüne dek kırktan fazla dile çevrilen romanı İnce Memed’i yayımladı. 1962’de girdiği Türkiye İşçi Partisi’nde genel yönetim kurulu üyeliği, merkez yürütme kurulu üyeliği görevlerinde bulundu. Yazıları ve siyasi etkinlikleri dolayısıyla birçok kez kovuşturmaya uğradı. 1967’de haftalık siyasi dergi Ant’ın kurucuları arasında yer aldı. 1973’te Türkiye Yazarlar Sendikası’nın kuruluşuna katıldı ve 1974-75 arasında ilk genel başkanlığını üstlendi. 1988’de kurulan PEN Yazarlar Derneği’nin de ilk başkanı oldu. 1995’te Der Spiegel’deki bir yazısı nedeniyle İstanbul Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde yargılandı, aklandı. Aynı yıl bu kez Index on Censorhip’teki yazısı nedeniyle 1 yıl 8 ay hapis cezasına mahkûm edildiyse de cezası ertelendi.
Şaşırtıcı imgelemi, insan ruhunun derinliklerini kavrayışı, anlatımının şiirselliğiyle yalnızca Türk romanının değil dünya edebiyatının da önde gelen isimlerinden biri olan Yaşar Kemal’in yapıtları kırkı aşkın dile çevrilmiştir. Yaşar Kemal, Türkiye’de aldığı çok sayıda ödülün yanı sıra yurtdışında aralarında Uluslararası Cino del Duca ödülü, Légion d’Honneur nişanı Commandeur payesi, Fransız Kültür Bakanlığı Commandeur des Arts et des Lettres nişanı, Premi Internacional Catalunya, Fransa Cumhuriyeti tarafından Légion d’Honneur Grand Officier rütbesi, Alman Kitapçılar Birliği Frankfurt Kitap Fuarı Barış Ödülü’nün de bulunduğu yirmiyi aşkın ödül, ikisi yurtdışında beşi Türkiye’de olmak üzere, yedi fahri doktorluk payesi aldı. 28 Şubat 2015 tarihinde vefat etti.
Yaşar Kemal was born as Kemal Sadık Gökçeli in 1926 in the Hemite village of Kadirli, Osmaniye, where his family, originally from the village of Ernis (present-day Ünseli) near Lake Van, had settled after a long period of immigration caused by the Russian occupation during World War I. With his amazing imagination, grasp of the inner depths of the human soul, and lyrical narrative, Yaşar Kemal became one of the leading name not only of Turkish literature, but of world literature as well. Translated into more than forty languages, Yaşar Kemal is the recipient of many awards in Turkey and more than twenty international awards including Prix mondial Cino del Duca, Commandeur de la Légion d'Honneur de France, Commandeur des Arts et des Lettres of the French Ministry of Culture, Grand Officier de la Légion d'Honneur de France, Premi Internacional Cataluña, Peace Prize of the German Book Trade, as well as seven honorary doctorates—five in Turkey and two abroad. The last award Kemal received was the Bjørnson Prize given by the Norwegian Academy of Literature and Freedom of Expression (Bjørnson Academy) on November 9, 2. Yaşar Kemal died in İstanbul on February 28, 2015.
Yine nefis ve etkileyici bir Yaşar Kemal romanıydı. Yaşar Kemal'in dehasını ve kelimeler üzerindeki gücünü çok hissettim. Bunu umarım açıklayabilirim:
Zeynel'in polisten kaçtığı, saklanmaya uğraştığı bölümleri okurken, kendimi bazen hikayeden kopmuş ve o an okuduğum noktaya nerden gelmiş olduğumu düşünürken buldum. Yavaşlasam da geriye dönüp yeniden okusam da bahsettiğim bölümlerde bu kaybolma hissini zaman zaman yaşadım.
Roman boyunca Zeynel'in gizlenmeye çalışırken yaşadığı buhran; kopma ve kaybolma hissi; bulunduğu yere nerden geldiğinin farkında olamama hali bana çokça geçti. Karakterin duygularının ve hallerinin, okuyucu tarafından bu denli gerçek hissedilmesini sağlamak da zannedersem Yaşar Kemal'in dehası ve gücüyle ilgilidir. Ben bu gücü bir kez de Bir Ada Hikayesi'nde hissetmiştim. O kitaplardaki balık kokusu neredeyse gerçekti. Umarım anlatabilmişimdir.
İki roman karakterinin buluştuğu kitabın son bölümleri olağanüstüydü. Selim Balıkçı ise romanlar dünyasında karşılaştığım en güzel insanlardan birisi oldu.
Yaşar Kemal Çukurova üzerine destanlar yazmış, kumuna, çakılına, sineğine, bataklığına, pamuğuna, çeltiğine, ağasına, ırgatına varana kadar kılı kırk yarıp anlatmış bir yazar. Ama... Ben onun Çukurova'dan çok denize sevdasının daha büyük olduğunu düşüneceğim neredeyse. Bir yazar, denizi ve denize sevdalı insanları bu kadar mı güzel anlatır! Ya da ondaki gönül ve dimağ, içine kocaman bir sürü sevda ve kültür sığdıracak kadar geniş. Vuruldum yine Deniz Küstü'de. Bir Ada Hikayesi'nin deniz tutkunu Vasili'si, Nişancı Veli'sinden sonra bir de Selim balıkçı girdi hayatıma, çıkmamacasına. Senin bu dünya derdin beni deldi geçti Selim balıkçı. Yunus katliamının anlatıldığı sayfaları, yunuslardan sonra insana küsen denizi, Selim balıkçının balıklarla sohbetini, Menekşe sahilinde çakıl taşlarının üzerine yakılan ateşlere atılan balıklardan çıkan kokuları ve daha nicesini hiiç unutmayacağım. Buna okuduğum en güzel Yaşar Kemal finallerinden biri olması da dahil.
Zeynel kicks open the café door and murders Ihsan in the first paragraph of Kemal's novel. Fisher Selim forces him to drop the gun and spits in his face, but doesn't turn him in. The contrast between these two is set up, then, on the very first page and lasts throughout the book. Zeynel becomes a wanted fugitive, fleeing endlessly around Istanbul, trying to stay one step ahead of the cops. The newspapers blow him up into Turkey's most wanted criminal, turn him into an all-powerful monster, lay each latest crime at his door. Selim dreams, fishes, mourns lost loves for both woman and dolphin, mostly does little, but helps his fellow man. In this book, Kemal is not so much a writer as a mythmaker. If THE SEA-CROSSED SAILOR is not mythology, I'll eat my hat. It's modern mythology, though, with the forces of good being those who fight against rapacious capitalism and for the environment---for those who love dolphins, justice, and gardens, against those former drug and gun runners who knock down beautiful old houses and trees and put up nine story blocks of flats,. How many times does the sun stop at the horizon, rose-purple, rose-purple clouds floating about it, staining the water purple,while airplanes glided like golden bullets through the sun, flashing rose-purple in and out of the clouds ? Fisher Selim is a strong, wise hero who confronts evil in several forms, overcomes it, and is transformed. Kemal's writing is color, images piled on top of each other like eggplants, carrots, peppers, leeks, and cauliflowers in the Istanbul bazaar. The novel is packed chock-full of emotion---violence, sex, love, hate, anger, friendship, loyalty--- action, whether running from the cops or fishing or shooting down the guilty and innocent---dreams and visions. You will not find the placid ponds of suburbia here. Yashar Kemal may not be the philosopher that Orhan Pamuk is, but his Istanbul is far more lively than Pamuk's. It is not a middle-class, intellectual Istanbul in a dark suit. It is a city riven between super-rich and dirt-poor. It is the smell of rotten garbage floating in the Golden Horn and it is grilled fish dripping out of a hunk of bread onto your pants. The author's sympathy is always with the poor, the millions who toil and live in the jerry-built slums, whose homes are often knocked down by the city. Sait Faik, in his collection of stories "Dot on the Map" produced pale efforts in the same direction, in the same landscape, but Kemal's novel is the "complete submarine sandwich"-juicy, full of interesting bits, and extremely satisfying. Like the Brazilian author, Jorge Amado, Kemal brings a whole world alive in his novels, a world not much known to outsiders.
70’li yıllarda başlayan İstanbul’daki ve ona sebep insandaki çürümeyi acı acı yaşatıyor Yaşar Kemal. Küçük çıkarlar uğruna denizin nasıl da tüketilip yok edildiğine tanıklık ediyorsunuz. Zeynel, Kemal, Selim Balıkçı temsil ettikleri değerler itibariyle gerçekten etkileyici. Dil dahiyane bir şekilde kullanılmış. Fakat olay örgüsü detaylarla ve yer yer yer tekrarlarla boğulmuş. Kitabın ilerlemediği, hatta bazı noktalarda tıkandığı kanaatindeyim. Diyebilirim ki, 300. sayfadan sonra kitaba rengini veren asıl konu yerli yerine oturuyor. Bir solukta okunacak bir kitap olmadığını belirtmeliyim.
Yaşar Kemal'in ilk İstanbul romanı... çirkinleşen, pisleşen, denizi öldürülen İstanbul'un romanı; ölen İstanbul'a bir ağıt değil, okkalı bir küfür!
Deniz Küstü'nün büyük bir bölümü keyifle okunuyor. Öyle parçalar var ki, okurken, 'Aman bitmese!' dediğim oldu. Kimi tutarsız yanlarına rağmen balıkçı Selim'i unutabileceğimi sanmıyorum, o, yüreği sevgiyle, acıyla, özlemle dolu balıkçı Selim'i...
Magnum opusunu okumadan önce olabildiğince başka kitaplarını okuyorum Yaşar Kemal’in. Dili beni çok etkiliyor. Hatta Süleyman Demirel gibi birinin bile çok sevdiği bir yazar olabilecek kadar iyi kullanıyor dili. Çukurova anlatılarıyla özdeşleşen yazar İstanbul’u anlatıyor bu sefer. 70’lerin İstanbul’unun balıkçılarının dünya derdine ortak ediyor. Hacimli bir kitap olmasına ve okumak için yeterli zamanım olmamasına rağmen çabucak bitirdim. Dili kadar kurgusu da çok pürüzsüz. Zaman ve karakter atlamaları olmasına rağmen roman asla aksamıyor.
In my opinion the story drags on without very much literary flavour. Several themes are interesting, but the way they are presented, makes the novel too weak to stand out from the ordinary regional novel. JM
Yaşar Kemal; Toros dağlarını, Çukurova’yı, Ağrı’yı, Ege’yi değil bu sefer denizi kendine küstüren İstanbul’u anlatıyor. İstanbul’u ve yıllardır açgözlülükle ondan çaldıklarımızı koyuyor önümüze. Menekşe sahilinde Anadolu’nun dört bir tarafından göçmüş, kimi vicdanlı kimi arsız açgözlü balıkçıları, İstanbul’un kuşatması altındaki çilekeş Marmara’yı, kılıç balıklarını, tüfekle avlanan yunusları anlatıyor sayfalarca. Selim balıkçı, Zeynel, Dursun Kemal, sokak çocukları, polisler. Usta, bir İstanbul koymuş önümüze; paramparça, kokuşmuş, kalabalık ama yine de umut dolu. “Güneş gözükmeden önce pembe, mor, mavi, pul pul yeşil ışıkları döküldü suya. Güneşin ucu gözükünce de deniz baştan ayağa bir ışıkta patladı. İstanbul’un ışıkları söndü, denizin dibinden, adalardan, dört bir yandan uğultular aldı ortalığı ışıkla birlikte….” “Şehre bakalım, uğultusunu dinleyelim, bak nasıl kudurmuş ortalık, kudurmuş bir canavar gibi uyanıyor şehir.” “Sevmem” dedi, “böyle olta bekleyen balıkları tutmayı, böyle teslim olmuşların canını yakmayı… Bak orada, kendi kendine sabah keyfine çıkmış, dünyanın tadını çıkarıyor o da bizim gibi… Bozmam.”
İnsanlar bu kadar korkmasalar, bu kadar zalim olurlar mı, bu kadar birbirlerine düşmanlık eder, birbirlerinin böylesine kuyularını kazarlar mı, insan öldürürler mi, birbirlerine böylesine kıyar, köle eder sömürürler mi, birbirlerinin sırtına binerler mi, aşağılarlar mı, delirirler mi, sevmeyi, sevişmeyi böylesine unuturlar mı, uzattıkları el böylesine buz gibi olur mu, düşünebilme yeteneklerini böylesine yitirirler mi, öykünürler mi, durmadan ölümü düşünürler mi, ölümü düşünmenin boşluğunun farkına varmazlar mı, bastıkları yeri göremeyecek kadar üstümüzdeki gökten, altımızdaki topraktan, yıldızlardan, sulardan, çiçeklerden, dağ başlarından, ışıktan böylesine bihaber kalırlar mı, sevgisiz, sevisiz, dostluksuz yürekleri sıcacık, bir sevgili, bir dost yüzü için, bir kuş gibi çırpınarak çarpmadan olur mu..?
Sonu cok tatlıydı :,) Selim balıkçının ruhsal bunalımları ve Zeynel Çelik’in hayatı, Kemal’le olan arkadaşlığı çok duygusal anlatılmıştı. Kitaba ilk girmem zor oldu ama yaklaşık 70-80 sayfa sonra hikaye çok akıcıydı. Yaşar Kemalin okuduğum ilk kitabıydı ileriki zamanlarda başka kitaplarını okurum kesinlikle anlatım tarzı çok detaylı aynı zamanda anlaşılır ve sürükleyiciydi
This entire review has been hidden because of spoilers.
”Kadın ona sarılmış ağıt yakıyor. Ortalık yalnızlığa gömülmüş. Mustafanın ölüsü altın kaplama bir karyolanın üstünde. Karyola bir alan kadar büyük. Ölü ak patiskaların üstünde yatıyor, elleri karnının üstünde. Kravatı kırmızı, parlıyor. Kırışık içindeki uzamış yüzü som sarı. Sol kör gözünün yeri bir iyice çukurda, delik gibi. Öteki kapalı gözü pörtlemişçesine duruyor sarkmış yüzünde, bir elma gibi . . . "Öldü .Mustafam öldü. " Lacivert giyitinin yakasına kocaman bir kırmızı mendil sokulu. "Ölüsü it ölüsü gibi... İşte şurada kalakalmış, Mustafam. Elsiz aşiretsiz, kimsiz kimsesiz, yapayalnız Mustafam." Kocaman köşkün ortasında, servetin samanın içinde, altının sırmanın ışıltısında. Oğulları, gelinleri, fabrikaları, torunları, kimsesiz, Çölde. . . Çölün ortasında ölüsü, üstünde kartallar, akbabalar dönüyor, ötüşerek. Yatmış Mustafa, yapayalnız. Orada, köyde, çölde ölseydi, kanlı ölüsü. . . Şimdi kalabalık, şimdi köyün bütün kadınları, şimdi bütün köy çığlık çığlığa ağıt yakarlardı. Yiğitler yiğidi Mustafa. Kartal gibi Mustafa. . . Ölüm zor İstanbulda, yapayalnız. "Oğulları bile gelmediler başına. Gelinleri, torunları bile gelmedi. Üç gündür dört dönüyorum Selim balıkçı, yapayalnız Mustafamın başında, yapayalnız. Ölüm ölümden beter balıkçım." Uzanmış yatıyor, parmağında şövalye yüzüğü. "Şimdi duysaydı köylüleri, ta buraya kadar gelirlerdi, Mustafanın ölüsüne. . . " Kır saçları alnına dökülmüş, terlemiş, yorulmuş, ince dudakları öfkeden kıvrılmış, dünyaya, ölüme, ölüm yalnızlığında küsmüş Mustafa... Oğullarına verdi her şeyini, torunlarına. Üç gündür bekliyor ölüsü. Cenevrede bekliyor oğulları, gelemediler, gelmediler. Telgraflar çekildi. Beklesin ölü denildi. Koktu ölüsü Mustafanın, kolonya kokuları içinde. Şişe şişe kolonya serpildi eve. Ölü bekler mi? "Beklesin ölüsü Mustafanın." Cenevre gölünde. Orada göl var, orada. Mustafanın oğulları, gelinleri, torunları yaylaya çıkarlar oraya. Mustafa öldü, yaylaları bozuldu zavallıların. Ölecek sıra mı, ölüsü beklesin Mustafanın, beklesin. "Bu tabancayı sana vasiyet etti Mustafa, som altın. Selim balıkçıya kalsın, dedi. Ağıt yakamıyorum Mustafaya. Ağıtsız giden Mustafam. Ağıt yakmaya utanıyorum. Keşki gelmeseydik buraya. Keşki aç ölseydik orada, köyde, çölde, Menekşede. . . Keşkiii Selim balıkçım." Kırmızı kanatlı bir kartal uçuyordu Yeşilköyün üstünde. Martılar konmuştu köşkün bahçesine, bembeyaz, duvarın üstüne. Yapayalnız kadın köşkün içinde, kokmuş ölünün yöresinde yapayalnız dönüyordu.
This entire review has been hidden because of spoilers.
This is an Elegy to the Dolphins in the Marmara Sea.
Very intensively, Kemal offers the reader a parallel story of Fisher Selim, a Turkish fisherman of mythical humanity, and by this, I mean a man capable of extreme goodness, exasperating idiocy, fanciful motves, ridiculous self-delusion, caritative impulses, and of Zeynel, a despicable bandit, incapable of a single candid thought, on whom I do not wish to detain myself.
The novel begins with a murder, and the violence, of all kinds, supposedly real or fabled, continues throughout the book. Violence is directed at men, at women, at children. And at dolphins, killed by direct shooting, and by extension, at the ecosystem of the Eastern Mediterranean.
The reading became difficult at times. All that violence. But the beauty of some pages, those describing the sea, the light, in all kinds of different kaleidoscopic diversities, and the optical effect that the strong Lodos wind in the Marmara, creates upon the surface of the water. Kemal is also masterly in the recreation of fishing communities. Plus I also enjoyed witnessing the kaleidoscopic array of ethnic groups – the Circassians, the Lazes, the Jews, the Armenians, the Izmir Greeks, the Kurds, the Georgians, the Gypsies… This distribution reminded me of the numerous strata of history and of peoples that have accumulated around the Bosporus, and which make such place so very fascinating. These aspects, together with the portrayal of Selim’s character, are wat allured me most to continue my reading.
One of the chapters, #16, could read almost like an independent short story with echoes from Moby-Dick, as we witness Selim in pursuit of the huge sword fish he has been tracking for years. But this fish is like all dreams – for one’s sanity it is best to let it go.
I kept thinking that this must have been a very hard novel to translate, and that the translator had done a superb job (as far as one can tell when judging and translation and not being able to read the original). My thoughts were that this had been translated with great interest, with love. And now that I check the first pages, I see that Yashar Kemal’s wife translates his books into English.
The story has a sweet ending, if sweet can be a narration through which so many deaths are sowed along the way.
Selim balikciyi karsima alip soyle uzun uzun sohbet etmek isterdim. O anlatsin, eski İstanbulu, hayallerini, cok sevdigi hayvanlari, denizi..ben de dinleyeyim onu sozunu hic kesmeden. Yaşar Kemal öyle güzel betimlemeler yaparak yazmis ki sanki onlarla beraber ben de o donemde yasiyormusum gibi hissettim. Selim balikcinin o masumlugunu asla unutmayacagim💔
Büyük usta İstanbul’u öyle güzel anlatmış ki, anı yaşatıyor. İstanbul’a göçle birlikte yaşanan yozlaşmayı, deniz ve doğanın nasıl kirletildiğini, betonlaşmayı çok güzel işlemiş
ilk kez yaşar kemal okudum belki bir eksiklik lakin yaşar kemalin edebitamizda neden büyük bir yeri olmadigini öğrenmiş oldum. yine de okunabilir bir kitap.