Zaven Biberyan, Türkiye'nin yakın tarihine farklı bir açıdan baktığı Yalnızlar adlı bu romanında, siyasi iktidarın el değiştirmesiyle toplumun da hızlı bir dönüşüm geçirmeye başladığı 1950'li yılların başlarında, İstanbul'un Anadolu yakasında bir sayfiye yerinde, Erenköy'de, bir yaz hafta sonunda yaşananları anlatıyor. Yazar, bu iki günde yaşananlarla, toplumsal sınıfların ve beraberinde çeşitli statülerden bireylerin iç dünyalarının derin bir psikolojik tahliline girişirken, başta insanlar, sonra da Türk, Ermeni, Yahudi, Rum toplulukları arasında iletişimsizliği, ruhların derinliklerinde gizli şiddet eğilimlerini ve bunların sonucunda kişisel-toplumsal davranış kalıplarında oluşan tahribatın getirdiği yalnızlaşmayı konu ediniyor.
Marjinalliğe zorlanmışların içeriden bakışına sahip, Ermenice 'Lıgırdadzı' kitabının Türkçe versiyonu olan Yalnızlar, toplumsal yalnızlığa itilenlerin öfkesiyle bireysel gerçekliklerin kesiştiği noktaya götürüyor bizleri.
1921'de İstanbul Kadıköy'de doğdu. Kadıköy Aramyan-Uncuyan ve Dibar Gırtaran (Sultanyan) Ermeni ilkokulları, Saint Joseph Lisesi ve İstanbul Ticari İlimler Akademisi'nde öğrenim gördü.
1941'de Yirmi Sınıf (Kura) asker toplanırken, o da askere alındı ve Nafıa hizmetine verildi. Akhisar'da kendisi gibi Nafıa askeri olan Jamanak [Zaman] gazetesi yöneticilerinden Ara Koçunyan'la tanıştı. Üç buçuk yıl süren askerlik dönüşü Jamanak gazetesinde yayınlanan "Krisdoneutyan Vağhcanı" [Hıristiyanlığın Sonu] adlı yazı dizisi büyük gürültü kopardı, dizinin yayını durduruldu. Nor Lur [Yeni Haber] ve Nor Or [Yeni Gün] gazetelerinde, daha sonra da Jamanak gazetesi yayın kurulunda görev aldı. Sosyalist düşüncelerinden dolayı gelen baskılar sonucu gazeteden ayrılmak zorunda kaldı. 1946'da Ermeni aleyhtarı bazı tutum ve yayınlara karşı Nor Lur gazetesindeki Al Gı Pave... [Artık Yeter] başlıklı yazısından dolayı kovuşturmaya uğrayıp hapis yatan, daha sonra bulduğu işlerden de baskılar sonucu ayrılmak zorunda kalan Biberyan, sonunda ülkeyi terk etmeye karar verip 1949'da Beyrut'a gitti. Orada gazetecilik mesleğini, Ermenice yayınlanan Zartonk [Uyanış] ve Ararat'ın yazı işlerinde görev alarak sürdürdü Halep ve Paris'teki bazı dergi ve gazetelerde de makaleleri yayınlandı. Siyasi durumun iyileştiğini düşünerek, yaşamını güç koşullarda sürdürdüğü Beyrut'tan ayrılıp 1953'te İstanbul'a döndü. Seta Hıdıryan ile evlendi, bir kız çocukları oldu. Bir süre Osmanlı Bankası'nda çalıştı. 27 Mayıs 1960 darbesini izleyen günlerde Marmara gazetesinde politika yazarı olarak görev yaptı. 1964'te yayınlamaya başladığı Nor Tar [Yeni Yüzyıl] adlı siyasi ve edebi dergi maddi sıkıntılar nedeniyle kapandı. 1960'lı yılların sonunda Meydan Larousse Büyük Lügat ve Ansiklopedi'nin redaksiyon kurulunda yer aldı. Türkiye İşçi Partisi'nden 1965 genel seçimlerinde İstanbul milletvekili adayı oldu ancak milletvekili seçilemedi.1968 yerel seçimlerinde ise aynı partiden İstanbul Belediye Meclisi üyeliğine seçildi ve meclis başkan yardımcılığı yaptı. Ülser hastalığına yakalanan Biberyan 4 Ekim 1984'te yaşama veda etti ve Şişli Ermeni Mezarlığı aydınlar bölümüne gömüldü.
1970'te Jamanak gazetesinde tefrika edilen ölümünden birkaç hafta önce ise kitap olarak yayınlanan romanı Mırçünneru Verçaluysı [Karıncaların Günbatımı] onun başyapıtı sayılır. Bu kitap Türkçe'ye Babam Aşkale'ye Gitmedi (1998) diğer bir romanı Yalnızlar (2000) adıyla kazandırılmıştır.
Ermenice Eserleri: Lıgırdadzı [Arsız] (Doğu Basımevi - 1959), Dzovı [Deniz] (Getronagan Okulundan Yetişenler Derneği Yayını - 1961) Angudi Siraharnerı [Meteliksiz Aşıklar] (To Yayınları - 1962) Mırçünneru Verçaluysı [Karıncaların Günbatımı] (Murat Ofset - 1984, Gözden geçirilmiş yeni baskı Ekim 2007 - Aras Yayıncılık)
Oğul Krikor, anne Yeranik, teyze Pupul... Varlık Vergisi darbesini yemiş bir Ermeni ailesi. Önce birbirlerine sonra da çevrelerine yabancılaşmış, içlerine kapanmış, ''Yalnızlar'''ın ilk yalnızları... Oğul Erol, anne Mübeccel, Baba Osman Bey, teyze Seniha... Ellili yıllarda baş veren 'yeni zengin'lerden biri olmaya aday bir başka aile. ''Yalnızlar'''ın diğer yalnızları... Ve ''Yalnızlar'''ın en yalnızı Gülgün (Sürtük)... Her işe koşulan, amansızca sömürülen, zengin olma hayalleri kuran, sayfalarını sürekli karıştırdığı 'Seksapel' dergisinde boy gösteren kızlar gibi olmak için yanıp tutuşan bir evlatlık. Zaven Biberyan, 1959 yılında ''Lıgırdadzı'' (Sürtük) ismini vererek Ermenice yazdığı ve daha sonra yine kendisinin Türkçeye çevirdiği, çevirirken de ''Yalnızlar'' başlığını uygun gördüğü bu ilk romanında, Gülgün'ün trajik hikayesi ekseninde, biri Türk, diğeri Ermeni bu iki komşu ailenin iki gününü gözümün önüne getirdi. Birbirlerine uzaklığı kapı zili mesafesinde olan iki ailenin yaşamlarını hiç kesiştirmeyerek, onlara birbirlerinin kapısını bir kez bile çaldırmayarak... Biberyan böyle yaparak, aynı toprağı, aynı havayı, aynı suyu yıllarca paylaşmış, ancak gün geçtikçe cemaatleşmiş, cematleştikçe de birbirine yabancılaşmış, tabiri caizse artık birbirine dokunmaktan bile imtina eden iki halkı da anlatıyor sanki. İki halkın derin yalnızlığını... Bunu Ermeni'yi, Türk'ü değil, insanı odağına alarak yapıyor. Irmak Zileli'nin kitapla ilgili yazısında altını çok doğru bir şekilde çizdiği gibi:
''Yazar Ermeniliğini ya da Türklüğünü metnin 'tasarımcısı' yapmadığında ortaya insan çıkıyor.''
Zaven Biberyan, bu iki aileyi hiç buluşturmaz, onları yalnızlıklarıyla baş başa bırakırken, metne arada sırada girip çıkan ama varlıklarını sürekli hissettiren iki karakterle adeta ışık saçar. Sürekli sinemaya giden Madam Verjin ve aynı evi paylaştığı, her gün klasik müzik dinleyen, Beethoven'in 'muvman'larıyla coşan, kiracısı emekli öğretmen Kazım Bey. Koca romanda cemaatin boyunlarına doladığı yuları koparmış, kimlikleri dillerine vurmamış ve beyinlerini ele geçirmemiş, birbirlerine dokunan bir tek onlardır. Bir tek onlar umut aşılar...
Osman Beyler ve Yeranik Hanımlar aynı sokağın ayrı aileleri. Biri aniden zenginleşirken diğer aile ellerindekiler birden gider korkusu taşıyor. Bu iki aile sadece hanedekilerden de ibaret değil; Hayalperest Gülgün de var tanış Aret de filmlere vurgun Madam Verjin de. Birbirlerini bilip; yine de yalnız kalanlar her biri. . Zaven Biberyan ellilere götürüyor bizi, Kore Savaşı devam ediyor, yeni zenginler meydana çıkıyor, kutuplaşmalar derinleşiyor. Temelde oldukça basit bir hikâyeye öyle çok detay sığdırıyor ki Biberyan. Örneğin bir rüyadan karakterin bastırılmış korkularını anlıyoruz, tek bir kelimeden doğan nefreti duyumsuyoruz. Hem de bunu uzun uzun anlatmadan yapıyor yazar. Yaraları açıyor ama kanatmıyor, ses veriyor ama bağırmıyor. Her karakterin insanlığını önce kendi anlıyor. Severek ve biraz da içlenerek okudum. . Zaven Biberyan ile bu kitap aracılığıyla tanıştım, kitaplığımda yer alan bir diğer kitabı Karıncaların Günbatımı’nı (Babam Aşkale’ye Hiç Gitmedi ismiyle de bilinir) merakla ve çok bekletmeden okuyacağım. . Kapakta yer alan şiir misali fotoğraf ise Ara Güler’den🌿
Karıncaların Günbatımı/Babam Aşkale'ye Gitmedi kadar çarpıcı bulmadım ama bittiğinden beri düşündükçe daha çok ayrıntı hatırlıyor ve daha fazla seviyorum. Zaven Biberyan'ın derinlikli karakterler oluşturma ve okuyanı bu karakterlere, onların başlarından geçenlere bağlama becerisi çok üst düzeyde. Ama bana anlattıkları içinde hayatın içinden taşıp gelenler bir yana, kendi anlatımından kaynaklananlar öte yana gibi geliyor. Örneğin bu romanda Yeranik ve Pupul'un Konya'daki hayatına dair anekdotlar o kadar olmuş ve lezzetli ki, bunlar bir tarihte gerçekten birilerinin başından geçmiş ve Biberyan tarafından bir şekilde duyulmuş/işitilmiş olmasaydı, bence hiçbir yazar muhayyilesi bunları kurgulayamazdı. Şu sözler de öyle mesela: "Bunların onu on paraydı harpte, Yozgat'ta. O zaman kim tükürürdü müsünün üstüne? Hepsi ayaklarımın altındaydı o zaman." İşte böyle paragraflarca yazıyı aktaran anekdotlar ve replikler Biberyan'ı çok özel kılıyor. Buna karşılık bazı sahneleri de roman roman, örneğin bu romandaki kavga ve saldırı anları. Bunlar Biberyan'ı çok da özel kılmıyor. Ama bence her okuyan için genel hüküm Biberyan'ın çok özel bir yazar olduğu yönünde olacaktır. Sonuç olarak elimizde nefret, haset, kıskanma, konduramama, beğenememe, küçümseme, yakıştırmama, sevmeme, kabilesini aşamama, karşısındakini yok etme arzusu, aşağı çekme hevesi, diz çöktürme hırsı gibi envai çeşit olumsuz duygunun yakıp kavurduğu derinlikli karakterleri anlatan bir roman var.
Zaven Biberyan bildiğiniz gibi yine şahane. Duru anlatıcılığının daha durağan ve belki renksiz bir tarzı yansıtmasını beklerken yine çok canlı bir panorama çizmiş. Hikayeyi kısa ve diğer kitaplarına göre derinliğini daha az buldum fakat bu biraz benim açgözlülüğümden kaynaklanıyor. Diğer kitaplarına göre mikro çatışmaları ve azınlık duygusunu biraz daha öne çıkarmış.
Yalnızlar, 1950’lerde Caddebostan’ta geçiyor, iki komşu ailenin iki yaz gününü anlatıyor. Biri Türk, diğeri Ermeni olan bu ailelerin öykülerini okurken o dönem toplumunun gerçekçi bir tablosu ile karşılaşıyoruz.
Biberyan’ın kahramanları hem kendileri ile hem de çevreleri ile kavgalı, öfke dolu, yalnız insanlar. Bir yandan yaşanan toplumsal değişimler, kadın-erkek ilişkileri, aile bağları, diğer yanda etnik ve sınıf farklarının getirdiği gerginliklerle örülü hikâye insana ve toplumumuza dair çok şey anlatıyor.
Kitabın akıcı anlatımı kadar etnik kimliklerin ve sınıf farklarının yarattığı “öteki”yi başarıyla resmetmesini ve eril şiddetin ne kadar derinlere işlediğini göstermesini sevdim…
Beni cok daha fazla etkileyen Meteliksiz Asiklar'a kiyasla, 1950'ler Kadikoyu bu sefer nostaljinin ve vasat bir detoksun degil, tum o iletisimsiz cemaatler, komsular ve aile bireyleri yigininin bogucu arkaplani olmus. Ve epey umutsuz bir roman. Biberyan cok buyuk yazar; sirada basyapiti oldugu soylenen Karincalarin Gun Batimi var. Heyecanliyim.
Sadece iki günü anlatarak Türkiye'nin o zamanlarki toplumunu inanılmaz bir şekilde resmetmeyi başarmış. Okuduğum en çarpıcı sonlardan biriydi. Kesinlikle okumaya değer.
Biberyan'ın çok sürükleyici bir dili var. İstanbul'u sadece bir fon veya bir görüntü olarak kullanmamış, tüm karakterlerinin yaşantılarına, alışkanlıklarına, konuşma ve hareketlerine yedirmeyi başarmış. Okurken nefret-acıma gelgitlerine maruz kaldığım sayıca az ama öz karakterlerinin çevresinde dönemin toplumsal panoramasını ustalıkla aktarmış.
Biberyan küçük insanların, büyük olma arzusundaki küçük hayatların, insan umudunun ya da sırf insan olmanın portresini çizme konusunda öyle başarılı ki. Her karakter ayrı bir dünya:) Anlatım o kadar güçlü ki her karakteri zihinde ete kemiğe büründürmek, hepsiyle bir yerlerde karşılaşmak mümkün. Romantik, hayallere dalan, kendi gerçekliğinden kaçan yanlarıyla; sonrasında hayal ettikleri yerlerde olamayacaklarını bilmelerinden duydukları öfke, mutsuzluktan kaynaklı yıkıcılıkları, içten içe onları tüketen kurtlarıyla… Her karakteri öyle gerçek, kendi iç dünyasında öyle tatminsiz, öyle derinlikli ve huzursuz ki. Kendiyle olan sorunu göremeyen ve çözemeyen herkes etrafını izliyor, sonsuz sevgisizlik, kendinden olmayanı beğenmeme, aşağılama, küçük görme… Sadece iki aile etrafında anlatılan yaşam bize çok daha büyük resmin, toplumun portresini çiziyor aslında. Kimsenin yalnız olmayışı ve herkesin yalnız oluşu hakkında, öyle az yazmış ve öyle çok şey söylemiş ki bu romanında…
Bir solukta okudum. Çok tanıdık birşeyler vardı kitapta, kendimi resmen 50'lerde yaşıyormuşum gibi hissettim. Karakterler çok güçlü tasvir edilmişti, kitabı bitirdikten sonra bile onları bir süre aklımdan çıkaramadığımı fark ettim. Kitapta anlatılanlar,yaşananlar azınlıklara karşı yapılan kötülüklerin en ufak bir kıvılcım ile nelere dönüştüğünü çok iyi anlatmış. Okurken kalbim bir kere daha sızladı,bugünlere nasıl geldiğimizi bir kez daha hatırlamış oldum. Bir de 50'ler dönemini olmasa da; 80ler Bostancı-Suadiye-Erenköy’ünü bilen biri olarak o güzel yerlerin eski halini ne kadar özlemişim
Geç de olsa nihayet tanıştığım yazarın bu ilk romanı, Türkçe’de değişen isminin işaret ettiği gibi yalnızlık hissinin farklı veçheleri merkezde olmak üzere pek çok konuya etkileyici biçimlerde değiniyor. Ülke ve İstanbul tarihi açısından hafıza rolü de taşıyabileceğini düşündüğüm bu kısa metin, Türkçe’ye de yazarın kendisi tarafından çevrilmiş. İki güne yayılan hikayenin geçtiği İstanbul parçasının “köy”, şehre göçenlerin geldikleri yerlerin de “memleket” olarak anıldığı zaman ait bu romanı türe ya da zamana mesafeli olmayan herkese kolaylıkla tavsiye ederim.
Hic tanimadigim bir yazardi biberyan, cok severek okudum, akisi kurgusu karakter betimlemeleri cok etkileyici, Turkiyede azinlik olmak duygusunu farkli bir yerden cok derinden bir yerden anlatmis bence, ki ana konunun ‘yalnizlik’ oldugu ve bunun din dil irk farketmezsizin nasil da mutsuzlukla birlestigini cok guzel hissettirmis yazar,
Gulgun her donem romaninda karsimiza cikacak bir karakter, erol ayni sekilde, krikor, hilda, garo da oyle ama hepsi bir arada cok gercekler...yalnizlik da zaten herkes bir aradayken daha buyumez mi
Zaven Biberyan'nın Yalnızlar romanı bizi ellilerin Türkiye'sinde bir avuç insanın gündelik hayatlarına konuk ediyor. Romanın geneli diyaloglar üzerinden ilerliyor. Edebi anlamda bir doyuruculuktan söz etmek mümkün değil. Ama o karakterlerin birbirleri ile olan ilişkileri romanın ana düzlemini oluşturmaktadır. Tanımadığınız biri ile yaptığınız bir sohbet üzerinden o kişi ile ilgili oluşan düşünceleriniz, romandaki tüm karakterleri anlamaya çalışırken gösterdiğiniz gayret ile aynı seviyede. Diyalogların takibi kitabı oldukça akıcı bir hale getirmiş. Bu akış içerisinde karakterler ve roman ile güçlü ve samimi bir bağda kurabiliyorsunuz. Nostaljik unsurlar üzerinde insan oğlunun değişmeyen duygularına farklı bir bakış açısı yansıtılıyor.
Zaven Biberyan's novel The Lonely people welcomes us into the daily lives of a handful of people in Turkey of the fifties. The whole of the novel proceeds through dialogues. It is not possible to talk about a fulfillment in the literary sense. But the relations of those characters with each other constitute the main plane of the novel. Your thoughts about that person through a conversation you have with someone you do not know are at the same level as your effort in trying to understand all the characters in the novel. Following the dialogues made the book very fluid. In this flow, you can establish a strong and sincere bond with the characters and the novel. A different perspective is reflected on the unchanging feelings of human beings on nostalgic elements.
aile içi çatışmalar, dönemin politik tansiyonu diyaloglarla çok güzel işleniyor. Gülgün karakterine yapılan yorumlara saç baş yolmaktan yoruldum ama. Tabii ki toplumsal gerçekler romanlarda yer alacak, cinsiyetçilik de gösterilecek ama bir yerde benim için çok fazla "male gaze" oldu kitap. Amaç zaten rahatsız etmek bu belli ama yine de fikrim bu yönde. Gülgün'ün cinayeti oluyor sonra araya Erol'un hikayesi giriyor ve Gülgün'ün cinayetini de anca son 4 sayfada okuyoruz tekrardan. Kitapta özellikle Ali'nin dedikleri midemi bulandırdı, korkunç gerçekten. Bu dönemde okuması inanılmaz tetikleyiciydi. Sokakta kadınlar gündüz vakti öldürülürken edebiyat ürünü bile olsa okuyup beğenmek içimden gelmiyor. Yazarın dili ve kurgusu ne kadar iyi olsa da kitabı konusundan dolayı sevemedim.
This entire review has been hidden because of spoilers.
Zaven Biberyan’ı ilk okuyuşum oldu. Sırada “Karıncaların Günbatımı” var. Bu kitabın akıcı oluşundan çok memnun kaldım ve yazar hakkında ısındırdı beni ama asıl etkileyen bir karakterin işleniş şekli oldu. Krikor karakterinin iç dünyasını o kadar psikolojik bir açıdan ele almış ki. Diğer karakterleri Türk romanlarından okuduğum ihtiraslara, kafa yapılarına sahip ve aşina olduğum karakterler olarak gördüğümden daha sosyolojik bir gözle incelerken Krikor daha önce görmediğim bir açıdan sanki psikolojik olarak anne-çocuk ilişkisinden kaynaklı ezilmişliği her daim yaşayan, düşünen bir karakterdi.
Yazarın önce Ermenice yazıp sonra yine kendisinin Türkçeye çevirdiği bu eserin inanılmaz açık, anlaşılır bir dili var 1950lerde yazılmış olmasına rağmen. İlk sayfadan itibaren hemen kitabın içine giriyorsun ve o kadar başarılı ki betimlemede anlattığı sofrada veya ortamda sende varsın. Ve bunu paragraflarca anlatmadan, sıkmadan başarmış olması beni çok etkiledi. Konu ise taraf olmadan ancak bu kadar net anlatılabilirdi: Bu kadar iç içeyken bu kadar ayrı düşmüş olmamızın hikayesi.
dehset verici ama oldukca gercek bir hikaye. ulkedeki patriyarkal dinamikleri goz onune sererken, ki burada yazar tarafından bir elestiri sezmedim olagelen bir durum gibi anlatilmis, donemin turk ermeni iliskilerini karakter catismalari (aret/erol) uzerinden aktariyor. sonlara dogru cok gergin gecti, rahatsiz ediciydi
"Gene hıçkırıklar yükseliyordu boğazından. Kendini zapt etmeye gayret etmedi. Yatağın kenarına oturdu. Elisabeth Taylor'un gözüne, burnuna, saçlarına baka baka, serbestçe, kana kana ağladı."
Çok geç keşfettiğim Ermeni bir yazar. Farklı kesimlerden, kültürlerden farklı karakterleri olağanüstü doğal bir dil ve akışla, insanın içine işleyen öyküsünde bir araya getirmiş.
Yalnızlar weren't a priority on my reading list, but I put it first because I wanted to participate in the discussion of the reading group meeting. I did well, because the book was good and the discussions were also good. Yalnızlar tells a cross-section of Turkey in the 50s through two families, one Turkish and the other Armenian, and their surroundings. We see the effect of the separation and marginalization created by the general political atmosphere through racism on the society. The characters in the book are mostly alone and cannot communicate well with each other. Intimacy and separation, either through sexuality or violence, are the most common situations. The reality of the lives that were tried to be told, Biberyan's tongue was sharp, could only be possible in this way. He translated Yalnızlar from Armenian to Turkish himself. I want to read his other books, especially since he has written the testimonies of his own period.