Eflâtun rengi hayaller kuran bir "suskun"un sözleridir, bu roman. İşittiğini gören, gördüğünü dinleyen, dinlediğini sessizliğin büyüsüyle sırlayan ve tüm bunların görkemini hikâye eden bir adamın alçakgönüllü dünyasına misafir olacaksınız..
O ise, muzip bir tebessümle size eşlik edecek, sessizce... Sayfaları birer birer tüketirken, benzersiz erguvanî düşlerin "gerçekliği"nde semâ edeceksiniz ve bu düşlerden âdeta başınız dönecek. Hayat kadar gerçek, düş kadar inanılmaz bu dünyanın tüm kahramanlarının seslerini duyacak, nefeslerini hissedeceksiniz. Çünkü Suskunlar, sessizliğin olduğu kadar, seslerin ve sözlerin, yani musikînin romanıdır.
Türk yazardır. Lisans, master ve doktora eğitimini Ege Üniversitesi Felsefe Bölümü'nde yaptı. Aynı okulda öğretim üyeliğinden emekli olmuştur.
Her bir kitabının çok uzun araştırmalardan sonra yazıldığı içerdikleri ağır tarihi bilgi ile göze çarpar. Eserleri pek çok küçük hikâye etrafında örülmüş büyük bir roman biçimindedir.
Yazın biçim göndermeler içerir. Kabaca birkaç örnek vermek gerekirse Amat'taki İsrafil adlı çocuğun gemi borazancısı olup diriliş düdüğünü çalışı islamiyette kıyamet haberi olan borazanı çalacak meleğe, alt ambar toprak altına ve mezara göndermeler ya da modellemelerdir. Bu üslup okuyucuyu hem yetiştirir, hem geliştirir. Umberto Eco bu biçimde gelişen okuru ampirik okurdan ayırmaktadır. Her gerçek yazar aslında bu tip incelikli ve becerikli okurlar isteyecektir. Anar ise kendi okurunu kendi yaratmaktadır.
Puslu Kıtalar Atlası 20'den fazla dile çevirilmiş ve Kültür Bakanlığı tarafından tanıtılmıştır. Anar, 2009 yılında Erdal Öz Edebiyat Ödülü'nün sahibi oldu.
Okumuş olduğum ve Anarca yazılan kitapların bence en güzeliydi. Tüm kitaplarını bitirmek hedeflerimin arasında. Umarım gerçekleştirebilirim. Genel olarak diğer kitaplarının yanında pek sözü edilmiyor ve daha az beğenilmiş gibi görünüyor nedense. Kendine ait dilini yaratmasının yanında geçişlerin başarısı, olayların kademe kademe açılışındaki doğallık, hikayenin müzik terimlerine bire bir oturması, mistisizm... Anar'ın her kitabında okurken tiksindiğiniz bir veya birden çok hilkat garibesi çıkıyor karşınıza. Bu sefer de Rafael ve Tağut çıktı. Kafam hemen önceki kitaplarındaki ucubelere gitti. Ana hikaye bir yerde tümden fantastik bir alana doğru kayıyor. Aslında öyle olmasa da güzel olurdu yine. Hikaye bir şekilde masalsı olmayı sürdürmeyi başarırdı.
Puslu Kıtalar Atlası ve Amat kitabından sonra İhsan Oktay Anar'ın okuduğum 3. kitabı oldu. Yine çok beğendim. İç içe girmiş hikayesi, konusu ve anlatım dili usta işi. Gizem kitabın son sayfasına kadar bitmiyor, tempo hiç düşmüyor. Şahane bir hikaye anlatıcılığı.
Kesinlikle en az yabancı fantastik eserler kadar kaliteli bir kitap. Türk yazar olduğu için okuma konusunda kararsızsanız mutlaka bu kitabı okumalısınız. Yabancı yazarların fantastik eserlerinden geriye kalır yanı yok kesinlikle..
Ne çok konuşuyormuşum. Beşerden ne çok şey bekliyormuşum. Şaşar derlerdi, başta kendim şaşmışım.. Ummuşum güzeli, gözlerimi yummuşum. Ama hep durmuşum. Yalnızca iyiyi istemiş, kötüyü kovmuşum. Kötünün de derde derman, bazen yaranın da tene gerek olduğunu unutmuşum. Bana Eflatun hatırlattı. Evden çıkıp ‘gel’ diyene gittiğinde, kanaya kanaya yürüdüğünde, susup da anlattığında anladım. Bu dünyanın Batın’ı da var, Tağut’u da; Asım’ı da var Davut’u da. Kendi çukurunu kazmadan, o çukurdan çıkan toprak ele değmeyince eksik kalınıyormuş gördüm. . Suskunlar bana anlattı. Eksiğimi-gediğimi, hırsımı, akımı-karamı.. Eflatun’un üflediği neyden dinledim. On altıma döndüm, elime ilk neyi aldığım güne, üfler üflemez ses çıkınca hocamın bana dönüp gülümseyişini anımsadım. Ney ki sadece bir ses değil; bin nefes demek. Sazın dile döktüğü dert demek, bilirim. . Şimdiden sıradaki İhsan Oktay Anar kitabımı daha doğrusu yolculuğumu hazır ettim, bekliyorum.
Bu mu yahu cihannümaya sığdıramadığınız roman? Yirmi birinci asırda bu dil, bu biçem nedir? Dedeme okutsam zannımca mest olurdu lakin böyle bigâne bir lügatle 2021 yılında karşılaşınca yadırgayarak okuyor insan. Mamafih, şurada burada tesadüf ettim, efendim her romanda asgari elli kelime öğreneceğinizin teminatını veriyorum diye. Hayret bir şey! Kelimelerden fayda görmenizin teminatı da sanırım zaman makinesinin icadıyla müntesip. Binaenaleyh, bu tarz lügatin müptelası olan okurlar haz duymuş olabilirler fakat onlarla aynı kanaatte olmadığımı arz etmem lazım gelir.
Ben gibi anadili Türkçe olan, edebiyat sever bir tarihçi için İhsan Oktay Anar içinde seve seve boğulacağınız bir deryadır. Eğer Osmanlı Türkçesi ile daha önce tevarih-i ali osman kitapları, şeriyye sicilleri, fermanlar, beratlar gibi envaî çeşit kaynak aracılığıyla hemhâl olmadıysanız Anar'ın kitaplarında kullandığı dilden alabileceğiniz keyfi sadece hayal edebilirsiniz.
Hâl böyle olunca sadece Batın/Zahir, İsa/Tanrı, İncil (Başlangıçta şükût vardı), 7 Günah (Eflatun'un Galata Mevlevihanesi'nde son bulan arayışı), Yahuda (Zahir'i gammazlayan) Son Akşam Yemeği (Zahir'in kanlı iftarı) Lazarus'un Dirilişi (Lazar, ortaya çık! Buraya gerçeği de getir.) tasavvuf anlayışı (biz sana gel demedik!), Habil-Kabil hikayesi gibi bariz göndermeler değil, parantez içinde 'Allah saltanatını daim eylesin' kalıbı görmek bile ayrı bir mutluluk verir. Ne bileyim,Türk mimarîsi çalıştıysanız sizi Lale Devri İstanbul'una götüren mahalle tasvirlerindeki "eliböğründe" kelimesi ince ince sırıtmanıza neden olur.
"...Feylesof Pisagor'dan sonra kanunun en büyük üstadı..." betimlemesini gördüğünüzde içiniz gıcıklanır, "acaba anakronik mi?" diye sorarsınız. Hani kusur O'nun imzasıdır ya... Dayanamaz araştırır Pisagor'un filozofluğu dışında notaların matematiksel karşılıklarını hesaplamak için çekiçlerle çalınan kanuna benzer bir çalgı kullandığını öğrenirsiniz. Bu yöntemin zamanla modern akort sistemine evrildiğini görürsünüz.(https://en.wikipedia.org/wiki/Pythago...)
Gönderme yapmadan direkt adını verdiği Clavicymbalum adlı enstrumanın bir anlamda kilise orgunun atası olduğunu keşfeder. Kafanızdaki çarkları durduramaz, org'un uzuv/organ/enstruman anlamındaki Yunanca όργανον (organon)'ndan geldiğini, daha sonra bu kelimenin Arapçaya "erkanun" (أرقانون) diye geçtiğini onun da kânun adlı enstrumana dönüştüğünü görürsünüz.
Uzun parmakları nedeniyle bu entrumanı çalmada herkesten iyi olan, müzik üstadı Pereveli Cüce Efendi'nin II. Ahmet döneminde İstanbul'a yolu düşmüş bir devşirme olduğunu okuyunca aklınıza ister istemez Dimitri Kantemiroğlu gelir. (https://tr.wikipedia.org/wiki/Dimitri...)
Serde tarihçilik olunca Yedikule Kâhin'inin okuyarak orucunu açtığı Badül Tabiyye kitabının aslında Aristo'nun Scale Nature'si (?) olduğu öğrenene kadar durmazsınız. Daha da böyle gider bu...
Amma velakin Klasik Türk Müziği ile ilginiz pek yoksa "Musıkî sessizliğin taklididir" cümlesini okuyunca aklınıza sadece Erkan Oğur gelir. Ve Suskunlar'dan alabileceğiniz keyfi maksimize edemediğiniz için üzülürsünüz zira makamlar, ölçüler falan öyle iki araştırmayla öğrenebilecek şeyler değildir.
Velhasıl; İhsan Oktay Anar, bu kadar bilgiyi böyle güzel harmanlayıp anadilimizde bize sunduğu için çok şanslıyız çok. Ömrün uzun olsun Uzun İhsan Efendi!
Kitabın son sayfasını da okuyup kapatınca vay be nasıl bir hayal gücü, nasıl bir zeka diye hayran hayran düşüncelerle uzaklara dalıyorsunuz. Öyle bir atmosferin içine alıyor ki sizi, buram buram tarih, felsefe, tasavvuf satırlarında ilerliyorsunuz. Tabii yer yer Osmanlıca kelimeler olması beni de zorladı. Gidişata göre tahmin ettikleriniz de oluyor tamamen sözlük açıp okunmalı demiyorum ama ihtiyacınız oluyor. E o kadar emek vererek okumak da ayrı değerli kılıyor okumanızı. Kalın Musa, musîki üstatları, Mevlevihaneler, hayaletler, semazenler, büyüleyici ney sesleri eşliğinde harika bir okuma serüveni oldu benim için. İhsan Oktay Anar’ın eserlerine mutlaka devam edeceğim. Sizlere de heyecanla öneririm. Youtube kanalım: https://www.youtube.com/user/ayseum
Ben bu adamın kurduğu dünyaları, karekterleri, ince mizahını ve çokça dantel gibi etrafımızı saran ironilerini çok seviyorum. Galiz kahramandan sonra şimdi de Davut. Gerçi beni cüce imam daha çok etkiledi ama olsun. O kadar çok karekter varki kitapta. Ya daha kalın olmalı ya da bazı karekterler için başka bir kitap yazılmalı diye düşündüm. Gerçekliğinden bir dakika şüphe etmeden şahit oldum dünyasına. Her şey gözümün önündeymiş, ben görememişim. Bu arada Kalın Musa bildiğin hepimizin muhakkak en az bir tanıdığı değil mi ya ?
ihsan Oktay Anar'ı üst üste okuyunca ve kitapları hakkında üst üste yazmaya çalışınca fark ettiğim bir şey var: Bu yazılar birbirine çok benzer oluyor, iki kitap hakkında söyleyeceğim hemen her şey birbirine benziyor. İki kitap birbirinden konu ve hikâye olarak epey farklı dursa da, bu Anar'ın alışık olduğu biçimden vazgeçmemesinden, ama o biçimin temel problemlerine de çare üret(e)memesinden kaynaklanıyor.
Diğer kitaplarında da olduğu gibi roman mühendisliğiyle Anar neredeyse hiç ilgilenmiyor. Eserin ritmi, ahengi, müziği sürekli değişiyor. En sonda hikâyenin akışına üç cümle fayda sağlayacak diye onlarca karakterin yirmişer sayfalık hikâyelerini okuyoruz, bu hikâyeleri genellikle sevsem de bir roman için bunun kusur olduğunu düşünüyorum. Evet, bu yazarın tercihi, bile bile yaptığı bir şey ve okuyucuların büyük kısmı da bunu seviyor; ama ben bunu kusur olarak görüyorum. Çünkü bu kalabalıkta kimseyi tanıyamıyor, anlayamıyor, empati yapamıyoruz. Bu hikâyeler yine de anlatılacaksa, bu sayfa sayısını yetersiz buluyorum.
Değindiğim gibi, Anar'ın romanlarında roman mühendisliği her zaman problemli olur. Ama bu kitap özelinde daha büyük bir problem görüyorum. Üstelik biraz araştırınca genellikle beğenilmiş bir şey bu: Kitabın tüm ikinci yarısını kaplayan, tüm karakterlerin hikâyenin sonunda bir yer bulması. Hikâyeye bağlanabilmeleri adına yazar her şeyden vazgeçiyor ve sadece bununla ilgileniyor. Evet, dünyanın altı farklı yerinden yürümeye başlayıp aynı gün aynı saat aynı dakikada bir yere varan insanlar bize nasıl büyüleyici gelecekse, bu da öyle büyüleyici bir bakıma, ama roman bundan fazlası. Eflatun'un 60 küsur sayfalık yürüyüşü de aynı şekilde: Kötülüklerin içinden iyiliği bulması görkemli olsa da, eserin ritmi açısından kusurlu.
Diğer tüm kitaplarında olduğu gibi Anar'ın yazarlığı yine problemli. Her üç cümleden birine bağlaçla başlaması kitabın tüm akıcılığını öldürüyor. Arada sırada fanzin seviyesinde "Ama o da ne! Karşısındaki bir hayaletti!" minvalindeki cümleleri hikâyelerin absürtlüğü kurulan bir "ucuzluk" numarası olarak değerlendirsem de, bazı noktalarda ipin ucunun kaçtığını hissediyorum. Tabii yalnızca bir tahmin ama yazarın bu durumun farkında olduğunu, o günlük hayatta hiç karşımıza çıkmayan meşhur Anarca kelimeleri de bunu gizlemek için bir telafi ve saklama metodu olarak kullandığını düşünüyorum. Yine de hiçbir gelişme yok değil: Anar'ın ilk dönemi diyebileceğimiz ilk üç eserinde diyaloglar çok basit ve yapay iken, Amat ve Suskunlar'da diyaloglar gerçekçi ve başarılı. Aynı zamanda inanılmaz bir mizah kabiliyetine sahip, ben mizahı bu kadar iyi kullanabilen başka yazar tanımıyorum. Tabii bence mizahın dozu biraz azaltılıp eserin altmetnine daha fazla ağırlık verilmeli.
Devam eden bir diğer problem de kurgu sorunu. Anar müthiş bir hikâyeci olsa da kötü bir kurgucu bence. Yani tüm o güzel hikâyeleri yazar cümleleriyle gerçek kılarken dengeyi koruyamıyor, ya fazla aceleci davranıyor ya da önemli şeyleri önemsizleştiriyor. Evet, Anar masalsı, gerçeküstü bir dünyayı bize anlatıyor ama önemli olan eserin iç dengesi, inandırıcılığı. Anar bunu ıskaladığını düşünüyorum. Örneğin Segâh bölümünün başlarında, İbrahim Dede Efendi ile Davut malum eser hakkında konuşuyorlar ve sonrasında şöyle bir şey oluyor: Davut giderken İbrahim Dede Efendi ona şu ihtarda bulundu. "Bu şehirde çok kötü şeyler olacak. Kendini ve Sevdiklerini kolla!.." Hayalete tamam, büyülere, kâhinlere tamam ama buna hayır. Kimse kimseyle bir eser hakkında uzun uzun konuştuktan sonra tam kapıda "Çok kötü şeyler olacak," demez. Yani Davut "Tamam o zaman İbrahim Dede," deyip yoluna mı gitti bu cümleden sonra? Hollywood klişesi bunlar. Üstelik cımbızlamıyorum, kitabın içinde bolca mevcut böyle şeyler.
İhsan Oktay Anar, hikâyeyi anlatırken bolca göndermeye başvuruyor. Son akşam yemeğinden Adem ve Havva'ya, mitolojinin içine dalıp çıkıyor. Bunların da dozunun kaçtığını düşünüyorum. Tabii bu odaklanılması gereken şeylere odaklanılmamasından kaynaklanan bir durum olabilir. Sanki Anar bu oyunlara kafa yorduğu kadar romanın iç dengesine, karakterlerine kafa yorsa ortaya çok daha muhteşem bir şey çıkacak.
Aynı şekilde kusur meselesinin üstünkörü geçildiğini düşünüyorum. Söylediği şeyleri temellendirmeye hiç kalkışmıyor yazar. Eğer "Kusur üslubun anasıdır,"* diyecekse yazar, bunu tıpkı bu cümleyi Benim Adım Kırmızı'da yazan Orhan Pamuk gibi önemsemeli, kitabının içinde yer vermeli. Üstelik bu kusur meselesinin de Anar'ın söylediği gibi olduğunu düşünmüyorum. Benim Adım Kırmızı'da da anlatıldığı gibi, kusur yaratıcının varlığından gelir. Bilmeden, kafası öyle çalıştığı için kusur şahsiyettir. Basit teknik problemler üslup değildir.
Her şeyin ötesinde, esas sorun şu: Anar'ın kitaplarını okuduktan sonra kendimde bir değişim hissetmiyorum. Anar beni değiştirmiyor, yalnızca eğlendiriyor. Bu da önemsiz değil elbette, ama diğeri kadar da önemli değil. İhsan Oktay Anar çok büyük bir hikâyeci olsa da bir romancı değil, bir düşünür hiç değil.
Kitap Mevlana’dan bir alıntı ile başlıyor; ‘’Kulak eğer gerçeği anlarsa gözdür.’’
Ne kadar anlatılırsa anlatılsın eksik kalacak kadar derin bir kitap olmuş. Yegah, dügah ve segah olmak üzere üç bölümden oluşuyor. İhsan Oktay Anar hikayesini anlatırken bizi o döneme resmen götürüyor. Sultan Ahmet, Çemberlitaş’tan Karaköy’e inip oradan Galata içerisinde adım adım gezdiriyor. Ağırlıklı olarak kullandığı eski Türkçe ve Osmanlıca kelimelerden çoğunu bilmememe rağmen okurken hiç rahatsız etmedi. Hatta sayesinde birkaç kelime sözcük dağarcığıma ekledim. Kitabın içerisinde muazzam bir dinginlik mevcut. Her sayfasında o ney’in mucizevi sesini duyar gibi oldum. Biraz aradan sonra tekrar tekrar okunası.
‘’Belki de susmak, gerçeği anlatmanın tek yoluydu.’’ İle kitabını bitiriyor.
Başlangıç cümlesi ile bitiş cümlesi arasındaki diğer sayfalar içerisinde inanılmaz bir dünya sizi bekliyor.
Puslu Kıtalar Atlası'nda olduğu gibi; diliyle, kurgusuyla, tarihi altyapısıyla sizi yakanızdan tutup eski İstanbul'da maceralara sürükleyen bir kitap. Kitabın konusu hakkında bir şeyler söylemek oldukça zor. Bir kaç cümleyle anlatılamayacak kadar etkileyici bir olay örgüsü ve değindiği onlarca konu var zira. Musikiden, tasavvuftan, aşktan, hayaletlerden ve daha pek çok konudan örülü bir masal adeta...
Kalın Musa Neyzen Eflatun Davut Cüce Efendi Batın ve Zahir İbrahim Dede Tuğut,Rafael
Öte yandan kaynağı ekşi sözlük olan şöyle bir bilgi mevcut: "İşin asıl kaynağı Mevlâna Celaleddin’in lakabının hamûş [suskun] olmasından gelir. Hamûşân ise, suskunlar anlamına geldiği gibi, aynı zamanda ölüler/göçmüşler anlamına da gelir. Bunun yanında, zannımca semâ edenler de birer hamûşândır, suskundurlar, sadece dönerler." Suskunlar adının buna atıfta bulunma ihtimali de akla yatkın geliyor. Kaynağı her ne olursa olsun, müzik üstüne bir kitabın adının Suskunlar olmasındaki naif ve ironik duruş oldukça hoşuma giden bir durum.
Yazarın tüm kitaplarını okumam gerektiğine bir kez daha kanaat getirmiş oldum bu kitapla beraber. Özetle; İhsan Oktay Anar okuyun, okutun!
"Belki de susmak, gerçeği anlatmanın tek yoluydu" (s. 268).
Okuduğum ikinci İhsan Oktay Anar kitabı Suskunlar oldu ve ben gittikçe Anar'a bağlandığımı hissediyorum. Büyülü bir dünya kuruyor ve o dünyaya sizi de ister istemez dahil ediyor. Siz de o dünya ile birlikte büyüleniyorsunuz. Anar'da okumayı sevdiğim bir diğer şey birçok hikâye ve kişiyi anlatıp bir noktada bunları ustaca bağlaması. Bunu becermek -bence- kolay değil, başka kitaplarda bu tür bağlamaların bana zorlama geldiği olur; ancak okuduğum iki Anar kitabında da bunu hissetmedim. Bunlara ek olarak Anar, çeşitli filozofları ve fikirlerini hikâyesinin içine çok güzel yediriyor. Felsefeye az da olsa merakı olanlar kitapta buna dair ipuçlarını görünce mutlu olacaklardır, eminim. :)
Yine çok derin araştırmalar, yine sayısız referans, yine bir kitap mı okuyorum yoksa yüzlercesini aynı anda mı okuyorum hissi, yine muhteşem bir kurgu, yine muhteşem bir kitap.
Suskunlar, İhsan Oktay Anar tarafından 2007 yılında yazılmış, yine Osmanlı dönemlerinde geçen ve bir koşuşturmacayı anlatan bir kitap. Bu kitabı genelde yorgun olduğumda ve iş yerinde öğlen aralarında fırsat bulabildikçe kısa süreler ayırarak okuyabildim. Bu nedenle midir emin değilim ancak İhsan Oktay Anar’ın diğer kitaplarından aldığım zevki alamadım. Buna benzer yorumları başka arkadaşlarım da yaptı sonrasında. Bir nedeni de diğer kitaplarını okuduktan sonra beklentimi çok yüksek tutmam da olabilir. Yine de bir İhsan Oktay Anar kitabı olarak okunması gereken kitaplar arasında. Yorum yapabilmek için öncelikle okunmasını tavsiye ederim.
Kitap boyunca bir cinayetin çözümü ile uğraşılmakta, çözümü ise çok farklı bir şekilde ortaya çıkmakta.
Reviewed on October 23, 2014 Updated on December 29, 2014 Plot 7/10 Characterization 5/10 Style 6/10 Setting 6/10 Entertainment 6/10 Overall: 3.0/5.0
Kalın Musa onları yine de kırmamış, anlayışlı bir aile büyüğü gibi şunları söylemişti: "Helva istemekte haklısınız. Ama biraz daha sabredin. Karşı komşumuz Hilmi Efendi'nin kayınpederi Rıza ölüm döşeğinde. Birkaç güne kalmaz son nefesini verir. Zavallı bizler de iftarda rahmetlinin helvasını yeriz." Syf. 25 Kalın Musa bazı hayvanları severdi. Bunların en başında fırında kuzu geliyordu. Eti az buçuk yağlı olan süt danaya da hayır demezdi. Ama daha ziyade, fırınlanmış tavuğa bayılırdı. Syf. 26
İhsan Oktay Anar'ı sevmeyenler anlayamıyorum; asla anlayamayacağım. Onu sevmemek için geçerli nedenler aradım. Bulamadım. Dilini anlamıyorum diyenlerle zaten işim olmaz. Gidip 300 kelimeyle yazılmış -daha doğrusu çevrilmiş- üçüncü sınıf çoksatanları okusunlar.
Bu adamın hayal dünyası, genel kültürü, birikimleri eşine az rastlanacak düzeyde. Bir kez daha hayran kaldım. Bir kez daha hayran oldum. Dilerim ki çok yaşasın, çok yazsın. Bu kitapla ilgili de biraz konuşacak olursam, bugüne dek okuduklarım içinde en karmaşık olay örgüsüne sahip olan kitaptı. Ya da benim kafam çok dolu olduğu için kitaba veremedim kendimi. Çok fazla karakter, çok fazla mekân, çok fazla zaman vardı. Ama bu kitabı anlamama engel olmadı; yalnızca biraz kafamı karıştırdı.
Edebiyatın ve dilin olanaklarını neredeyse sonuna kadar kullanmış. Olduğum yerden okumuyorum da anlattığı yerden izliyorum gibi hissettim. Olayların gelişmesini kendi hayatımı etkileyecekmiş gibi merakla bekledim. Mistik yanları da var hikayenin ama onlar da hiç gözüme batmadı. Sonuç olarak; İhsan Oktay Anar'ın anlattığı hikayeyi de anlatış seklini de sevdim.
Puslu Kıtalar Atlasına bayılmıştım. Suskunlar’da aynı zevki alamadım. Takip etmekte zorlandım ve zaman zaman sıkıldım. Belki de zamanı değildi, ileri bir tarihte yine okuyabilirim.
Orhan Pamuk, bir röportajda kendisine yöneltilen “En mutlu olduğunuz an?” sorusuna şu cevabı veriyor: “ Bir kitabın, filmin içinde kendimi unutup tamamıyla o kitabı, o filmi kendim yazmışım gibi hissettiğim; kendimi edebiyatın, kurgunun, filmin içinde kaybettiğim andır en mutlu olduğum an” İhsan Oktay Anar eserleri için çokça sahiplenirim bu cevabı. Eseri kendim yazmışcasına bağrıma basmak sadece Anar eserlerini okurken karşılaştığım bir durumdur çünkü. Dokuz sene geçmiş üstünden, üniversite birinci sınıftayım ve Türk Dili dersi için hoca Puslu Kıtalar Atlası’nı önermiş. Ben de tarih eğitimi almama rağmen okumakla alakası olmayan standart bir ergenim o zamanlar. Vize notum felaket ve finali vermemin tek yolu o kitabı okumak. Ikına sıkıla elime aldığım kitabı bir gecede hatmettim ve ondan sonra elimden kitaplar düşmez oldu. Başlangıçta tarihçi zannediyordum Anar’ı. Felsefe kürsüsünde görev yaptığını öğrenince bir kere daha şaştım ve hayranlığım katlandı. Osmanlıcaya bu kadar hakim olabilmesi müthiş bir disiplin meyvesinden başka bir şeyle açıklanamazdı çünkü. Neden sonra bölümdeki Osmanlıca derslerine asıldım, hiç ilgi duymadığım ders benim için üniversitenin kazandırdığı en büyük nimet oldu. Ve bu adamla çağdaş olmanın hazzını her şeyin üstünde tutarım halen. Türk Dili dersimize giren okutman Sibel Hoca -soyismini anımsayamıyorum- hem zarafetiyle hem beni İhsan Oktay Anar ile tanıştırması sebebiyle ömrümce unutmayacağım yegane insanlardan olacak. Üniversite son sınıftayken onu kantinde gördüğümde koşarak yanına gidip bunlardan bahsettiğimde gözlerinde beliren ışık ise ömrüm boyunca insanlara, öğrencilerime okuduğum ve izlediğim -tanık olduğum- her güzellik zerresinden bahsetmeme sebep oldu. Hayat çok güzel insanlarla dolu!
Anar'ın son kitabı sanıyorum mistisizm konusunda yapmış olduğu araştırmaların alegorik bir sonucu. Derli toplu olduğu söylenemez, hoş yararlandığı kaynaklar da herhangi bir derli-topluluğu baştan silecek kıymette. Kaldı ki, alegorik dedik diye şu-şunu bu-bunu temsil ediyor demek bazı karakterler için mümkün görünse de genelde pek değil. Zahir-Batın tamam gayet açık da, şu Tağut ve son sayfada aynada görünen "uzun boylu çekik gözlü" tip ne oluyor? Aklıma ister istemez uzun bir mistik geleneğin en başlarına dönük bir gönderme geliyor uzakdoğu taraflarından ama "adlandırmamak" adına fikrimi belirtmeyeceğim :)
Тази книга е движение - от звук�� на уда, преливащ в шепот на изгубени души, през шумните приказки на турските пазари, движението на пръстите по броеницата, издигащия се нагоре дим от енфието - до извивките на изпадналия в транс танцьор, от младежкия авантюризъм до мъдростта на имама. И сякаш тук въртенето в кръг приема друго измерение - посочва възможни пътища, които обещават бъдеще. И всичко е с еднаква възможност за сбъдване - от молитвите в джамиите до странстванията на безбожните демони, та нали всяка точка от окръжността е на еднакво отстояние от центъра.
“Kâhin, görebilen tek gözüyle aynaya baktı ve Eflâtun'u gördü. Bu efendi, sessizliği sessizce dinleyerek, Galata Mevlevihânesinin mutfak-ı şerîfindeki dibekte kahve dövme işini bırakmadı ve hiçbir zaman da bir Mevlevi dedesi olmadı. Bu onun, olduğu kişi olmaya devam edeceği anlamına geliyordu. Seneler sonra kalbi durduğunda, defnedileceği yer de belliydi: Dergâhtaki Suskunlar Hazîresi.
Kâhin, görebilen tek gözüyle aynaya baktı ve uzun boylu, çekik gözlü o adamı gördü. Bunu görmek, kendisi gibi diğerlerinin de içinde yaşadıkları o dünyadaki asıl hakikati görmek demekti. Gözün görevinin görmek değil, hakikati görmek olduğunu söyleyen âlim aklına geldi. Hakikati gören gözün başka hiçbir şey görmesine gerek yoktu. “(s.268)
"Cüce, beyaz ut ("ut queunt laxis" - do) anahtarı ile, fa'dan yarım perde daha tiz (diyez) ses veren bir siyah anahtara aynı anda bastı. Çıkan ses, kendisini çağıran o uğursuz sesin aynısıydı. Böylece, "musikideki şeytan" ruhuna giriverdi. "
---
"The name "diabolus in musica" ("the Devil in music") has been applied to the interval from at least the early 18th century. Johann Joseph Fux cites the phrase in his seminal 1725 work Gradus ad Parnassum, Georg Philipp Telemann in 1733 describes, "mi against fa", which the ancients called "Satan in music", and Johann Mattheson in 1739 writes that the "older singers with solmization called this pleasant interval 'mi contra fa' or 'the devil in music'"
İhsan Oktay kitaplarını arka arkaya okuyorum inanılmaz keyifli oluyor. Suskunlar, yazarın yine kendisiyle alakası olmamasına rağmen bu işin üstadı gibi aktardığı bir konuya bağlı, o da ''musiki.'' Ben Kitab-ül Hiyel'de yazarın çizimlerini aşırı beğenmiştim burada da musiki makamları, Habil ve Kabil gibi ince detaylar mest etti diyebilirim. Romanımız yine birçok hikayeyi derin düşünceye sevk eden bir yere bağladı. Şunu söyleyebilirim; bu romanlardan -hangisi olduğu fark etmez- birisini sinemada izleme imkanımız olsa inanılmaz bir şölene şahit oluruz. Övmelere doyamadım :)
zihni sürekli uyanık tutan bir anlatım. ne uzun ne kısa betimlemeler tam sıkılacağınız an bitiyor. istanbulu az çok bilenler için (bazıları mevcut olmasa dahi) mekanlar kafanızda canlanabiliyor.
olayların beş altı koldan gerçekleşmesi en çok hoşuma giden tarafıydı.
çokça şey öğreten bir kitap; sadece bir hikaye gibi değil, hikaye içinde geçen terimler sizleri öğrenmeye teşvik edici, bilgilendirici şeyler.
Harikulade Sanırım 1 günde bitirdim! Nedense bana Benim Adım Kırmızı havası verdi biraz; alakası olmasa da yine aynı zamanlarda geçen iki farklı zanaat. Biri nakkaşlık biri de muzisyenlik daha doğrusu musiki ustası diyelim. Yine cinayetler, yine esrarengiz olaylar. Bu romanı okuması çok daha kolay ve sürükleyici lakin.
Anar’ın romanı kurgulamada bence çok ciddi sıkıntıları var, yani genel hikayeye çok az hizmet eden şeyler/kişiler sayfalarca anlatılıyor. Hele ki kullanmakta ısrar ettiği Anarca kelimeler beni rahatsız ediyor. Bu kitabın bitirilişini de açıkçası saçma buldum. Kitap bana ne kattı bilmiyorum ama okumasam da olurmuş gibi hissettim bitirince.