Ülke 12 Mart arefesindedir. Öğrenci çatışmaları, üniversite işgalleri, forumlar... Romanın kahramanları, olaylar karşısında saf tutmaya ya da tutmamaya çalışan “akademikler”dir. Bir üniversitede gelişen olaylar, bir matematik profesörünün, Server Gözbudak’ın “hatırat”ından nakledilir. Oğuz Atay Eylembilim’de, Cevat Çapan’ın “Oğuz Atay’a Mektup”ta belirttiği gibi, kara mizah gösterilerinden birinin daha doruklarına ulaştırıyor bizleri...
Oğuz Atay (1934–1977) was a pioneer of the modern novel in Turkey. His first novel, Tutunamayanlar (The Disconnected), appeared 1971-72. Never reprinted in his lifetime and controversial among critics, it has become a best-seller since a new edition came out in 1984. It has been described as “probably the most eminent novel of twentieth-century Turkish literature”: this reference is due to a UNESCO survey, which goes on: “it poses an earnest challenge to even the most skilled translator with its kaleidoscope of colloquialisms and sheer size.” In fact one translation has so far been published, into Dutch: Het leven in stukken, translated by Hanneke van der Heijden and Margreet Dorleijn (Athenaeum-Polak & v Gennep, 2011). It appears also that a complete English translation exists, of which an excerpt won the Dryden Translation Prize in 2008: Comparative Critical Studies, vol.V (2008) 99. His book of short stories, Korkuyu Beklerken, has appeared in a French translation by Jocelyne Burkmann and Ali Terzioglu as En guettant la peur, Paris, L'Harmattan, March 2010.
He was born October 12, 1934 in İnebolu, a small town (population less than 10,000) in the centre of the Black Sea coast, 590 km from İstanbul. His father was a judge and his mother a schoolteacher, thus both representative of the modernization of Turkey brought about by Atatürk. Although he lived most of his life in big cities this provincial background was important to his work. He was at high school in Ankara, at Ankara College until 1951, and after military service enrolled at Istanbul Technical University, where he graduated as a civil engineer in 1957. With a friend he started an enterprise as a building contractor. This failed, leaving him (as such experiences have for other novelists) valuable material for his writing. In 1960 he joined the staff of the İstanbul Academy of Engineering and Architecture, where he worked until his final illness; he was promoted to associate professorship in 1970, for which he presented as his qualification a textbook on surveying, Topoğrafya. His first creative work, Tutunamayanlar, was awarded the prize of Turkish Radio Television Institution, TRT in 1970, before it had been published. He went on to write another novel and a volume of short stories among other works.
He died in İstanbul, December 13, 1977, of a brain tumour. He spent much of his last year in London, where he had gone for treatment. He is buried in Edirnekapı Martyr's Cemetery. He married twice, and is survived by a daughter, Özge, by his first marriage.
Atay was of a generation deeply committed to the Westernising, scientific, secular culture encouraged by the revolution of the 1920s; he had no nostalgia for the corruption of the late Ottoman Empire, though he knew its literature, and was in particular well versed in Divan poetry. Yet the Western culture he saw around him was largely a form of colonialism, tending to crush what he saw was best about Turkish life. He had no patience with the traditionalists, who countered Western culture with improbable stories of early Turkish history. He soon lost patience with the underground socialists of the 1960s. And, although some good writers, such as Ahmet Hamdi Tanpınar, had written fiction dealing with the modernisation of Turkey, there were none that came near to dealing with life as he saw it lived. In fact, almost the only Turkish writer of the Republican period whose name appears in his work is the poet Nâzim Hikmet.
The solution lay in using the West for his own ends. His subject matter is frequently the detritus of Western culture — translations of tenth-rate historical novels, Hollywood fantasy films, trivialities of encyclopaedias, Turkish tangos.... — but it is plain to any reader that he had a deep knowledge of Western literature. First come the great Russians, particularly Dostoevsky, with a particular liking for Ivan Goncharov's Oblomov: he was not alone in seeing a peculiar affinity betwee
Eylembilim'in kendisinden çok, Oğuz Atay'ın yakın dostu, evinde vefat ettiği Altay Gündüz'ün "Eylembilim"e yazmış olduğu sonsöz kapsamındaki "Oğuz'un Hayali" adlı bölüm bitirdi beni. Bu sadece "Eylembilim" için yazılmış bir sonsöz değil, büyük yazarın 7 kitaplık bütün eserlerinin sonuna düşülmüş bir not bence. O yazıyı okurken, Oğuzumuzun beyninde ilk tümörün fark edilmesi, radyoterapisi kemoterapisi, ameliyatları, yitişi. Sonra ufacık bir tuvalette hayatının son buluşu. Yazarken bile gözlerim doldu. O yüzden bu bitmemiş romanla ilgili, yazıldığı dönemlere ilgili yazarın içinde bulunduğu durumları göz önünde bulundurduğumdan çok objektif yorum yapamayacağım. Yusuf Atılgan'ın kalp krizi ile yarım kalan romanı "Canistan" hiç buruk değildir mesela. "Canistan" kendi içinde bitmiştir, tamamlanmıştır, belki de planlandığı halinden daha güzel kalmıştır. Ya da Tanpınar'ın "Aydaki Kadın'ı". Albert Camus'ün trafik kazasında hayatını kaybetmesinden sonra, olay yerinde enkazın altından çıkarılan roman taslağı "İlk Adam" bitmemiş haliyle tüm zamanların en başarılı romanlarından biri olarak görülmektedir. Bu gibi örnekler vardır. Ancak Atay'ın kitapla kurduğu bütünlüklü ilişki buna izin vermiyor. Daha söyleyecek neyi vardı diye insanın içini kemiriyor merak. Tutunamayanlar'ı, Tehlikeli Oyunlar'ı yazan bu adam Eylembilim'i nereye götürecekti diye meraklanıyor. Heralde bitirmiş olsaydı, bu kitap en tartışılan, hiciv manasında en suya sabuna dokunan kitabı olurdu. Bu haliyle bile çok sözünü sakınmadan, Türkiye'nin en sıcak yıllarında akademi içerisindeki cambazlıkları çok iyi aktarmış usta.
Benzersiz yazarımız Oğuz Atay’ın bu kısa ve de tamamlanmamış son romanı, 1970’lerde ülkemize çok gündemde olan eylem ile bilim (üniversitede politika da diyebiliriz kabaca) ilişkisini ya da çelişkisini ele almış. Yine o harika ironik üslubuyla... Yine birey olamayışımızı, yarım aydınlarımızı, sığ eylemcilerimizi, yer yer gerçeküstü bir havada, dalga geçercesine ama zekice anlatarak... Böyle bir yazarı, dehayı 43 yaşında kaybetmiş olmamız ne büyük bir talihsizlik... Bu arada kitabın enfes birer önsöz ve sonsözü var, okurken duygulanmamak eldedeğil.
yaşamak da eylemdir. ölmek de eylemdir. DEVRİM de eylemdir. peki oğuz atay bu kitabında hangi eylemi anlatmak istemiştir? bu sorunun cevabını belki hiçbir zaman bulamayacağız. keşke daha uzun yaşasaydı daha cok yazsaydı daha çok bizi bize anlatsaydı. huzur içinde yat üstad.
Oğuz Atay’ın tamamlayamadığı bu romanı ölümünden hemen önceki tüm canlılığını taşıyor. Sanki kendini anlatmış gibi bir akademisyen Server Gözbudak… Altay Gürbüz’ün son sözü inanılmaz etkileyiciydi. Son anlarını okurken gözlerim dolu dolu oldu. O yarım kalmış roman resmen içime oturdu. Hayatta yapmak isteyip de yarım bıraktıklarım hala yaşıyorken bana dert oldu. Cevat Çapan artık önsöz yazmasın diye de bir yandan bağırmak istedim bu kitapta da. Sanki aptalmışız gibi her şeyi detaylandırması hiç hoşuma gitmedi.
Eylembilim, Oğuz Atay’ın diğer eserlerine göre daha az deneysel olsa da anlatıcının yer yer değişmesi ve kendine has ironisiyle, Atay’ın edebiyatının izlerini de fazlasıyla taşıyan bir yarım roman. 12 Mart günlerinde üniversiteye ve politikanın üniversite koridorlarına yansımasına odaklanan yazar, merkeze bir matematik profesörünü alarak, o ve onun çevresi üzerinden kimlik arayışında kaybolup gitmiş yarı aydın tipine yönelik eleştirisine devam ediyor. Doğu-Batı, geleneksel-modern vs. gibi Atay’ın irdelemeyi sevdiği karşıtlıklar kitapta bolca mevcut. Eylembilim’in farkı Atay’ın belki de ilk kez bu kadar doğrudan politikaya değinmesi. Eğer tamamlansa yine böyle mi olurdu merak etmemek elde değil.
bir bakıma oğuz atay'ın kendiyle yüzleştiği roman denilebilir. romanda devrimci eylemleri bırakıp bilim yapmaya başlayan bir adamın bu iki hayatı arasında gidip gelişleri anlatılır. ki bilindiği gibi atay da solcu hareket içinde yer alıp bir süre sonra arkadaşlarından ayrılmış, daha ziyade edebiyatla ilgilenmeye başlamıştır. ki belki de fernondo pessoe'nun anarşist banker'ini okuduktan yahut orda anlatılan hikayeyi yaşadıktan sonra yazılmaya başlanmış bir hikaye server gözbudak'ınki. ya da değil de bizde ilk bakışta böyle bir çağrışım yaptı.
ancak romanın sonu(esasında sonu diyemiyoruz çünkü bitip bitmediğini bilmiyoruz), en azından yazılı son sayfasında anlıyoruz ki server beyimiz bu iki hayatını da arkasında bırakıp, tanıştığı genç bir kızla bir yerlerde bir şeyler içmeye gidiyor. bundan nasıl bir çıkarımda bulunuruz? şöyle: oğuz atay'ın karakterleri balzac'ınki gibi sarsılmaz ve değişmez temeller üzerine oturtulmamışlardır. bir karekter sadece saflığı bir başkası da sadece kötülüğü simgelemez. daha ziyade dosto gibi içinde hem iyilik hem kötülük hem de boşvermişlik ,kadere karşı çıkma eğilimi taşıyan, daha gerçek, daha insani karakterler yazar oğuz atay. bu kitaptaki server bey de öyledir.
bir başka açıdan değerlendirecek olursak, eylembilim, atay'ın en somut konulu, en derli toplu eseridir. deyim yerindeyse makineli tüfekle taramak yerine nokta atışı yapar.
in my humble opinion, eylemci gençlerimize doktorcu abileri, hocaları, vs. tarafından ücret-fiyat- kar'dan önce okutulması gereken romandır eylembilim. zira o eylemci gençler ilerde muhtemelen nelerle karşılaşacaklarını, yaşayacakları ruhsal durumun önizlemesini bu romanda bulabilirler.
İlk olarak, ne bekeleyeceğimi bile bilmeden Tutunamayanlar'ı okuyarak başladım Oğuz Atay okumaya. Bitirdiğim bu kitabıyla yazdığı her şeyi okumuş oldum. Kitaplarını erteleyerek zaman geçirdim çünkü yazdığı yeni bir şeyleri okuyamayacak olmak beni inanılmaz üzüyordu. Şimdi bitti. Bu yıllar içinde Oğuz Atay tartışmasız en sevdiğim yazar oldu.
Entellektüel birikimi, Türk diline olan hayranlık derecesindeki ustalığı, sıra dışı bakış açısı, okurunu her kelimesinde kendine döndürüp sorgulayan kitaplarıyla yazar bambaşka biri. Erken vefatı bence ülkemiz için büyük bir kayıptır.
Eylembilim maalesef yazarın vefatıyla yarım kalmış, olgunlaşma aşamasında koparılmış bir mevye gibi kimsesiz kalmış. Kitabın sonunda, yazarın evinde onulamaz bir beyin tümöründen vefat ettiği arkadaşının kısa bir mektubu var, okuyanın üzüntüsüne üzüntü katıyor. Yarıda kalmış da olsa yazar tarzı ile etkiliyor.
Oğuz Atay'ın hiç bir kelimesi israf edilmemeli, kaçırılmalı bence.
Oğuz Atay'ın ya da kitaplarının üzerine ne söylenebilir ki? Her kitap zamanla başa çıkmış, bugün yazılmış kadar güncel, çarpıcı, derinlemesine tahliller içeren bir roman Eylembilim de... Kitaptan her okuru çarpabilecek çok sayıda paragraf var... Her günümüzü anlatan, “Kötülükler yazılmazsa, insanlar bu kötülükleri duymazlardı, bu kötülükleri öğrenmezlerdi. Devlet Baba, sevgili çocuklarını ‘muzır cereyanlar’dan aynı titizlikle koruyordu. Yahu böyle şey olur muydu? Buna çocuklar gülerdi.” ya da “… düşünceleri yüzünden kimse yargılanamaz. Bu, anayasal bir haktır.” Bitmemiş olsa da, tekrar tekrar okunacak bir roman Eylembilim...
Okumadığım son kitabını da okudum nihayet. Şimdi yazsa akademik dünyayla ilgili dalga geçecek çok daha fazla malzeme bulurdu, eminim. Tahmin ediyorum tamamlasaydı yayınlamadan önce politik kısımları törpülerdi Tehlikeli Oyunlar'da yaptığı gibi. Yarım kalmışlık hissi de bıraktıysa da, yazarın tadı her zamanki gibi hakim.
*Türk Edebiyatının en iyi kalemlerinden Oğuz Atay'ın tamamlanamamış kitabı Eylembilim, okuruna çok erken veda eden yazarın "siz tamamlayın çocuklar" diyerek ödev bıraktığı kitaptır. Server Gözbudak'ın, diğer hocaların ve öğrencilerin macerasını aklımızın tehlikeli oyunlarında tamamlamaya çalışalım hep birlikte... *Cevat Çapan’ın ilk sözü "Oğuz Atay’a Mektup" ve Altay Gündüz'ün sonsözü kitabı çok daha anlamlı ve özel kılıyor.
Keşke gökyüzündeki tüm yıldızları verebilseydim. Oğuz Atay yazar biz hayranlıkla okuruz. O kelimelerle dans eder biz seyrederiz. O nesnelleştirir biz hayal ederiz. O hayal eder biz nesnelleştiririz. Onun iç sesi bizimkine karışır, bizim bilinç dışımız onun satırlarında var olur. İyi ki...
Murat Gülsoy, ‘kişisel olanın deneyimi her zaman cevaplanmayı bekleyen bir sorudur’ demiş söyleşisinde. Oğuz Atay’ın Eylembilim’i bu cümleyle kafamda yerine oturdu. Kendi deneyimini, benim gibi bugünlerde ironiye tahammülü olmayan okura da okuttu Oğuz Atay. Yarım kalması bize sorumluluk yüklüyor, farkındayım. Franz Kafka’nın Dava’sını çizgi romanını okudum Eylembilim’in arkasından. O da yarım kalanlardanmış. İkinci sorumluluk:) … Birkaç gün sonra: Kitabın geçtiği dönemlerde TR’de neler olmuş diye araştırınca, Nisan 1960 yılında Ankara’da başlayıp İstanbul’da devam eden öğrenci olaylarında İstanbul Üniversitesi rektörü ve arkadaşlarının öğrencilerle birlikte, öğrencilerini koruyarak eylemlerde yer aldığını okuyoruz. Bugüne bakınca Boğaziçi Direnişi 449. gününde. Hayat kurgunun bir adım önünde devam ediyor.
12 Mart döneminde bilim yuvası saydığımız üniversitelerin havasını ve ruhunu, yine o müthiş kara mizah üslubuyla anlatıyor Atay. Keşke ömrü vefa etseydi de bu romanı tamamlasaydı…
Oğuz Atay’ın kendi hayatı gibi noktasız biten romanı…
Eylembilim’de, bir matematik profesörünün gözünden 12 Mart öncesi Türkiye anlatılıyor:
Kalem yerine silah tutan öğrenciler, kurşunlanan karşıt düşünceler, işgal edilen üniversiteler, ekseni bozuk eğitim çarkı, eylemler, eylemleri destekleyen ve eylemlere karşı çıkan öğretim üyeleri, bir yanda eylem bir yanda bilim…
Tamamlanamamış bu kısa romanında Oğuz Atay, tüm çıplaklığıyla bir kez daha kelimelerin ustası olarak karşımıza çıkıyor:
* “Yaşayışını tasarruf esası üzerine kurmuştur: Kelimelerini bile israftan çekinir.”
* “Kurnazlar arasında kaldık diye tembel tembel düşündüm.”
* “Bence insanlar bu yüzden anlaşamıyorlardı: Herkes başka dili konuşuyordu.”
* “Herkesle herkes gibi olmanın rahatlığına kapılırdım kolayca: …”
Ayrıca anlatılan dönem ile günümüzün benzerliği, Oğuz Atay’In toplumu derinlemesine analiz gücünü de ortaya koyuyor:
* “Devrimci ya da karşı devrimci -yani bir bakıma kendi açısından devrimci- çözümler, tutucu matematik formüllerini ezip geçmişti. Tek yol devrimdi, hayır İslâmdı, hayır milliyetçilikti. Kopya formüllerinde büyük bir uyum içinde sıraların üzerini süsleyen öğrenciler ülkenin kurtuluşuna çıkan yollar bakımından derin anlaşmazlıklar içindeydiler.”
* “Kötülükler yazılmazsa, insanlar bu kötülükleri duymazlardı, bu kötülükleri öğrenmezlerdi. Devlet Baba, sevgili çocuklarını ‘muzır cereyanlar’dan aynı titizlikle koruyordu. Yahu böyle şey olur muydu? Buna çocuklar gülerdi.”
* “… düşünceleri yüzünden kimse yargılanamaz. Bu, anayasal bir haktır.”
* “Kafamızda yaşadığımız olaylarsa, devlet adamlarının uykularını kaçırabilecek hayallerdi.”
Kitap, Oğuz Atay’ın yakın arkadaşı Altay Gündüz’ün Oğuz Atay’ı anlatan satırlarıyla bitiyor ve son sayfada, bir insanın hayatının noktasız son bulmasına göz yaşları ile tanık oluyorsunuz.
Oğuz Atay'ın bu kitabı bitirecek kadar ömrü olsaydı en güzel kitabı olabilirdi gibi bir his var içimde. İnsanın ağzına bir parmak bal çalınması gibi olmuş bu haliyle, ah ki ne ah.
"Onu bahçeye gömelim arkadaşlar! Bahçedeki heykelin altına gömelim onu!" Dünya ekseninden çıkmıştı ve burada, bu eski salonda, Hamlet'in bile aklına getiremeyeceği bir çılgınlık ileri sürülüyordu." Keşke yarım kalmasaydı diyorsunuz okurken kendinizi kaptırdığınız bu kısacık romana. Belki de yarım bırakılanlar gerçekten hiç akıldan çıkmayanlardır. (Server Gözbudak'ın romantikliğiyle okuyunuz)
Oğuz Atay’ın yarım kalmış projesi bu kitabın içeriği hakkında konuşmak istemiyorum pek. Ancak şunu söyleyebilirim ki, insanların onu anlayamamasından ve okurların “okuyamadıklarından” her zaman şikayetçi olan Oğuz Atay, bu kitabında bir ön bilgi vermiş. Diğer kitaplarında 1. ve 3. ağızdan karışık bir dil kullanınca, bu kitaplar anlaşılamadığı için; bu kitapta bir uyarı yapıyor ve Avukat Dilâver Kalas’ın ağzından kendi sorununu yazıyor: “... bugünkü okuyucunun ‘haleti ruhiyesi’ni biliyorum. Onu ürkütücü görünüşlerle yormanın tehlikelerini de -gene kendimden- biliyorum.” Modern aydın eleştirisine yine bol bol yer veren Oğuz Atay, tahminimce bundan önceki kitabının baş karakteri olan önemli bilim insanı Mustafa İnan’ı örnek alarak bu kitabın baş karakterini de bir profesör yapmayı seçmiş. Tabii o zamanların en önemli olaylarından olan sağ-sol çatışmasını da üniversitelerden daha iyi bir mekanda işleyemezmiş. İnsanın kendi benliğini siyasi eylemlerle açığa çıkarmasını, eylemlerin içine kapanık bir profesörün duygularını nasıl dışavurduğunu ve “eylembilim”in nasıl bir bilim dalı olabileceğini bize gösterebilecek bir kurgu-anı veya roman. Kitabın başkası tarafından tamamlanmaması benim için en uygunu olarak görünse de; son sayfada yarım kalmış bir cümle görünce insanın yüreği burkuluyor. Herkesin okuması gereken bir kitap demeyeceğim ancak Oğuz Atay’ı anlamayı başarabilen insanların zevk alacağı, kara mizah dolu ve diğer kitaplarından daha açık eleştirilere sahip bir kitap olmuş.
Kitapta bir yandan üniversitedeki çatışma ortamını okurken bir yandan da Server Gökbudak'ın içsel dünyasındaki fırtınalara tanık oluyoruz. Öyle ki bir düşüncelerine sürekli parantez açılarak adeta düşünce içinde düşüncelerini okumaktayız. İşte bu kısımlarda Server Gökbudak'ın bazen hissettiğimiz ama anlatmakta zorlandığımız hislerimize tercüman oluyor. -her ne kadar anlaşılamayan biri olsa da - Üniversite işgali sahneleri ise okunması daha zor olan kısımlardı. Yazar burada hayali ve gerçeği harmanlayarak önünüze sunmuş. Üstelik uzun uzadıya paragraflar ve kimin konuştuğunun anlaşılamaması malesef kitaptan kopuşlar yaşamama sebep oldu. Kitap malesef yarım kalmış olduğu için devamında neler olduğunu bilemiyoruz. Bu her ne kadar üzücü olsa da kitabın bu haliyle dahi sıkı bir aydın eleştirisi olduğu söylenebilir.
"Eğer bazı yazarlar bizim korku, umut, beklenti, kaygılarımızı dile getiriyorlarsa, yani bizim öteki-ben'imiz olabiliyorlarsa, onlar sevdiğimiz yazarlar olurlar. "diyor Jale Parla ve tam da bu sebepten Oğuz Atay en sevdiğim yazarlardan. Kitabın birçok noktası üzerine konuşulası ama özellikle 1. tekil şahıs ve 3. tekil şahıs kullanımı geçişi , yani edebi açıdan anlatıcı dilini değiştirmek için tam da korku ve tedirginliğin en yüksek noktaya çıkıp kişinin kendine bu yoğun duygu sebebi ile uzaklaşıp sanki dışarıdan bakması durumu (Çünkü işler karışıp silahlar ortaya çıkınca 1. tekil şahıs bitip 3. tekil şahıs başlıyor.) gibi yansıtılması. Anlatıcı dili ile karakterin psikolojisinin devinimi muazzam senkronize edilmiş. Ana karakterin sıkışmışlığının müzik tercihleri üzerinden anlatılması ve kara mizah unsurları zaten diğer noktalar gibi Cevat Çapan'ın ön sözünde değinilmiş.
Cümleni bile bitiremeden bıraktığın bu güzel eserinde o dönemdeki öğrenci olaylarını yaşamasam bile akademi ortamında varolan olaylar ve tiplemeler çok yakın geldi. İyi ki bu dünyadan gelip geçmişsin Oğuz Atay.Keşke gidişin biraz daha zaman alsaydı da Türkiye’nin Ruhu ve daha nice kitaplarını da okuyabilme şansını yakalabilseydik.
"Korkulu bir rüya görüyorlardı. Şimdi uyanırız, şimdi uyanırız telaşı içindeydiler. Bir uyanalım, her şey gene eskisi gibi olacak; sanki bu ağırlığı hiç yaşamamışız gibi olacak."(sf.82)
70'lerdeki öğrenci çatışmasını, üniveriste hocalarının da tepkilerini okuyoruz kitapta. Yarım kalmış bir eser fakat Oğuz Atay yoğunluğu diğer kitaplardaki kadar olmasa da hissediliyor.
Kitabın kendisi insanı derin düşünceye sürüklediği gibi, kitabın sonunda yer alan Oğuz Atay’ın hayatından kesitte beni derinden etkiledi. Tesadüflerin her daim gerçekte olacaklardan esintilendiğine inanmışımdır.. Tutunamayanlar da bahsettiği bir kesit daha sonra kendi hayatında yaşam kaderi olması ise bu inancımı daha da güçlendirdi. Sadece bu eseri değil, Oğuz Atay’ın her eseri okumaya, ve vakit ayırmaya değerdir…
•Yarım kalmış, gerçekleştirilmemiş hayallerimin hüznünü yaşıyordum. •Büyük bir şairimizin dediği gibi, ölüm bile insanlara adaletle davranmıyor oysa. •Bence insanlar bu yüzden anlaşamıyorlardı: Herkes başka dili konuşuyordu. •Ne kadar anlamsız sıkıntılar çekerse, bir gün başarısı o kadar anlam kazanır. Eskiler, ‘hocanın vurduğu yerde gül biter’ derlermiş. •Ölüm karşısında, güzel söz söyleme sanatı bile çaresiz kalır.