Türk şiirinde büyük kanallar açan Oktay Rifat'ın 1976 yılında yayımlanan ilk romanı Bir Kadının Penceresinden, 1975 Türkiye'sinde İstanbul'un aydınlar çevresinde geçen, üç çocuk annesi, evli bir genç kadınla genç ve evli bir devrimcinin yasak aşk hikayesine odaklanıyor.
"Bir sıkıntı vardı içinde Filiz'in. Çözülmeyen düğümün, çıkmayan çivinin, dönmeyen vidanın, yerli yerine oturmayan kapağın verdiği daralmaya benzer bir sıkıntı. Anlamadığı, anlayamadığı bir şeyler dönüyordu. Kirli işlerin kokusu, İstanbul'un havasında yerel esintilere karışarak, ağır ve sinsi, mahalle aralarına dek yayılıyor, sıva deliklerinden, aralıklardan, eşiklerden odalara, mutfaklara, eşyaya, gündelik yaşama siniyordu.
Anlayamıyordu Filiz ama kokuyu alıyordu. Olmuş bir kan çıbanından geliyordu sanki koku. Gazeteler çalan çırpanların, devlet hazinesini soyanların, komandoların, şeriatçıların, öldürülen gençlerin öyküleriyle doluydu. Kimi insanlar yine eskisi gibi yaşayıp gidiyorlardı. Rakı içiyorlar, yönetimi eleştiriyorlar, atıp tutuyorlar, sonra geceleri yan gelip sabaha dek horul horul uyuyorlardı.
Bu farfaraların başına bir iş gelmediği, gelmeyeceği belliydi. Buna karşılık bir kıyım vardı içten içe ve kimi zaman açıktan açığa. Kimdi, kimlerdi bu kıyıma uğrayanlar! Selim ve benzerleri, diye düşünüyordu Filiz. Sonra düşünce içeriğinden soyunuyor, Selim kalıyordu tek başına kıyımın önünde."
10 Haziran 1914'de Trabzon'da doğdu. Babası, o doğduğu sırada Trabzon valisi olan şair ve dilbilimci Samih Rıfat, annesi Hasan Enver Paşa’nın kızı Münevver Hanım’dır. Pek çok sanatçı ve yazar içeren bir ailede yetişti. Büyük dedesi Macar Hurşid Bey, hem Türk hem batı müziği konusunda donanımlı bestekardı; dedesi Albay Hasan Rıfat Bey şiir ilgilenirdi. Amcası Ali Rıfat Bey değerli bir udî ve besteci, annesinin teyzesinin oğlu Ali Fuat Bey cumhuriyet devrinin ünlü asker ve siyaset adamı, teyzesi Celile Hanım bir ressam, teyzesi Celile Hanım’ın oğlu Nazım Hikmet ünlü bir şairdir.
Ortaöğrenimini 1925-1932 yıllarında Ankara Erkek Lisesi'nde yaptı. Bu okulda ünlü şair Ahmet Hamdi Tanpınar’ın öğrencisi oldu, ilk şiirlerini kaleme aldı ve ileride birlikte Garip Akımını kuracağı arkadaşları Melih Cevdet ve Orhan Veli ile tanıştı. Üç arkadaş, okul bünyesinde “Sesimiz” adlı dergiyi çıkararak şiirlerini yayımladılar.
1932-1936 yılları arasında Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ne yüksek öğrenim gördü. Edebiyata olan ilgisi ve yazma tutkusu yükseköğrenimi sırasında da devam etti. Mezun olduğu yıl, arkadaşları Melih Cevdet ve Orhan Veli ile birlikte geliştirdikleri yeni bir yazın tekniği ile kaleme aldığı şiirleri Varlık Dergisi’nde yayımlanmaya başladı.
1937 yılında Devlet sınavını kazanarak Maliye Bakanlığı hesabına Siyasal Bilgiler öğrenimi görmek üzere Paris'e gönderildi. Paris’te bulunduğu dönemde yalım bir söylemi ve bağımsız düşünceleri savunan Fransız şiirini kendisine yakın buldu ve ondan ilham aldı. Üç yıl sonra II. Dünya Savaşı nedeniyle, orada yaptığı doktora çalışmasını tamamlayamadan 1940 yılında Türkiye'ye döndü.
Paris’ten döndükten sonra bir süre Maliye Bakanlığı'nda , daha sonra Matbuat Umum Müdürlüğü (Basın Yayın Genel Müdürlüğü)'nde çalıştı. Ardından Ankara’da serbest avukatlık yaparak yaptı. Bu arada 1941 yılında Orhan Veli ve Oktay Rıfat ile edebiyat dünyasında büyük tartışmalara sebep veren “Garip” adlı şiir kitabını yayımladı. Şiirlerini "Yaşayıp Ölmek, Aşk ve Avarelik Üstüne Şiirler"(1945), "Güzelleme"(1945) ve "Aşağı Yukarı"(1952) adlı şiir kitaplarının yanısıra "Aile" (1947), Orhan Veli tarafından çıkarılan "Yaprak (1949-1950) ve "Yeditepe" (1951-1957) gibi dergilerde yayımlamayı sürdürdü. 1954 yılında yayımladığı “Karga ve Tilki" adlı şiir kitabıyla, Yeditepe Şiir Armağanı'nı kazandı.
1955 yılında İstanbul'a yerleşerek avukatlığını sürdürdü. Aynı yıl yayımladığı “Perçemli Sokak” adlı şiir kitabının önsözü tartışmalara neden oldu. Bu kitap ile İkinci Yeni adı verilen şiir anlayışına yöneldi. 1958 yılında “Aşk Merdiveni" adlı şiir kitabını yayımladı. 1961 yılından itibaren avukatlık mesleğini Devlet Demir Yolları'nda sürdürdü ve 1973 yılında emekli olana dek bu kurumda çalıştı.
1960’lı yılların başında Latin ve Yunan ozanların mitoloji kitaplarının Türkçe çevirilerini yaptı. 1969 yılında yayımladığı “Şiirler” adlı kitabıyla Türk Dil Kurumu Şiir Ödülü’nü aldı. Bu tarihten sonra tiyatro ve roman çalışmalarına ağırlık verdi. "Oyun İçinde Oyun", "Zabit Fatma'nın Kuzusu", "Atlar ve Filler", "Yağmur Sıkıntısı","Kadınlar Arasında", "Birtakım İnsanlar" ve "Çil Horoz” adlı oyunları kaleme aldı ve her biri sahnelendi . Arkadaşı Melih Cevdet ile “Kıskançlar” adlı oyunu kaleme aldı. 1976’da ilk romanın “Bir Kadının Penceresi’nden” yayımlandı. 1980’de “Danaburnu” kitabıyla Madaralı Roman Ödülü’nü kazandı. Aynı yıl “Bir Cigara İçimi” adlı şiiri Sedat Simavi Vakfı Ödülü’nü, 1984 yılında "Dilsiz ve Çıplak” kitabıyla Behçet Necatigil Şiir Ödülü’nü aldı.
ilk kez bir oktay rifat romanı okuduğumu utanarak söylüyorum. üç çocuklu bir ev kadını filiz’in ukala kocası, sınıf farkını hep hissettiği çevresiyle kuramadığı ilişki, kendini unutmak için sığındığı ev işleri o kadar ustalıkla anlatılmış ki. bugün bir erkek yazarın elinden çıkmış kadın karakterlerde bu derinliği görmüyoruz çoğu zaman. o nasıl bir ev işi bilgisi ayrıca :) 2 çocuğu sabahçı 1’i daha okula başlamamış bir kadının gün boyu yapması gereken işleri bu derece bilmek de iyi yazarlığa tâbi aslında. ki erkeklerin ev işi yapmadığı bir dönemde yaşamış bir yazardan söz ediyoruz. bunun dışında sıkıntısı, bir türlü kendini serbest bırakamadığı cinselliği, genç devrimci selim’e aşık olunca çocuklarına eksiği olmadığı halde duyduğu vicdan azabı, nüvit’in ölümünün yarattığı üzüntü, kocası bedri’nin sivil polis olup olmadığını bile bilemediği şüphe dolu dönem ve delicesine aşık olması bazen bilinçakışı tekniğiyle bazen diyaloglarla bolca iç dökümüyle aktarılmış. boğaz da yan karakterlerden biri... tek rahatsız olduğum şey anlatıcıyla yazarın karıştığı yerlerdi. filiz’in giderken gördüğü bir kamyonu betimlerken tristan tzara şiirlerine benzetmek gibi... ama önemsiz bir detay bu. roman 1975’te yazılmış. ilk bölüm türkiye’nin daha doğrusu az gelişmiş ülkelerin nasıl yerler olduğunu anlatıyor açılış niyetine. zerre değişmemiş bu memlekete bakıp bakıp ağlayabiliriz.
ikinci okumada hemen hemen aynı şeyleri yazmışım:
şimdi şöyle bir can sıkıntısı yaşadım bu kitapta. ben bu kitabı 3 sene önce yine burada okumuşum. ve sıfır. yani hiç mi bir şey hatırlamaz insan. küçücük bir dilenme imgesi var aklımda, o kadar. bu benim pek başıma gelen bir şey değil. aklım neredeymiş, ne düşünüyordum bilmiyorum. kitaba gelirsek yine okumakta geç kaldığım bir kitapmış ama melih cevdet sonrası okumaya karar vermiştim. bu ekibin her parmaklarında bir marifet olması inanılmaz gerçekten. mutsuz bir evlilik, 3 çocuk, gazetede çalışan yarı entel bir koca, besleme çocuğu olduğu habire kafasına kakılan bir kadın. hayatı boyunca soğuk olmakla suçlanmış, kendini öyle sanan ve suçlayan filiz. kocasının garip fantezileri, yoksulluk, ev işleri, mahalleli, eve gelip gidenler derken devrimci öğrenci selim’le ilk kez aşkı tadan filiz. aşkı tatsa da seksten yana yüne yüzü gülmüyor filiz’in. ama selim’le buluşmasına 2 gün varken duyduğu heyecan, o zamanın geçmemesi romanın bir başka karakteri nüvit’in beklemesiyle birleşiyor bir yerde, bence romanın en görkemli yerlerinden biri. bazı yerlerde “erkek” yazar rahatsızlığını hissettim. hani kadınların adına konuşan erkek yazarlar olur ya. aslında büyük cesaret oktay rifat’ın anlatıcı olarak filiz’i seçmesi. ama bu birkaç yer hakkaten çok küçüktü. onun dışında kadının emeğini, didik didik yaptığı ev işini çok iyi bilmiş ve bunun önemini anlatıcının gözünden açıkça vermiş. ev işi ayrıntıları ayrıca ustaca olmuş bence. çay demlemekten (romanda haşlamak deniyor) tutun da önceki günden kalan yemeği çoğaltmaya kadar ne ustalıklı detaylar. selim’in solculuğu hakkında pek bir şey öğrenmiyoruz. çok politik bir roman değil. derdi o değil zaten. ama romanın başında 3 sayfalık bir bölüm var ki az gelişmiş toplumları anlatan yani 1975’ten beri hiç mi bir şey değişmez abv dedirtiyor insana. madam seta’nun uğradığı ayrımcılık, saray artıkları, cihangir solcuları, üçkağıtçı müteahhitler, sonradan görme zevksizler… pek çok görünüp geçen karakter de var, tam bir panorama yararmış oktay rifat. ve boğaz, ve istanbul en önemli karakterlerden biri. tek bir keşke’m var. anlatıcı hep filiz olsaydı daha iyi olurdu. arada bedri’ye geçtiği birkaç yer, sonda selim’e kayması bir parça kolaycılık olmuş sanki.
Bu kitapta olaylar tamamen bir kadının penceresinden anlatılıyor, Filiz'in...
Evli, 3 çocuklu, boğaza komşu ama boğazı görmeden bir bodrum katta yaşayan Filiz'in... Ne anne olmanın, ne bir eş olmanın, ne bir kadın olmanın ne de yasak bir ilişkinin kahramanı olmanın tadına varamayan, doya doya yaşayamayan, içten içe ezik, yalnız, öfkeli ve bıkkın bir kadın Filiz...
Aşık olmayı bile kendine yakıştıramayan bir kadın...
Dönemin politik etkilerinin ince bir tül gibi tüm olayları sardığı, dönemin yaşayışı ve insanları hakkında da çok güzel betimlemeler içeren bu kitabı severek okudum. En sevdiklerim listesinde yerini aldı bile...
Bir şairin kaleminden şiir gibi yazılmış bir roman. Üç çocuk annesi Filiz'in sorunlu evliliğinin neden olduğu bunalımları, ruhsal durumunu ve yaşadığı çevrenin etkilerini çok güzel anlatıyor Oktay Rifat. Devrimci Selim ve Filiz'in eşi Bedri ana karakterler olarak okunurken aslında romanda İstanbul Boğazı da ayrı bir karekter olarak yer alıyor. Filiz'in duygu durumuna göre boğaz sık sık karşımıza çıkıyor.
''Evin içi karanlık. Çocuklar sokakta oynuyorlar ve az ötede Marmara’ya doğru akan Boğaz. Bir derisi olabileceğini düşünür gibi oldu Boğaz’ın. Pul puldu bu derinin üstü. Bir törpü izlenimi uyanıyordu içinde. Yoksa uykuya mı kayıyor! Yalnızlık, bir kalabalığın rüzgârında başıboş bağırarak ve duvarlara çarparak yalpalaya yalpalaya iniyor. Nereye? Kimden öte, kimin için ki insanların yürüyüşü daha hızlı şimdi, eski filmlerdeki gibi. İskender, Kemal, kör hafız, balıkçıllar gibi dizilmişler Boğaz’ın kıyısına. Gün batıyor, takalar, vapurlar dolanıyor birbirine,”
Mutsuz ve yorgun Filiz sonunda hayatında biraz olsun değer verildiğini, sevildiğini hissediyor. kendini Boğazın suları gibi hayatın akışına bırakıyor. Ana karakterin hayatında olan biten değişimler dönem Türkiyesi ve bocalayan halkı üzerinden anlatılıyor.
Oktay Rifat'ın şiirin kıyısında gezinerek yazdığı bu roman oldukça etkileyici ve değerli. anlatımdaki güzellik sık sık karşımıza çıkmayacak türde.
Tam kendisi olmayan, kişiliğini kazırcasına silmiş, oynayan, yalan yanlış bilgisiyle büyüklük taslayan bir adam olan Bedri'nin evlilikleri boyunca eksiklik duygusunu, bir çiçek yetiştirir gibi, gece gündüz üstüne titreyerek içinde büyütmesinden, beslemesinden, sevgisizliğinden bunalan karısı Filiz'in itildiği aşkın öyküsü. Selim, Bedri'nin çalıştığı gazetede şoför olarak çalışan köy kökenli, devrimci bir genç. Filiz ile gizlice buluşurken ikisi de sevgiyi keşfediyorlar. Roman 70'lerde yazılmış. Ekonomik koşulların artık daha kötü olması, İstanbul estetiğini yitirmiş bir bina yığınına dönüşmesi gibi farklılıklar ister istemez dikkat çekiyor. Sermayeden yana yöneticiler yabancı sermayeye sömürü olanaklarını sağlamakla kendi çıkarlarını güvence altına sokmaya halen devam ediyor. "Gazeteler çalan çırpanların, devlet hazinesini soyanların, komandoların, şeriatçıların, öldürülen gençlerin öyküleriyle doluydu. Kimi insanlar yine eskisi gibi yaşayıp gidiyorlardı. Rakı içiyorlar, yönetimi eleştiriyorlar, atıp tutuyorlar, sonra geceleri yan gelip sabaha dek horul horul uyuyorlardı. Bu farfaraların başına bir iş gelmediği, gelmeyeceği belliydi." Okuyanı nazikçe, duyarlılıkla sallayan, sarsan bir roman.
Okuduğum 70'ler yazarlarının romanlarında benzer bir hava seziyorum. O hava okuyucuyu sarıp sarmalıyor; seviyorum bu hissi. Vedat Türkali, Ferit Edgü, Oğuz Atay... ve bunların arasına Oktay Rıfat da eklendi bu kitapla birlikte. Kitap birden fazla katmana sahip ve katmanlar arasında keskin bir ayrım yok, iç içe geçmiş meseleler var. En altta dönemin siyasi olayları bunun üzerine kurulu sosyal yaşam. Burada öne çıkan Türkali'nin küçük burjuva olarak gördüğü aydınlar, Rıfat romanında da eleştiri konusu. Tüm bu katmanlara sızmış olan Boğaz, Üsküdar ve Kuzguncuk... Bir kadının penceresinden geniş bir manzara sunuyor yazar. Kadının yaşamış olduğu sıkışmışlık hissini, baskın bir erkek karakter olan kocanın kadının varlığını silikleştirme çabasını ki bunu direkt yapmıyor yazarın bunu iyi bir şekilde ortaya koyduğunu düşünüyorum. Ben çok beğendim kitabı.
Beklentim fazla mı yüksekti bilemiyorum ama kesinlikle aradığımı bulamadım. Bir kere olay örgüsü de atmosfer de zayıf, bir aldatma hikayesinin doğal geriliminden uzak. Karakterler fazlasıyla sığ. Özellikle Bedri karakteri tahammül edemeyecek kadar karton. Hikaye tam devrini alacakken yazarın frene bastığı pasajlar tempoyu çok düşürüyor. Ne yazık ki sevemedim.
1975 de yazılmış bu romanı okurken 30 yılda değişen hiçbir şey olmadığını görmek korkutucu..
Roman evliliğinde mutsuz ve ne istediğini de çok iyi bilmeyen Filiz'in bir gün kocası Bedri'nin eve getirdiği Selim'le mutsuzluktan kurtulmak için girdiği yasak ilişki diye özetlenebilir. Ama bu bir beyaz dizi tarzında aşk romanı değil..
Yazar Bedri ile harekete geçmek yerine konuşmayı seven, her şeyi eleştiren aydın kesimi tasvir etmiş. Filiz hem kocasıyla, hem komşularıyla, hem çocuklarıyla, hem de sevgilisiyle iletişim halindeyken biz günlük, politik ve sosyolojik olarak o dönemi okuyoruz. Politik cümleler sırıtmıyor ama öykünün bir parçası da olamıyor..
Filiz'in cinsellik ve maneviyat olarak iç dünyası oldukça açık ve net anlatılmış.. Bir erkek tarafından yazılması nedeniyle belirtmeye gerek var.
bugün bile kadının bırakın cinselliği aldatması, toplumdaki konumu tartışılırken bunu yargılamadan sadece olduğu gibi verebilmesi yazarın edebi yeteneği..
Peki niye 2* verdim? hikayenin çok iyi anlatılmış olması başka konunun ilgi çekici olması başka.. Aldatma üzerine çok fazla kitap yok, daha doğrusu aldatmayı aldatılmayı eleştiren çok var da anlatmaya çalışan pek yok.. O yüzden ilgimi çekmişti. Ama Filiz'le beraber bunalmaktan öteye gidemedim okurken..
Oktay Rıfat'ın şair kimliğinin ağır bastığı, hikaye ile sosyal-politik mesajların zaman zaman dengesinin kurulamadığı bir eser.
Aslında yazıldığı dönem itibarıyla oldukça hareketli bir siyasi dönem olmasına karşın, eserde bunu okuyucuya yeterince aktarmamayı özellikle tercih etmiş şair.
Bir de metin içerisinde zaman zaman olay örgüsünden koparak sosyal eleştirilere yönelmesi de okuyucu ile hikaye arasındaki bağı kırabiliyor.
Kitap ile ilgili en başarılı durum ise, adından da anlaşılacağı üzere bir ev kadının yaşayışı, düşünceleri ve hayalleri üzerinden güzel bir hikaye çıkarması. Özellikle Oktay Rıfat'ın şair yönü ve dili esnek kullanması Filiz karakterinin yaşayışını birebir hissetmenize olanak sağlıyor.
Ancak bu hikaye, şairin sıklıkla toplumsal mesaj verme ya da toplumun yaşayışını eleştirme kaygıları altında eziliyor, özellikle de yan karakterler sadece birer mesaj aracına dönüşüyor.
Yaşdaşlarım için belleklerini tazelemelerini mümkün kılan, bugünün okurunu hiç yabancısı olmadığı bir hikaye ile tanıştıran bu metni öneririm. Gerek anlatım dili gerek üslubu ile edebi değeri yadsınamayacak bizden bir roman. 🦋
Oktay Rifat'ın ilk romanı, 1976'da yayımlanmış. Şiirsel bir dil, kısacık ama vurucu bir hikâye. Penceresinden baktığımız kadın Filiz. Aşık olmadan, sevmeden evlenen ya da evlendirilen her kadının varacağı noktaya varıyor o da. Kendine, evliliğine yabancılaşmış; kocası tarafından hiçleştirilmiş, aydın bir kocanın geri kalmış toplumun simgesi olarak gördüğü karısı. Her şey böyle sürüp gider ve herkes kendi rolünü oynarken bir anda aşk görünüyor Filiz'in penceresinde genç bir devrimci olarak. Hiç kolay değil, her ikisi de evli, her ikisi de aşık, yıl 1975. Üslup, arka planda çizilen bir dönemin aydın profili, atmosfer, betimlemeler, metnin biçimsel olarak da kahramanın sıkıntısını yansıtan ritmi ile harika bir roman.
"Az gelişmişlik kendine özgü bir varoluş biçimidir ki ulusal renge karışır ve yaşamın her kertesinde kendini duyurur. Yürümekten giyinip kuşanmaya, alışveriş etmekten sevişmeye, sanattan bilime hukuktan politikaya dek her alanda onu başka bir yüzle görürsünüz."
Bir aldatma hikayesi gibi dursa da az gelişmişliğin resmini çizmiş yazar. Bunu yaparken de öyle bir şiirsel dil kullanıyor ki bitmesin diye okuma hızımı düşürerek okudum. Bana göre çarpık çurpukluğun romanı bu. Her şey tam da az gelişmiş ülkelere özgü olarak doğru düzgün değil. Ne cinsellik, ne devrimcilik, ne entelijansiya,ne aşk. Filiz cesur bir kadın. Kendini, kadınlığını, hayatı arıyor ama içten içe biliyor ki olacak gibi değil.
"Aslında ötesi yoktu bu işin. Hiçbir zaman kocasından ayrılmayı, çocuklarını bırakmayı aklına getirmemişti. Getiremezdi de. Bu yazı demir bir kalemle oyulmuş gibiydi alnına. Silemezdi bu alınyazısını. Hem Selim evliydi. Bu serüven gittiği yere kadar gidecek, sonra ne denli acılı olursa olsun, üzüldüğü yerden kopacaktı. Bu anlayış ve davranışta, azgelişmiş, sabırlı ülkenin yüzyıllardır süregelen tutumuna benzer bir şey vardı. Kaderini kökten değiştirebilecek olanaklar aklına bile gelmiyordu Filiz’in. Bir şey biliyordu o, katlanmak, elinden geldiğince, ele güne karşı renk vermeden katlanmak. Eskisi itilmiş, yeni bir yaşam! Ölüm bin kez daha iyiydi bundan. Olsa olsa ölmeyi düşünebilirdi. Ama katlanmak iliklerine öylesine işlemişti ki gerekirse ölümü bile seçemeyecek, katlanacaktı. İyisi mi düşünmüyordu ötesini."
Madam Seta'nın hikayesi çok dokundu bana. Özellikle eşyalarının kapının önüne konduğu sahne gözümün önünde belirdi okurken. Ne güzel yazmış bu bölümü.
"Madam Seta evden çıkmamakta direnince icra memuru, muhtar, bir de polis, bir hafta sonra iki hamalla evin eşyasını kapının önüne yığdırmışlardı. Hamallara ödenen ücret icra masraflarına eklenmişti. Köpekler, dalgın, kaldırılan sedirin, iskemlenin, masanın boşluğuna bakıyorlardı. Madam Seta önce telaşlanmış, söylenmiş, hatta ağlamış, ama sonunda karşı koymaktan vazgeçmişti. Evde ne var ne yoksa kısa süre sonra kapının önüne yığılmıştı. Kaldırımın üstünde bir tuhaf duruyordu, ayakları yere oturmayan, hiç bunca aydınlığa çıkmamış iskemle, deliklerine kir dolmuş teldolap. Eskilik bir yana kir pas içindeydi çul, çaput, kilim ve benzeri pılı pırtı, hırdavat. Gelişigüzel savruldukları için rastlantının seçtiği milyon düzenden herhangi biri içinde şaşırtıcı bir görünüme varmışlardı. Evde ne var ne yoksa kısa süre sonra kapının önüne yığılmıştı. Kaldırımın üstünde bir tuhaf duruyordu, ayakları yere oturmayan, hiç bunca aydınlığa çıkmamış iskemle, deliklerine kir dolmuş teldolap. Eskilik bir yana kir pas içindeydi çul, çaput, kilim ve benzeri pılı pırtı, hırdavat. Gelişigüzel savruldukları için rastlantının seçtiği milyon düzenden herhangi biri içinde şaşırtıcı bir görünüme varmışlardı."
Ve tabii ki az gelişmiş toplumlarda en çok rastlanan durumlardan biri: Faili meçhuller. Filiz'in aşkı kurtuluş ümidi Selim kimse görmeden öldürülüyor. Bunun Bedri ile bir alakası var mı? Ya da Bedri bir sivil polis miydi hakikaten? Bunları tabii ki bilemeyeceğiz. Ama Filiz'in sezgilerinin doğru olduğunu kabul edersek evet deme olasılığımız yüksek. Filiz sezgileri çok güçlü bir kadın.
"Gazeteler çalan çırpanların, devlet hazinesini soyanların, komandoların, şeriatçıların, öldürülen gençlerin öyküleriyle doluydu. Kimi insanlar yine eskisi gibi yaşayıp gidiyorlardı. Rakı içiyorlar, yönetimi eleştiriyorlar, atıp tutuyorlar, sonra geceleri yan gelip sabaha dek horul horul uyuyorlardı. Bu farfaraların başına bir iş gelmediği, gelmeyeceği belliydi. Buna karşılık bir kıyım vardı içten içe ve kimi zaman açıktan açığa. Kimdi, kimlerdi bu kıyıma uğrayanlar! Selim ve benzerleri, diye düşünüyordu Filiz. Sonra düşünce içeriğinden soyunuyor, Selim kalıyordu tek başına kıyımın önünde."
This entire review has been hidden because of spoilers.
Yazarın anlatımı kitap boyunca değişiyor ancak bu sıçramalar anlatılana epey uygun ve doğal bir halde olduğu için göze batmıyor, bilakis hayranlık uyandırıyor. Filiz'in gündelik hayatını yaşar giderken Selim'i zihninde nasıl gezdirdiğine tanıklık ediyoruz. Ustalıkla anlatılmış erotik motifler ve hatta 1976'da ilk baskısı yapılan bir eser için cesur fanteziler içerdiğini söylemeli.
"Hüzün ve sevinç arası oynayan ibre yaz aydınlığında sevince doğru kayıyor."42
"Aklıyla dışarda olmak az buçuk gerçekten dışarda olmaktı." 65
"Düşsel sevişmede yüreği ezen bir şey var." 138
"Bu gerçeğin kendisi miydi, yoksa bir şeyler mi gizliyordu Selim! Boşunaydı kurcalamak. Hem kurcalamak için kimi ipuçları gerekli değil miydi? En ufak bir ışık görünmüyordu birdenbire aralarına giren karanlıkta. Gel gelelim her karanlık bir şeyler düşündürür. O da ne olduğunu kestiremediği koyu ışıklar, karaltılar, kıpırtılar görüyordu bu karanlığa baktıkça. Bir huzursuzluğa kaydığını anlıyordu. İstese de sevdiği adama ulaşamamak, bir yastıkta yatsa da yanında olamamak!" 158
"Hep soyunuk, kimi zaman yandan, kimi zaman alttan gördüğü bu adamı gündelik açıdan görmek onu şaşırtıyordu. Sevişirken tanımıştı onu, oysa şimdi yanında herhangi biri gibi yürüyordu. Tuhaf bir düzendi bu! Sevişme geçiciydi, sevişmemek sürekli, yaşam geçiciydi, ölüm sürekli. Çünkü ölümdü Selim'le sevişememek." 183
"Sevginin bir ışık gibi vücudundan fışkırdığını sanıyordu. Sanıyordu ki her gören, ilk bakışta, onun bu adama sevdalı olduğunu anlar." 184
"Tutuyordu Filiz'i belinden. İçini ve içinin sıcağını seviyordu." 194
"Bir çiftti onlar, birbirinden uzakta, birinin yüzü batıda birinin yüzü doğuda, esnek bir bağ aralarında, uzanıp kısalan." 194
Though the pacing is a bit off at some parts, this is a poetically written love letter to women of unseen depression. Everything in this book, every event and every character, are oddly specific and yet feel so familiar. The protagonist, Filiz, a wife and a mother, is a lost soul and it is a delight to dive with her into the dark depths of the Bosphorus. This book made me think of the societal pressure and the toll it (still) has on us, generation after generation. Prisoner of an anticlimactic life, Filiz finds herself in (a well deserved) affair, and yet even then, she is disappointed. She can't 'wake', she doesn't know how to feel contempt or excitement. She doesn't know how to be, and it's nobody's concern. There is no room in Istanbul for her to be, and it never even occurs to anybody, including herself.
Meanwhile, her children become the victims of this facade of a family that is created under the silent storm her marriage is. It's uncanny how much of the schema I still encounter today can be found in a book set in the '70s.
The book is set in Istanbul, with all it's glory, yet the protagonist can never reach / touch anything beautiful- including herself. So the reader is left to only see parts of Istanbul, but mostly hear of it from her insecure husband, and dream of actually experiencing it. She never does. She wants the sun, the sea, the salt- and she never has it.
The imagery and the lyrical language Oktay Rıfat uses is nothing short of remarkable. Though it became a bit difficult to read towards the end, and perhaps a bit too obscure, I adored this book. A truly beautiful example of Modern Turkish Literature.
This entire review has been hidden because of spoilers.
* Türk edebiyatının en iyi şairlerinden kabul edilen Oktay Rıfat şair kimliğinin yanında oldukça iyi romanlarda yazmıştır. Bir kadının penceresinden adlı romanı, yazmış olduğu ilk romandır. Sade ve basit bir konuyu derinlemesine ve yoğun bir şekilde işleyen ve mikro açıdan günümüz dünyasının evlilik hayatı makro açıdan az gelişmiş toplumların yaşam biçimlerini masaya yatırmıştır.
** Türkiye'nin 1975 yılında zamanın İstanbul'unda Filiz mutsuz bir evlilik hayatı geçirmektedir. Filiz eğitimi pek iyi olmayan ve çevresindeki insanlarla aynı duygulara, düşüncelere sahip olmayan biridir. Eşi Bedri ise yarı aydın, yarı solcu geçinen ve kibirli, eşine karşı sevgisiz, değer vermeyen, aşktan yoksun bir tavır içindedir.
*** Filiz ise böylesine bir atmosferde Bedri'nin gazetesinde çalışan üniversite öğrencisi solcu Selim ile aralarında bir yakınlaşma meydana gelir. Hayattan bezmiş, öfkeli, ezilmişlik duygusu içinde olan Filiz için bu adeta bir hayat ışığı olur. Mutlu, aşkla dolu, yaşama sevincini tekrar kazanmıştır. Selim artık Bedri'nin evde olmadığı zamanlarda bile gelmeye başlamış içten ve duygusal bir basamakta kendilerini bulmuşlardır.
**** Söylenecek şey ise kocasını aldatan ve yasak bir aşkın tohumunu atan Filiz mi yoksa eşine karşı ilgisiz, sürekli onu aşağılayan, sevgisiz, aşktan yoksun Bedri mi suçlu?
***** Azgelişmelik ekseninde yaşadığı toplumun bir panaromasını sunan yazar arka planda sağ-sol çatışmalarını, evlilik hayatı, yasak ilişki, toplumun dalkavuk ve sahte aydınlarını anlatır. Türk edebiyatının nadide eserlerinden olduğu kanaatindeyim. Mutlaka okuyun....
"Bir sıkıntı vardı içinde Filiz'in.Çözülmeyen düğümün,çıkmayan çivinin,dönmeyen vidanın,yerli yerine oturmayan kapağın verdiği daralmaya benzer bir sıkıntı.Anlamadığı,anlayamadığı bir şeyler dönüyordu.Kirli işlerin kokusu,İstanbul'un havasında yerel esintilere karışarak,ağır ve sinsi,mahalle aralarına dek yayılıyor,sıva deliklerinden,aralıklardan,eşiklerden odalara,mutfaklara,eşyaya,gündelik yaşama siniyordu.Anlayamıyordu Filiz ama kokuyu alıyordu.Olmuş bir kan çıbanından geliyordu sanki koku.Gazeteler çalan çırpanların,devlet hazinesini soyanların,komandoların,şeriatçıların,öldürülen gençlerin öyküleriyle doluydu.Kimi insanlar yine eskisi gibi yaşayıp gidiyorlardı.Rakı içiyorlar,yönetimi eleştiriyorlar,atıp tutuyorlar,sonra geceleri yan gelip sabaha dek horul horul uyuyorlardı.Bu farfaraların başına bir iş gelmediği,gelmeyeceği belliydi.Buna karşılık bir kıyım vardı içten içe ve kimi zaman açıktan açığa.Kimdi,kimlerdi bu kıyıma uğrayanlar!Selim ve benzerleri,diye düşünüyordu Filiz.Sonra düşünce içeriğinden soyunuyor,Selim kalıyordu tek başına kıyımın önünde."
70’lerde İstanbul’da “bir kadının penceresinden” kendi hayatını okuyorsunuz bu kitapta ama nasıl bir hayat… Kafasında yarattığı hayat ile gerçekte yaşadığı hayat arasında bocalayan bir kadın. 3 çocuk, sevgisiz bir koca ve bu boşluğu doldurabileceğini düşündüğü bir de Selim var. Yazarın ilk okuduğum kitabıydı, dilini sevdim fakat bazı yerlerde kopukluklar olduğunu düşünüyorum. Filiz’in iç dünyasına hakim olduğum yerlerde bir anda ne yaptığıyla ilgili yeni bir olaya dahil olunca bocalamadım değil. Yine de ben yazarın dilinden hoşlandığım ve bir kadının iç dünyasını bir erkek gözünden bu kadar güzel yansıtabildiği için sevdim bu kitabı.
Kitabın neredeyse yarısı devrik cümlelerden oluşuyor. Yazarın şair olmasından kaynaklı sanırım ama bu durum okumamı çok zorlaştırdı. Üstelik romanın esas karakterleri sade memleketim insanları. Böyle olunca onların içlerinden geçen neredeyse her şeyi şairane bir şekilde dile getirmeleri bana pek inandırıcı gelmedi. Bu sebeple karakterlerle bir bağ yakalamakta da zorlandım çünkü gerçekçi gelmediler. Neyse, önümüzdeki kitaplara bakacağız.
Sonu pek tatmin etmese de, analizleri dolgun ve genel olarak, bir sairin ozeni fark ediliyor. Sadece, bazen karakterin dalip gitmesi ve dusunceden dusunceye atlamasi okumayi zorlastiriyor ve bana biraz gereksiz geldi. Bir kadinin gozlemlerini bir erkekten boyle okuyabilmek cok nadir. Bu arada, 40 senede pek bir degisme yok gibi.
Belki aldatma, değer yargıları, ahlak anlayışı üzerine öyle çok özgün şeyler söylemiyor ama romanın anlatımındaki gerçekçilik, samimiyet, detaylardaki dikkat ve duyarlılık insanı hayran bırakan cinsten.
Oktay Rifat'in okuduğum ilk kitabı. Tuhaf bir rastlantı sonucu elime geçti. Filiz'in penceresi gördüğümüz bu kitapta. Ev hanımı filiz. Herşeyi olan ama içindeki boşluğu dolduramayan bir kadın. Kadınlığını bir kılıç gibi kuşanamayan kadın. Ve Selim, seni ne çok sevdim bilsen keşke.
Ben çok hevesle okumaya başlasam da ne yazık ki pek sevemedim. Hiçbir karakteri derinlemesine tanıyamadım, hiçbiriyle bağ kuramadım, herhangi bir duygu durumuyla empati kuramadım. Karakterler arası kurulan bağların, dönem olaylarının da içine giremedim.
Şiirsel bir dille yazdığı romanında yazar 1975 yılı Türkiye'sinin sosyolojik yapısnı başarılı bir şekilde anlatmış. Ozellikle kitabın başındaki önsözünde az gelişmiş ülkelerle ilgili tespitleri son derece başarıli. Ne yazık ki 21. YY Türkiye'sinde degisen hiçbirşey yok
"Bana bitmez görünen gecenin farkında bile olmamışlar."
Oktay Rıfat'ın diğer eserlerini merak ettim. Hem kalemini sevdim hem de 1914'te doğan bir erkek olarak kadının bakış açısını o kadar da cinsiyetçi olmayan bir halde kaleme almış.
Çok sade bir dille , evli bir kadının monoton ev yaşamından sıyrılma savaşını anlatıyor . Çok akıcı ve güzel bir kitap. Yazar nasıl empati yapmış hayran oldum .
Oktay Rifat'tan okuduğum ilk roman. Akıcıydı, Filiz'i çok güzel, incelikli anlatmış yazar. Fazla ve gereksiz drama yok, sadece duygular ve farkındalıklar var. İçimizde bir ukde kalıyor o ayrı.
“Ziyan olmuş bir yaşam, güme gitmiş bir ömür, laçka bir makinede bir türlü yerli yerine oturmayan çarklar, vidalar. “ cümlesini öyle bir derinden hissettim ki..