“Artık dulum. 12 Kasım günü Sylvie öldü. Çok üzücü. Bu sene indirimli satışlara birlikte gidemeyeceğiz.”
Jean-Louis Fournier eşinden önce ölmek istiyordu. Ama eşi ondan önce davrandı. 40 yıllık evliliğin ardından dul kalan Fournier kendini teselli etmek, belki de intikam almak için karısından söz ediyor. Ama onu anlatırken aslında bize kendisini anlatıyor.
Auteur prolifique, Jean-Louis Fournier a toujours su mêler humour, culture et sincérité. Entre un frère polytechnicien et une soeur éducatrice spécialisée, il choisit la voie de l'humour et devient le fidèle complice de Pierre Desproges. Il réalise ainsi les épisodes de 'La Minute nécessaire de Monsieur Cyclopède', ainsi que les captations de ses spectacles au théâtre Grévin en 1984 et au théâtre Fontaine en 1986. Mais c'est en tant qu'auteur facétieux et touchant que le public le découvre véritablement. Avec ses essais humoristiques, Jean-Louis Fournier rencontre un succès immédiat. Dans 'Arithmétique appliquée et impertinente' (1993), il apprend au lecteur à calculer le poids du cerveau d'un imbécile ou la quantité de caviar que peut acheter un smicard ! Dans un même registre, sa 'Grammaire française et impertinente' conjugue culture et absurde. Jean-Louis Fournier consacre également deux ouvrages à son enfance. En 1999, il aborde l'alcoolisme de son père dans 'Il a jamais tué personne, mon papa' et obtient le prix Femina 2008 pour 'Où on va papa ?', une évocation émouvante du handicap de ses fils.
"Seni hak ediyor muydum? Sen benim en iyi tarafımdın, umarım ben de senin en büyük kusurun olmamışımdır."
Herkesin pek sevdiği bu kitaba ve sanıyorum ki okuduğum dördüncü kitabı itibariyle Jean-Louis Fournier'nin şahsına bazı itirazlarım var, artık dile getirebilirim bence. Haksızlık ediyor olabilirim ancak bana geçen duyguyu da aktarmak boynumun borcudur.
Dul, Fransız yazar Fournier'nin ölen karısı Sylive'nin ardından yazdığı bir metin; bir anma ve yas kitabı. Benim dışımda herkes okudu bu kitabı ve çok sevildi, biliyorum. Derdimi izah etmeye çalışayım: yazarın kimilerince tevazu olarak algılanan pek çok cümlesinde örtülü bir narsisizm yatıyor gibi hissediyorum ben. Sürekli olarak "ben zaten gayet vasattım, ben pek bir şeyi beceremem, kusurluyum, sıradanım, biraz zavallıyım ama sen beni iyi idare ettin" diyip durması artık bana maalesef samimi gelmiyor. Yukarıda alıntıladığım ve ilk bakışta insana pek naif gözüken cümlede bile bunu sezmek mümkün bence. Nitekim kendisi de söylüyor, "o özgeciydi, ben egoisttim" diye. Kitaptaki en önemli cümle bu bence, okuduğum yorumlarda kimsenin buna dikkat çekmediğini şaşırarak gördüm.
Bir egoistin yası aslında okuduğumuz şey ve bir tür günah çıkarma metni bu - dolayısıyla o çok dokunaklı cümlelerin önemli bir kısmında konuşan şey suçluluğun ta kendisi. Suçluluk duygusu içten olabilir, ancak sevgisi ve yası aynı oranda içten mi, yahut suçluluğu çıkarırsak aynı şiddette kalırlar mı, hiç emin değilim.
Sanki yanında olduğu insanları mutlu etmeyi bilmeyen, sevildiklerini hissettirmeyi çok da beceremeyen, bu açıdan o çok eleştirdiği babasından pek de farkı olmayan bir adam kendisi gibi seziyorum. Ben psikolog değilim ama Fournier'de kırılgan narsisizm denen şeyin pek çok izini görmek mümkün gibime geliyor.
Kitabın dili yine çok güzel, bazı ifadeler çok kuvvetli, şüphesiz. Ancak kendini bunca küçük gören (yani öyle iddia ediyor metinde) bir adamın oturup kendi duygularını bu kadar önemseyerek sayfalarca yazmasında bir büyük çelişki görüyorum ben ve bu da kitapla kalpten bir ilişki kurmama mâni oluyor, maalesef.
Hadi bakalım alayım küfürleri. Ne yapayım. İkna olamadım.
Daha önce "Nereye Gidiyoruz Baba?" adlı kitabını okuduğum Louis Fournier kitapları için "kısa ama vurucu" diyebiliriz. Duygu aktarımını bu kadar kolaylıkla yapabilmesi inanılmaz. Hikayeden ziyade, doğrudan verdiği duyguya ortak oluyorsunuz okurken. Hem kitabın kısa oluşundan hem de okuru bu denli duygularına dahil edebilmesi nedeniyle, yazdıklarını içselleştirmemek elde değil (her ne kadar üzücü olsa da).
Kitabına, Voltaire'in "neşeli olmak nezaket gereğidir" alıntısıyla başlayan yazarın karakteri hakkında bir parça bilgi sahibi oluyorsunuz önce. Nezaketen "mış gibi" yapmış ve yapıyor olanlardanmış kendisi. Onu, şeylerin güzelliği içinde bırakarak ve de 12 Kasım'da ayaklarının ucuna basarak, usulca giden Sylvie'nin ardından başa çıkmaya çalıştığı yas sürecinde, var gücüyle kelimelerin gücüne sığınırken bir yandan da iğneyi hep kendine batırışından biraz daha tanıyoruz sonra. Hastanenin sofistike makinelerinin yapamadığını yapıyor aynı sözcüklerle. Sylvie'yi diriltiyor kitabında, ona adadığı her kelimesiyle. Sana kendimden bahsetmeyi özlüyorum, kendi kendime konuşmayı öğrenmeliyim diyordu kitabın bir yerinde, Fournier az ama öz sayıdaki kelimelerle bunu başarıyor işte. Kendi kendine konuşuyor adeta. Aynı şeyleri, aynı evleri, aynı insanları, aynı şarapları, çoğunlukla aynı filmleri, aynı çiçekleri, aynı kedileri seven ve aynı şeylere gülen, dünyanın en güzel gelinine, özgeci, nazik, dayanıklı ve cesur sıfatlarını kondurduğu Sylvie Durepaire Fournier'e içtenlikli bir ağıt "Dul". Geride kalan olarak en çok şikayet etmesi gereken Bay Fournier'se eline geçen fırsatı en iyi şekilde değerlendiriyor yaşamakta olduğu yarı gölgeli hayatının içinde.
"Sen benim en iyi tarafımdın, umarım ben de senin en büyük kusurun olmamışımdır." Jean Louis Fournier
Yazarın acısı bütün saflığı ile okura geçiyor hele ki bütün o pişmanlıklar, beklenti ve isyanlarınızın ortak olduğu bir acınız varsa kalbinize işliyor her bir sayfa.
Sanki biraz da bile bile ikide bir kaybettiğin gözlüğünü buldum. Takmayı sevmezsin, muhtemelen hala genç olduğuna inanılsın istiyordun. Gözlüğünü aldım ve taktım, ne gördüğünü anlamak istedim. Ve dünyaya senin açından baktım. Senin gözlüğünden hakikat daha az düşmanca, dünya daha pembe, daha tatlı, insanlar gülümsüyor. Gözlüğü saklasam mı diye düşünüyorum.
//
Herkesin bir an önce okumak isteyeceği ama sonsuza dek kaçacağı: Kaybın, hüznün ve yasın kitabı.
Fournier’a bunu bize yapmaya ne hakkın var diye hesap sormak ama aynı zamanda bunu yaptığı için sarılmak isterdim. Empati bir noktada bencil sığ bir korkuya, anlamsız bir endişeye dönüştü benim için, Fournier’ın acıları yerine kendi sevdiklerimi düşünerek kitabın kapandığı defalarca kapattım. Her cümlesi ayrı bir sorgulama doğurdu. Hak verdim, çok sevdim ve nefret ettim.
Önerimdir: Benim gibi hissetmemek için hali hazırda öfkeli ya da hassas olduğunuz bir zamanda okumayınız skfmosmfkslsşs ehe. Ya da size bu kitabı hediye alma potansiyeli taşıyan arkadaşlarınızı şimdiden hayatınızdan çıkarınız, ben çıkarmadım bak n’oldu şimdi??
Kitabı satın almadan önce hakkında bir bilgim yoktu, iyi ki de yokmuş zira babamın bir kaza sonucu ölümünün bir ay sonrasında eşini aniden kaybetmiş birinin onun bıraktığı boşluğu anlattığı bir anı kitabını okumayi ister miydim pek emin değilim. İyi ki bakmamisim konusuna yoksa belki de hiç okumayacak, kaciracaktim bu şaheseri.
Ani bir ölümün ardından düşülen boşluk kalan için zor elbette ve bu zorluk ölen kişinin kalanın hayatında kapladığı yer ile direk olarak ilişkili. Eşler yıllarca birbirlerine duydukları sevgiden bağımsız her türlü zorluğu, mutluluğu, günlük olayları, kısacası hayatı birbirleriyle paylastiklari için birbirlerinin yaşamlarinda kapladiklari alan sonsuz gibi oluyor neredeyse. Kalan için hiç ama hiç kolay değil. Annemin psikolojisini anlamaya belki bir tik daha yaklaştım bu kitap sayesinde ki annemle babamin cocukluk aşkı olduğunu düşünürsek işler epey zor kalan için.
Yazar oldukça kişisel bir deneyimi yalın, edebi ve çırılçıplak bir gerceklikle çok iyi aktarmış okuyucuya. Aklıma Oscar alırken Bong John-Ho'nun yaptığı konuşmada Scorsese'nin sözü olan "the most personal is the most original" cümlesini getirdi..en orjinal işler en kişisel olanlardan çıkıyor galiba gerçekten.
Öyle güzeldi ki... Fournier'in karısı öldükten sonra yazdığı yazıları okuyoruz. Kimi bir sayfa kimi birkaç cümle olan metinler yüreğimi dağladı. Bu kadar beğeneceğimi hiç düşünmüyordum. Birinin yorumunda dediği gibi, yazarın acısı benim gözümden damladı. Yazarla tanışmak için müthiş bir kitap olduğunu düşünüyorum. Fournier'e çok yakın hissettim. Çok hüzünlendirdi beni. Hayat arkadaşının göçüp gitmesi ve arkada, onun anıları ve onun eşyalarıyla kalmak... After Life dizisini izlerken hissettiklerimi hatırlattı. Mutlaka okumalısınız.
Jean-Lois Fournier, 40 yıldır birlikte olduğu sevgili eşinin ölümünden sonraki günlerini anlatıyor. Komik, şiirsel, hüzünlü, net, vurgusuz, acımasız ve dürüstlükle anlatılan çok güçlü bir anlatı. Okurken çoğu yerde gülümsüyoruz ama yine de sizi tuzlu bir tada maruz bırakan bir gülümseme. Mizahın umutsuzluğun nezaketi olduğu ifadesini çok güzel aktarıyor. Eşinin ölümünden sonra bütün bu olanlar dalga da geçiyor.
Dul, her şeyden önce bir aşk ilanı. ‘Saatini buldum, sana aldığım saat. Hala çalışıyor, keşke o dursaydı.’
Aynı zamanda yokluğun ve sonrasının da bir yansımasıdır. ‘Güzel III.Napoleon duvar saati ne yapsam çalışmıyor. Kurdum, düzelttim, anlamıyorum. Belki de neşeli bir şekilde çaldığı için çalmaya cesaret edemiyor. Ya da belki sen gittiğinden beri zamanı göstermek ilgisini çekmiyor, çünkü vakit çok yavaş geçiyor. 12 Kasım’dan beri günler daha uzun. Senin küllerini toplayıp büyük bir kum saatine doldurmalı, sana bakarak zamanı geçirmeliyim.’
Fournier, nostalji ve şefkat dolu bakış açısıyla anılarının kadınını anlatıyor, bize eski sevinçlerini ve yeni şüphelerini yansıtıyor. Sadece teselli olmayı isteyen kayıp bir çocuk gibi.
bitsin istedim; kotulugunden degil, beni dagittigindan, aglamaktan yoruldugumdan. fournier kirk yillik esine onu anarak ve iliskilerini olumsuzlestirmeyi amaclayarak veda ediyor, anilar hep onunla kalacak sekilde. kristalize olma yolundaki anilar. fotograflar ust use geliyor yas surecinde fournier'in, metaforik bir birliktelik saglayabilmesi icin onlara. portmantodaki kaban can kazaniyor, koku hapsediyor kendine, kucuk bir sarilma sunabilmek icin o ozlenen koku esliginde.
"devamli akan su durdugunda serinligi ozlenir, yanan isik sondugunde aydinlik ozlenir ve insan karisini kaybettiginde onu ne kadar cok sevdigini anlar. anlayabilmek icin en kotusunun basa gelmesini beklemek ne aci. neden mutlulugu, ancak cekip giderken cikardigi sesten taniyabiliyoruz? sen gitmeden once mutlu muydum? buyuk bir acidan sonra insanin daha once her sey hep cok iyiydi diye dusunme egilimi vardir. her sey hep cok iyi degildi, daha iyiydi sadece."
vedalarda hep zorlanirim, normalize edemem, genelde de aglarim. neredeyse bir omur paylastiktan sonra donusu olmayan boyle bir vedayi tahayyul etmeye dayanamazdim, fournier bu denli carparak sundugunda kacacak yer bulamadim, bari acisina ortak olayim istedim.
Hüzünlü olmasina rağmen cok beğendiğimi söyleyebilirim. Hüznün icinde hayatla alay eden ayni zamanda hayati seven ve olduğu gibi kabul eden bir adamin hikayesi disinda hepimizle ilgili gercekler de vardi, yani ölüm ve kaybedis ,zaman ,sevgi ve özveri.Yazarin okuduğum ilk eseri.Yalin bir dil. Çeviren arkadasa da ayrica tesekur borcluyuz. artik iyi ceviriler gittikce azaliyor çünkü
Yazarın hissettiği her şeyi kalbimde hissettim desem abartmış olmam.Çok mu duygusaldı yoksa ben mi fazla duygusaldım bilmiyorum.Hiç bitmesin istedim.40 yıl boyunca birbirlerini hala ilk gün gibi seven birilerini okumaya ihtiyacım varmış.
Ölümün her an başımıza gelebileceğini düşünmeden nasıl da ölmeyecek gibi yaşayabiliyoruz…Peki aklımıza getirmeye dahi çok korktuğumuz sevdiğimiz kişinin ölümü…
Eşinin ölümünün ardından böyle güzel bir anlatı yazabilmek çok büyük bir yürek gerektirir. 40 yılını birlikte geçirdiği eşi Sylvie’nin ardından yazdıkları çok samimi ve çok çok üzücü. Dramatik bir üzüntüden bahsetmiyorum. Öyle haksızlık etmeler, ölene kadar kıymet bilmemeler falan değil. Tam tersi. Sıcacık bir birliktelik ve onun yitirilişi😞 Kocaman bir “elden hiçbir şeyin gelmemesi” durumu ve sadece gideni bütünüyle hatırlamak…
“Dul” aşırı etkileyici bir anlatı. Hatta korkularımızı tetikleyici bir yanı da var. Ama bir yandan da sevdiğin kişiye sadece bir kez daha sarılabilmenin bile ne kadar kıymetli olduğunu tekrar hatırlatıyor. Ben romantik tarafı kuvvetli biri değilimdir ama bu anlatıyı okuyup sarsılmamak imkansız…
“Seni benim vücudumdan kesip aldılar, beni uyuşturmadan. Yarımı benden aldılar, en güzel yarımı” (Sf 33)
Herkesten özür dileyen sen , neden haber vermeden gittin ? Üstelik özür de dilemedin bu sefer , hiçbir şey demedin. "Öldüğüm için özür dilerim" demedim bana ... Nasıl güzel anlatmış sevdiğinin yokluğunu :/
Babam vefat ettiğinde anılarımızı unutursam korkusuyla panik olduğumu ve tüm anılarımızı hatırlamaya çalıştığımı hatırlıyorum. Onları kağıda geçirmeye cesaret edemedim. Belirli aralıklarla mezarına gidip olan bitenden haberdar etmeye çalışmıştım onu. Kaybedilen kişiyle paylaşılan sohbetlerin yerini doldurmak biraz zaman alıyor. Jean-Louis Bey'in anlattığı tüm hisler tanıdık. Eş kaybı daha keskin yalnızlık getiriyor tabii beraberinde. Eşine yazdığı hiç yerine ulaşamayacak bu mektuplar ya da notlar dizisi bir çok noktada kalbimi paramparça etti.
Taziye için gelip kendi aralarında "çok şükür bizim başımıza gelmedi" diyen çiftle alakalı anıyı okuduğumda teyzemin "bizim kız haberi alınca babasına sarıldı, çok kötü etkilendi" deyişi geldi aklıma. Cenazelerde insanların akıl tutulması yaşadığı maalesef doğru. Acaba böyle günlerde ve sonrasında bu konuyla alakalı hiç konuşulmasa mı? Bu kayıpların herhangi bir cümle ile teselli edilebildiğini hiç tecrübe etmedim ben çünkü.
Sylvie Hanım'ı Jean-Louis Bey'in gözünden tanımak ve anılarının bir kısmını dinlemek güzeldi. Yazarın zamanında yeterince belli edemediğini düşündüğü sevgisi, yarım kalan planları ve ne yapacağını bilememe hissi beni bir miktar dağıttığı. Bir süre etkisini devam ettirecek gibi duruyor.
hayatımda hiçbir kitaba bu kadar ağlamadım. bu bir ilk. ve hep ayrı olacak. bu kitabın hissettireceklerini tahmin ettiğimden, hep kaçıyordum okumaktan. içimi titretti. annemin babamdan sonra düşündükleri gibiydi. hep aklıma geldi. hep hissettiklerimdi. her sayfada boğularak ağladım.
Her geçen gün, her bakımdan daha iyiyim, çok daha iyi olacağım. Her geçen gün, her bakımdan daha iyiyim, çok daha iyi olacağım. Her geçen gün, her bakımdan daha iyiyim, çok daha iyi olacağım...
Dul, bir yas, hesaplaşma veya yüzleşme anlatısı değil; Jean-Louis Fournier’in aşkla sevdiği, birlikte zaman geçirmekten hoşlandığı sevgili eşine içten bir veda. Yazarın tüm duygu yoğunluğunu okuyucuya geçirmesi gerçekten ise çok etkileyici.
Jean Louis eşi Sylvie’nin ölümünden sonraki yas sürecini bu kitapta anlatıyor. Oldukça içten ve duygu dolu bir anlatım. 40 yıllık birlikteliğin ardından tek başına kalan Jean Louis’in gözünden eşini ve evliliklerini okumak çok güzeldi. Kendi kişisel hatam olarak yazarın kitaplarını yazıldıkları sıra ile okumamam oldu. Bu kitabın mutlaka Tek Yalnız Ben Değilim’den önce okunması gerekiyor. Yazarın hikayelerini anlamak açısından sırayla okumak okuma keyfinizi daha da arttırabilir.
"En korkuncu, yalnız başıma ölecek olmam. Beni rahatlatmak, elimi tutmak, gözlerimi kapamak için yanımda olmayacaksın. Bir yandan da, bütün bunlardan kurtulduğuna seviniyo-rum. Sen en azından, hiçbir zaman dul olmayacaksın."
"Işıl ışıl Sylvie öldüğünden, sönüp gittiğinden beri ev oldukça karanlık, yarı gölgede yaşıyorum. Ne kadar ampul değiştirsem, ne kadar güçlülerini koysam değişmiyor, sürekli karanlık."
"Gözlüğünü aldım ve taktım, ne gördüğünü anlamak istedim. Ve dünyaya senin açından baktım. Senin gözlüğünden hakikat daha az düşmanca, dünya daha pembe, daha tatlı, insanlar gülümsüyor."
"Asla yaşlanmayacaksın, asla o çok korktuğun Alzheimer'a yakalanmayacaksın, en güzel halinle, kıvrılarak düşen bir yaprak gibi gittin."
"Ne zaman sana ait bir şey görsem fena halde üzülüyorum, özellikle el çantanı gördüğümde. Eve her girdiğimde ve onu antredeki bir sandalyenin üstünde gördüğümde, senin evde olduğunu anlar, rahatlardım. Artık, çantan hep orada ama sen yoksun. García Márquez yazmıştı: "Sevdiğimiz insanlar bütün eşyalarıyla birlikte ölmeli."
"Eğer önce ben gitseydim, sen nasıl davranırdın? Mutsuz olurdun diye düşünüyorum. Sonuçta, iyi bir çifttik. Zaman bazı hasarlar yaratmıştı, gündelik hayat bazı şeyleri biraz yıpratmıştı, karşılıklı rahatsızlıklarımız artmıştı, bazen birbirimizden nefret ettiğimiz olurdu ama uzun sürmezdi. Hep birbirimize dönerdik. Bizim aramızda elektrik akımı devam ediyordu. Sen pozitif kutuptun bense negatif kutup. Böylece ışık yanıyordu ve sık sık da kıvılcımlar çıkıyordu."
“Artık dulum.12 Kasım günü Sylvie öldü. Çok üzücü. Bu sene,indirimli satışlara birlikte gidemeyeceğiz.” . Fournier eşinin ölümünün ardından ona “biz” diyebileceği bir kitap yazıyor.Artık yanında olmasa da Sylvie’nin gözleri uzağı iyi görünüyor,buna emin. . Ağıt kitabı değil ‘dul’.Aksine yaşanan güzelliklere odaklanıp,hatıraların fotoğrafları çekilircesine kelimelere dökülmesi. . Birinin 40 yıl boyunca birlikte “sıkılmadan” yaşanması ve hayatın ansızın,bir kalbin durmasıyla son bulmasını hayal edin.Birlikte evler,hayaller,hayal kırıklıkları paylaştığınız birinin size veda etmeden,sizden önce gitmesini ve en acısı geri dönemeyecek olmasını..Fournier bu kaybı basit ama derin ifadelerle anlatıyor.Ve çoğu kelimelerinde sizin de gözlerinize bir şeyler kaçıyor. . “Sen benim en iyi tarafımdın,umarım ben de senin en büyük kusurun olmamışımdır.” . Ve beni en etkileyen cümle: “Neden mutluluğu,ancak çekip giderken çıkardığı sesle tanıyabiliyoruz?”
Bir insanın varlığına bağlanıp hayat boyu eşlik edeceğine inandığınız yolculuğunuzun başında sizi yalnız bırakması mı acı, yoksa yekpare birlikte geçen koca ömrün sonunda onun sizi yalnız bırakıp gitmesi mi? İşin içinden çıkamadım.
Çok az kitabın kapak fotoğrafında uzun vakit geçiririm. Bu kitabın kapağını incelerken sanki fotoğrafı ben çektim, o anın içine girdim, kayboldum hatta. Çünkü, çünküsü var. Kitabın içinde.
Bir de şöyle bir söz okudum, takılıp kaldım adeta, keşke olmasaydı ama; “Sen benim en iyi tarafımdın, umarım ben de senin en büyük kusurun olmamışımdır.”