"Kemal Demirel"in "Evimizin İnsanları" adlı kitabından yola çıkılarak yapılan "Piano Piano Bacaksız" adlı film, gerek yurt içinde, gerekse yurt dışında büyük bir beğeniyle karşılanmış ve çeşitli ödüller alan bir film olmuştu. Tunç Başaran´ın yönettiği "Piano Piano Bacaksız"ın senaryo yazımına Kemal Demirel de katılmıştı. Kemal Demirel, bu kitabında, bir çocuğun gözüyle, yoksul, ama sevgi ve umut dolu insanları anlatıyor. 1933-40 yılları arası İstanbul´u. Haliç kıyısında bir yoksullar semti: Kasımpaşa. On odalı, eski mi eski, yıkık dökük, hemen hemen her odası kiraya verilen bir ev. Ve burada ´canıyla kanıyla yaşanan bir dünya´. Sıkıntıya katlanmasını bilen, yaşamını sürdürmeye çabalayan, didinen insanların, umutsuzluk nedir tanımayan insanların, yüreklerini ortaya koyan insanların dünyası. Sevgiyle varoluşlarının yeterli ve gerekli koşulu sayan insanların dünyası. (...) Sanırım pek az kitap bu denli sevgiyi ve insanlığı yüceltmenin ve yürekten paylaşmanın erdemine inanılarak yazılmıştır. -Yusuf Çotuksöken-
Filmini izlediyseniz ve beğendiyseniz eğer , kitabını okumamak için hiç bir mazeretiniz yok. Kitabı da filmi de başarılı olan nadir yapıtlardan birisi.
İlk okuduğum andan beri aklımdan çıkmayan şu cümleyi de bırakıvereyim buralara.
" İnsanın yoksulu, üstelik de çocuksa benim gibi, barıştan yanadır. Yani umuttan yana."
"Hangi yaşta olursak olalım kendimize sormalıyız: Neyi yaşamamız gerek, biz neyi yaşıyoruz? Önemli olan bu..." (Piano Piano Bacaksız) Kitabı çok sevdim hatta o güzel film uyarlamasından daha da çok sevdim. Dili çok samimiydi , zarif , güzel bir sadelikteydi. Hikayesinde ise çocukluk anılarının saf güzelliği vardı. En sevdiklerim listeme bir kitap daha eklendi bile;)
Filmini biliyordum ilkten. Yıllarca TRT'de izlemiştim. Çok güzel filmdi. Çok sıcaktı. Kitapta öyle, çok sıcak. Çünkü karakterler çok güzel insanlar. Kitap anı-roman türünde. Anlatıcı olan Kemal Demirel'in çocukluğunu geçirdiği Kasımpaşa Fırın Sokak'ta gördükleri var. Çocuk gözüyle... Kitabın ilk yarısı sürekli değişen ama bazen de kendini tekrar eden anılardan oluşuyor. İkinci kısımda ise yazar Kemal Demirel'in çocukluğundaki iki önemli isim Kerim Dayı ve Senai Abi'ye yazdığı mektuplar var. Filmde sanki Kerim karakteri daha ön planda gibiydi. Kitapta ise Senai karakteri daha çok yer bulmuş. Tunç Başaran'ın yönettiği filmi mutlaka izleyin, kitabı da okuyun derim.
Çocukken en sevdiğim, izlemekten hep zevk aldığım filmlerin başında gelirdi "Piano Piano Bacaksız". Belki rahmetli Müşfik Kenter'den, belki de şimdi de bilmediğim bambaşka şeylerden ötürü.
O filmin bu romandan uyarlanmış olması, elbette bunu sevmemi gayet sağlayacaktı. Ama öyle olmasa da, güzel, samimi bir anılar bütünü bu. Yoksulluğa övgü yapmadan, fakir edebiyatına girmeden, objektif ama duygusal şekilde anlatabiliyor.
"İnsan insanı sever, niçin sevdiğine ilişkin bazı şeyler de söyler. Ama gerçekte sevgisini oluşturan şeyi söyleyememiştir yine de."
Hayatın tam göbeğinde yaşayan, bir olabilen, birleşen, paylaşan, seven insanların hikayesi... Geçmişe özlemle bakmak boşuna değil; bugünü bu kadar insanlardan kopuk, bu kadar içten pazarlıklı ve saydam yaşarken. En sevdiğim kitaplar arasına girdi kesinlikle. Mutlaka okuyun, okumazsanız eksik kalırsınız!
Paylaşmanın, hayata birlikte direnmenin ,mahalle kavramının, insanlığın kitabı ... Hayata dair yorumları naif anlatımıyla unutulmayacak bir kitap ! Açıp açıp okunası yüzünüzde buruk ama huzurlu bir gülümseme yaratması olası bir zaman makinesi .
‘Piano Piano Bacaksiz / the People of Our Home’ by Kemal Demirel is a superb book; I can’t rate it high enough. The minor errors in translation were redeemed by the meaningful prose and first class narrative. The author gave such vivid descriptions of the characters, that they came alive. Even the building in which they lived, was described in such great detail, that it was easy to visualise the place, where the author took us to share memories from his past. Many characters were introduced into the story, but some impressed Kemal to such an extent as a young boy, that he still remembered them fondly as a man.
Kemal recalled a time, when it certainly sounded difficult to survive. And although everyone living in the same building as he, all suffered the same hardship, what little they had, they shared with each other. Kemal portrayed his neighbours as having a great spirit of camaraderie. There must have been many times, when as a young boy, he suffered hunger and cold, but warm memories of his friends and neighbours, surpassed any recollection of any misery he experienced. He did indeed, describe a happy childhood. And, contrary to what you’d expect, considering the poor circumstances of these people, happiness shone through the pages, not misery and despair. The two great influences in his life, whom he wrote about with such deep affection and admiration, were Senai and Kerim. His letters to each of these men, who were complete opposites, reflected the high regard in which he placed them.
It was a tragedy that an educated man such as Senai was addicted to heroine, but nonetheless, Kemal remembered him as the man who gave him self-confidence, and the only person whose presence could make him feel truly happy. Despite his intellect, Senai had humility and would talk to anyone; he also listened intently to what people had to say, with interest. He in return, would captivate Kemal with his real life stories, and intellectual topics, not fairy stories which the young boy regarded with contempt.
Kerim cheated people by forging artefacts, but he only defrauded those who were financially comfortable. He was highly skilled at his trade. However, he had no real interest in money himself, but would benevolently give it away to those who needed it more; and indeed, he discretely helped a lot of people The fact that he took from the well-off and gave to the poor was reminiscent of a Robin Hood figure. When it comes to being immoral, I guess there are some very grey areas, because, who could condemn Kerim during those difficult times of such widespread deprivation? Kemal certainly couldn’t.
This entire review has been hidden because of spoilers.
Çocukluk anılarını çabukça okunabilen bir metin halinde anlatmış Kemal Demirel. Filmi de varmış, şöyle bir bakayım dedim; 90ların acıklı filmleri ayrı bir tür olarak ayrılmalı diğer türlerden. Çünkü inanılmaz sıkıcılar. Yine de hiçbir işimin olmadığı bir gün belki izlerim kim bilir...
Kitapta bazı detayların birkaç kez yinelenmesini yazarın yaşına verdim. Evet Kemal Amca heyecanlısın, anılarını anlatıyorsun, ama kaç posta oldu be. Her seferinde de aynı heyecanla. Günlük okur gibi hissettim; yanlış bir şey yapıyormuşum gibi.
Fakat zihnimde çok iyi canlandı. Filmi seyretmesem de olur. Ben çok güzel çektim bu senaryoyu. Karakterleri de sözlükte yazmışlar zaten; Kerim Dayı'yı Müşfik Kenter, Senai'yi Rutkay Aziz oynamış. Nasıl hiç rastlamamışım bugüne kadar hayret.
Bir de 'tanrı nerde, tanrı bizi görmüyor, biz asi çocuklarız' edebiyatını satır aralarından sızdırmayı ihmal etmemiş. Belli ki Senai abisinin çok etkisinde kalmış Kemal Amca.
This entire review has been hidden because of spoilers.
Çocukken öyle olaylar yaşarsınız, öyle insanlarla tanışırsınız ki; hayatta yarım yüzyıl geçse bile onları unutmanız mümkün olmaz. İşte bu kitap da, çocukluğunda hayatında yer eden iki insana 50 yaşında yazılan bir kaç mektubu barındırıyor sayfalarında. Eseri bileniniz çoktur. Okumaya değer
Önce filmini izleyip sonra kitabını arayıp bulup, yeniden sinemaya koşup filmin efsunlu dünyasına daldığım gençliğim... Biraz gerçeküstü, bazen masalsı, bir çocuğun hayalinde nasıl kaldıysa büyükler öyle resmedilmiş, hikaye edilmiş. İçimi ısıtırken, yüreğimi sızlatan "o güzel insanların o güzel atlara binip" ayrıldığı bir konak... Dönüp yeniden okusam gençliğimi saklandığı yerde görür müyüm yeniden? "yavaş yavaş bacaksız, yavaş yavaş..."
‘Her şeyin, sevgi için var olacağı, sevgisiz hiçbir şeyin asla yaşamayacağı bir dünya içinde var olmak ne mutluluktur.’
İnsanların gün geçtikçe sevgisizleştiği şu günlerin tersine, bütün o fakirliklere rağmen paylaşmanın ve beklentisiz sevginin yaşandığı o güzel yılların samimi anlatımı.
"Körpecik bir fidanı aşılayayım derken kurutabilecekleri bir çağda, son derece yalın bir yaşam sürmüş olmama borçluyum çocukluğumun yarım yüzyıldır tüketemediğim, bana şiir gibi gelen güzelliğini"
"Bak Kemal, ne kadar güzel bütün gün Beyoğlu?ndan çamaşır topladı, lokantalardan ekmek artıkları, fırından köz getirdi, çamaşırları yıkadı, karnını doyurdu, şimdi şarkı söyleyip mutlu olabiliyor. Şarkı söyleyebiliyor, düşün bir kere; üstelik sesi de güzel değil"
1940'ların İstanbul'unda Kemal Demirel'in çocukluğunun 6-11 yaş arası dönemini anlattığı Piano Piano Bacaksız'ı yukarıda Senai abisinin Kemal'e mahallenin çamaşırcısı Ulviye Teyze hakkında söyledikleri özetler gibidir aslında. Büyük büyük binaların çok katlarında uygarlığın her türlü nimetinden faydalanan ama mutlu olmayı beceremeyen bugünün insanları, Kemal'e çocukluğunda, Kasımpaşa'da her odası ayrı bir aileye kiralık verilen on odalı bir evde yaşayan yoksul, ilkel, eğitimsiz insanların her koşulda mutlu olmayı becerebilmesini, açlığını adam gibi yaşayıp hep barıştan ve umuttan yana olmalarını anımsatır.... Kemal'in bütün derdi o insanları bütün samimiyetiyle bugünün insanına anlatmak ancak 5-10 yaşlarında tanıdığınız insanlar sizde ne kadar kalıcı izler bırakırsa bıraksın, yarım asır sonra onları yeniden anımsayıp başkalarına anlatmak kolay olmasa gerek ki zaten Demirel'in kitabında kendisinde iz bırakan insanlardan bahsederken pek de derli toplu olduğu söylenemez. Anlattıklarından hangisinin hangi yaş dilimine ait olduğu pek açık olmadığı gibi anlattıklarına haksızlık yapmama kaygısı taşıdığı pek aşikâr. Bun anlamda Tunç Başaran uyarlamasının kitaba kıyasla daha derli toplu durduğunu söylemek mümkün. Bütün olarak filmin senaryosunda yazarın kendisinin de yer almasıyla filmin kitaba oldukça sadık kaldığını da söylemek gene olası. Kitap Kemallerin evinin insanlarından peyderpey bahsederken filmde, beyazperdede yine Kemal'in gözünden evin insanlarıyla bir bütün olarak karşılaşıyoruz. Kemal için evin belki de en önemli iki insanı Senai Efendi ve Kerim Dayıdır. Senai (Taner Barlas) Berlin'de felsefe eğitimi almış okumadığı için değil tutkularının esiri olduğu için eğitimini tamamlayamadan yurda dönmüş ve bu yoksul hayata mahkûm olmuştur. (Kendisine göre hava hoş aslında, kendisi bundan hiç de şikâyetçi değil) Hayatta esrardan başka tek tutkusu her daim beraber olmak istediği Ferihası... Sırtında taşıdığı terekli küfesini bile çavuş üzümü satmak uğruna değil akşam Feriha'sının işten dönüşünü görmek umuduyla yaşayan bir adam... Kerim Dayı (Rutkay Aziz) ise türlü alavere dalaverelerle evdeki insanların ihtiyaçlarına Hızır gibi yetişen bir usta kalpazan. En büyük hayali yeterince para biriktirip İtalya'ya gitmek... Sadece Senai Efendi ve Kerim Dayı için değil, sipariş üzerine hırsızlık yapan Bedriye Teyze, haftanın birkaç günü kendini iyi hissettiğinde dilenciliğe çıkan yetmiş yaşının üzerinden olan Hatice Nine, el parmakları arasında kazayağı gibi deri parçaları olan karısıyla İhsan Bey, ıskatçı, anadan doğma sakat Topal Necmi, usta ve yürekli hırsız Mustafa Amca ve Arabacı Tevfik dahi daha birçok kişi için söyleyeceği çok şey var Kemal'in. Film de bu karakterlerin birçoğuna yer verilmiş. Hepsini de usta oyuncular oynuyor ve oyunculuk son derece ikna edici...Tıpkı kitapta olduğu gibi filmde de bu insanlara son derece iyimser yaklaşılmış hatta Kemal kitapta babası Kumarcı Hasan'ın yeri geldiğinde zaman zaman annesini dövdüğünü söylemesine rağmen filme kuştüyü yatağı bıçaklama sahnesinden başka bir şey konulmamış. Kemal Demirel, onca ilkelliğin ve yoksulluğun yaşandığı bu dünyada bile, kişisel çekişmelerin olduğunu söylerken kendileri hırsız olanların başkalarına "ben namuslu hırsızım, çalarım ama sen katırı yüküyle çalarsın, yaramazsın" diye bağırmasından, üç sevgiliyi idare eden bir kadının, komşunun kızını 'namussuz' ilan etmesinden dem vururken mahallenin Sıdıka Teyzesi'nin tavuğunu mayın döşercesine titizlikle tek tek d.zdikleri mısırlarla pusuya yatırmalarını ise çoğumuza düşsel gelebilecek bir dayanışma ile adeta bir "Robin Hood" edasıyla çaldıklarını söylemekten imtina etmiyor. Her ne kadar bir çocuğun gözünden de olsa, o insanlar o çocuğun gözünden ne kadar temiz, onların dayanışması ne kadar da kadim ve uzak görünse de bugün, onların bu yaşamı tamamıyla "açlığı adam gibi yaşama" diye tanımlamasını biraz ironik bulduğumu söylemeliyim. Kendilerini sahip oldukları yaşama mahkûm değil hâkim gören mutlu ve umarsız insanların umutla, sevecenlikle anlatılması ve sonra da o şekilde dramatize edilmeden duygu sömürüsü yapılmadan beyaz perdeye aktarılmasını manidar ve başarılı bulsam da "uzayla aramız küçüldükçe insanla insan arasındaki boşluk büyüyor" diyerek hayıflanmam ve işte bir zamanlar böyleymiş demem mümkün değil. Çünkü o insanlar Demirel'in evinin insanlarıydı ve o devrin adamlarıydı ve kabul etsek de etmesek de, sevsek de sevmesek de Demirel o insanları çocuk gözleri, tüm masumiyeti, barışı ve umudu içinde nasıl gördüyse öyle anımsadı...Naçizane önerim Tunç Başaran uyarlamasından önce mutlaka kitabı bir kez okumanız... http://www.ipernity.com/doc/shutterbu...
Sıcak, samimi bir anlatımı var. Fakir ama farklı karakterlerle çevrili zengin bir sosyal çevrede kendine dokunan başlıca karakterleri mercek altına alıyor. Kısa, hızlı okunan bir eser.
Bu kitap benim ilk anı-roman tarzında okuduğum kitaptı. Ve hem bu türü okumayı hem de Kemal Demirel'i çok sevdim. Demirel bu kitapta hayatının 7 yılını kapsayan zamanı anlatmış kitabın ilk yarısında. İkinci yarısında ise bu 7 senelik hayatında büyük rol oynamış iki insana mektup yazmış. Ben şu an 14 yaşındayım ve 7 yaşını anlat deseniz anlatamam. Oysaki yazar bu kitabı yarım asrı devirdikten sonra yazmaya başlamış.(Kendisi bazı yerlerde bunu belirtiyordu.) Yani düşününce çok zor bir şeyi okurlarına ulaştırmaya çalışmış ve bunun öyle güzel başarmış ki... Kitapta çok sıcak olayları okuyorsunuz. Ve bana göre daha çok yaşıyorsunuz. Eğer anı-roman tarzında bir kitap okumak istiyorsanız bu kitapla başlamanızı tavsiye ederim.