Mario Levi'nin son romanı Sana Pandispanya Yaptım, İstanbul Bir Masaldı'nın izinde giden akıcı,cazibeli,duygulu bir roman.
Mario Levi bu romanında yeni bir tat yolculuğuna çıkıyor. Bir tarihin izini sürme çabası bu aynı zamanda. Yolculuğun ruhunda 15. yüzyılda İberia'dan Osmanlı topraklarına göç eden atalarının kuşaktan kuşağa aktararak yaşattığı ve bugünlere kadar getirdikleri yemeklerin bıraktıkları ve hatırlattıkları var. Yemeklerin tariflerini de vermekten çekinmiyor yazar. Çünkü bu yemekleri defalarca yapmış, sevdikleriyle paylaşmış. Babaannesinden öğrendiklerinden sonra. Üstelik şimdi yeni yorumlarını da katıyor. Burada da rehberi Osmanlı mutfağının derinlikleri.Ancak bu kitap bir yemek kitabı değil.
Karşımıza çıkan aile albümleri ve bu albümlerin hatırlattıkları. Hikâyeler, anılar ve efsaneler hem hüzünlü hem de mizahi bir üslupla anlatılıyor. Tıpkı hayatın kendisi gibi. Bu kimilerine göre yemekler üzerine bir roman, bir başka deyişle anılarla derinleşen bir yemek romanı, kimilerine göre bir aşk hikâyesi, kimilerine göre de bir dönemin tanıklığı. Doğrusunu söylemek gerekirse de bunların hepsi.
Mario Levi was born in 1957 in Istanbul. He graduated from Saint Michel High School in 1975, from Istanbul University the Faculty of Literature French Language and Literature Department in 1980. His first articles were published in the newspaper "Şalom". These were followed by his other articles in the publication organs like "Cumhuriyet", "Stüdyo İmge", "Milliyet Sanat", "Gösteri", "Argos", "Gergedan", "Varlık".
His first published book is called "Jacques Brel: A Lonely Man" (1986). This book is a novelized version of his university graduation thesis. His first story book “Not Being Able to Go to a City" was published in 1990. This book having autobiographic qualities is like an account of the writer with both his loves, his childhood and pre-teen years. The book won the Haldun Taner Story Prize of the year. His second story book, "Madame Floridis May not Return" published in 1991, includes the people of Istanbul who have difficulty in adapting to the minority group and the society. In 1992, his first novel called “Our Best Love Story" was published. Then a long silence took place. His 800-page novel, "Istanbul Was a Fairy Tale", published in 1999, is the story of a Jewish family who lived in Istanbul between the 1920s and 1980s. The heroes of other minorities of the city are also seen in this novel.
Mario Levi, in addition to being a writer, was also a French teacher, an importer, a journalist, a radio programmer and a copywriter. He gave lectures at Yeditepe University. He also taught creative writing to the people who have set their hearts on trying to express their thoughts.
Sırlarla dolu bir aile, uzun uzun hazırlanan yemekler, tatlarla kurulan bağlar keyifliydi. Ancak ara ara bazı ilişkilerin birbirine dolanması hem kafamı karıştırdı hem de sıkıldım. Sonlara doğru yeniden toparlayıp keyifli bir son yaşattı bana.
Якщо за приклад графоманії здорової людини взяти Харукі Муракамі, то Маріо Лєві - це графоманія курця. Про те, що це роман, героями якого є традиційні рецепти та смаки, а також емоції тих, хто ту їжу готує й їсть, герой-письменник (а також інші оповідачі) розповідає кожному зустрічному персонажу, не кажучи вже про те, що безпрестанно думає, чи він впорається з таким задумом (спойлер: скоріше ні). Внутрішні монологи виглядають так, як у пересічної людини, тобто здебільшого складаються з повторів, слів-зв’язок і недолугої сентиментальності. І ТРОЄКРАПКИ! КЛЯТІ ТРОЄКРАПКИ ВСЮДИ! Я здатна пробачити тексту багато горіхів (заради справедливості зазначу, що до перекладу та коректури немає жодних питань), але не грьобані троєкрапки: кожна з них - плюс 100 балів пафосу і надуванню щок та враження, що писав або підліток, або неграмотна людина. Сентиментальність, пафос та потік свідомості насправді можуть працювати навіть всі разом (як-от у Бакмана), але для цього має бути ще й сюжет. Починається все дуже цікаво: багатозначні натяки на якусь велику історію, таємниці, загадкова жінка у червоному, зібрання документів… але в нас же роман про рецепти! Тож більшість часу ми проводимо на кухні по черзі з двома сестрами, які думають здебільшого про те, як вразити гостей кулінарною майстерністю, сини, невістки, онуки та прочі родичі за столом проходять нерозрізнимою вервечкою, “страшна таємниця” виявляється парою банальних подружніх зрад, вбивство згадується мимохідь і wtf, а все найцікавіше розповідати ніхто не збирається. Рецепти, правда, цікаві. Спробую дещо, як буде сезон овочів. P. S. Насправді я дуже негативно передвзята через грьобані троєкрапки, бо реагую на них ще агресивніше, ніж собака на поштаря. Якби не вони, можливо, враження були б позитивнішими.
This entire review has been hidden because of spoilers.
Italo Calvino’nun Bir Kış Gecesi EĞer bir Yolcu tarzına benzettim. Kahraman araya giriyor,okura müdahele ediyor, onunla konuşup yönlendiriyor. Yaratıcı bir roman, kurgusu akıllıca ama anlaması zaman alıyor.
Bazı defter kısımlarına bayıldım.
O kadar çok beğendiğim cümle var ki... sadece bir kaçını yazabildim.
“Bizi farklı kılan, başkalarına hatalarımız olarak görünen doğrularımız değil mi?”
“Yaslarıyla yüzleşmekten kaçınanlar ile geçmişlerini taşıyamayanlar” hayatta hep bir isyanın arkasına saklanırlar.
“Kendimizi öğrenme savaşımız bu savaş ne kadar çok ölümü, yaşamayı ve hatırlatmayı gerektiriyor.”
SİZE PANDİSPANYA YAPTIM / MARİO LEVİ Ben yapmadım, Mario Levi bizler için yapmış. Levi’nin 2013’te yayınlanan ( ben 2019’da aldım) romanı Size Pandispanya Yaptım’ı kışın okudum ama ancak yorumunu yazabildim. Levi kitaplarını okumak benim için ayrı bir keyif, aynı ilçede doğup, aynı mahallede büyüdüğümüz için onun yazdıklarını okumak kendi çocukluğuma bir yolculuk gibi. Levi, bu kitabında okuru lezzet yolculuğuna çıkartıyor ama sadece yemek tarifleriyle değil; mektuplar, günlükler, aile albümleri ve onların hatırlattıkları anılar yolculuğuna çıkıyoruz. Hem hüzünlü hem mizahi tarzda anlatılmış efsaneler, öyküler, anıları okurken tüm duyguları yaşıyorsunuz. Eser ne dönem kitabı, ne aşk hikayesi, ne hatırat ne de yemek kitabı; hepsinin karıştırılarak kurgulandığı bir roman. Birinci Defter’in bir bölümünde: “ Hali vakti biraz daha yerinde olanlar, şehrin iç göç yollarında çoktan Şişli, Osmanbey, Feriköy, Kurtuluş, Nişantaşı taraflarında kendilerine yeni hayatlar kuruyorlardı. Yeni sokaklarıyla, yeni komşularıyla… Yeni hikayeler için, yeni umutlarla… Ya alışkanlıklar, eski değerler?... Onların yenilenmesini hiç kimse istemiyordu ki… İstemeseler de sonuç aynı değil mi? Yaşamda her şey değişirken; zaman, mekan, çevre, oyuncular, fikirler değişirken alışkanlıkların, değerlerin, adetlerin aynı kalması mümkün mü? Şabat hazırlıklarını anlatırken: “Önce uçlarını kestiği orta büyüklükteki sekiz sakız kabağını bıçakla ortalarından ikiye ayırdı, sonra da salatalık gibi soydu.” Demiş. Aahhh nerede sakız kabağı kaldı mı ki? Kim biliyor sakız kabağını? Genetiğine dokunulmamış, hormonla şişirilmemiş sebze mi kaldı? Çocukluğumuzun sebze, meyveleri yok artık. Hepsinin ebatları, kokuları, tatları değişti. Bu içimi acıtan, günlerce konuşabileceğim bir konu. Bir bölümde pırasa köftesinden bahsediyor ve yapılışını ayrıntısıyla anlatıyor. Bizim çocukken bildiğimiz ama evimizde pişmeyen bir lezzet. ( çünkü çoğu erkek gibi babam ve eniştem pırasa pek tercih etmezlerdi sadece zeytinyağlı olarak seyrek yapılırdı) Birde pırasa sarma vardı. Annem çocukken sevmediği halde zorla yedirildiği için kendisi pişirmezdi ama bize tarif ederdi bilgimiz olsun diye. Ispanak yemeği tarifinin sonunda: “Biraz dinlendirmek yeterli. Her zeytinyağlı gibi oda sıcaklığında yenince tadına doyum olmuyor.” Diyerek bir sır daha veriyor. Bende zeytinyağlıları oda sıcaklığında yemeyi severim. Küçük bir sır daha zeytinyağlılar ertesi gün yani bir gün dinlenince daha lezzetli oluyor. Çocukken misafir geleceği zaman zeytinyağlılar bir gün önce pişirilir, dinlendirilirdi. Bende geleneği devam ettirmeye çalışıyorum. Bir yerlerde. “İyi, derinlik taşıyan mizah, kederle mücadele etmenin en güçlü silahlarından biridir bilirsiniz.” Diye bir cümle vardı. Evet hem de en iyi silah bence. Hep bunu uyguladım, acılarımı mizahla yenmeye çalışıyorum, daima gülümsüyorum. Bazen kendimi tokat yiyen çocuğun “Acımadı ki, acımadı ki.” Diye bağırdığı zamandaki gibi hissediyorum. Bu kitap beni “alikobeni”ledi. ‘Alikobeni’ de nedir derseniz, “Alıkoy beni”nin gizli kısaltması. Ev kadınlarının işleri başından aştığında çocuklarını bir yakınlarına kısa süreliğine teslim ettiklerinde çocuk fark etmesin diye kullandıkları parola: Alikobeni. Pandispanya yerken ki kadar keyifli bir kitap.
Kitabın konusu ve çıkış noktası gerçekten enteresan. Yemeklerin hazırlanışıyla birlikte; o yemeklerin ve masanın çevresindeki hayatların detayları yansıtılmak istenmiş. Bir yere kadar da gerçekten merak ettiren bir kurgusu var. Ancak, ben 2. defter kısmında başlayan o kadar detaylı yemek anlatımı esnasında gerçekten bunaldım; yemek kitabı mı okuyorum, insanların duygularını mı izliyorum sorusunu sormadan edemedim. Beklentim duyguların derinlerine inebilmekti ama sürekli bir yemek tarifiyle çok dağıldığımı ve konudan uzaklaştığımı hissettim. Kitabın sonunda hikaye ve kurgu birbirine bağlandı ama arada çok dağıldı, bazı karakterler ve o karakterlerin yaşadıkları tam geçmedi bana, yarım yamalak kaldı. Çok tat olduğum anlar oldu kitaptan ama genel olarak "dağınık" olarak tanımlayabilirim. Bu dağınıklık bazı okurların hoşuna da gidebilir belki.