From the Armenian communities of Venice Beach and Paris, to Turkey and Armenia, Deep Mountain is a nuanced and moving exploration of the living history and continuing denial of the Armenian genocide. Encountering writers, thinkers and activists from across the Turkish-Armenian divide, Ece Temelkuran weaves together an absorbing account of the role of national myths and memories, and how they are sustained and distorted over time, both within Turkey and Armenia, as well as among the vast Armenian diasporas of France and America. Deep Mountain is both a brilliant, personal exploration of one of the most enduring and intractable issues of our time, and an illuminating look at the part nationalism plays in the way we see ourselves and others.
Ece Temelkuran, Turkish author, was born in 1973. She is a daily columnist of one of the most popular Turkish newspapers for ten years and a prize winning journalist. Her primary concerns that she addresses are the contemporary criticism of popular culture, masques of politics, women issues, and all other deteriorating identities of humanity. She uses various forms of dramatic sentimentalism and black humor together, combined with her postmodern style, creating space for tactful connections to everyday life. She is the author of three experimental literary fiction books written in the form of poem in prose, and a documentary book on hunger strikes. Lately she published two collections of articles from her column. Temelkuran is the pioneering signature of her generation with opposing voice as a young intellectual, and always brave to tell about “never to talk subjects” of Turkey.
She graduated from Faculty of Law, Ankara University in 1995. She started her journalism studies at Cumhuriyet newspaper in 1993. She worked on women’s movement, Southeast Issue in Turkey and also political detainees. Her first book, “All Women Are Confused “ was published in 1993.She was chosen as the “Journalist of the year” by German government and then she made a research on Women movement in Germany in 1993, the same year when she was chosen as the Journalist of the year.
Her research book “My Son, My Daughter, My State-The Mothers Of Detainees- From Homes To Streets.” Was published in 1997. She was awarded by Office of Doctors since she had a research paper “Virginity Test is A Crime” for Cumhuriyet journal.
Her poem- prose books “From the Edge” and “Voice Of The Inside” were published by Everest. She went to Brazil in 2003 and to India in 2004 to observe World Social Forum. She examined the nation movement after the economic Crisis in Argentina. Her books that include newspaper articles Voice Of The Inside and From Outside were published by Everest in 2005. She took the Idea and Democracy Award by the Office of Doctors in Turkey with her book “We Are Having Revolution Here, Senorita!” (Everest, 2006). She was also awarded by Diyarbakır Democratic Platform with her book “What Should I Tell You?”. Ece Temelkuran, who deserved the award of Freedom for Idea by Ayşenur Zorakolu, keeps writing on her column “From The Edge” at Haberturk newspaper and her latest books “The Deep Mountain” (2008) and “Sounds of Bananas” (2010) are published by Everest.
Ermeni diasporasinin yogun oldugu Los Angeles'ta yasayan bir Turkiye vatandasi olarak Ermeni halkinin neler dusundugunu ve hissetiklerini merak ediyordum. Belgelerden ve siyasetten ayri olarak, bu insanlarin hikayelerini dinlemek, beraber aglayip gulmek istiyordum. Hrant Dink'in katlinin yil donumlerinde yanlarinda olmak, Hrant'i beraber anmak istedim. Bu isteklerimi gerceklestirememin buyuk kismi benim cesaretsilizgim olsa da bir kismi da Ermeni halkinin bir kisminda Turklere karsi olusmus olan onyargilardi. Onlarin onyargili olduguna dair olan onyargilarim da zaten varolan setleri daha da arttirdi.
En azindan kendimde olan onyargilarimi ve cesaretsizligimi kirmak ve Ermeni halkina bir adim olsun yaklasabilmek icin Ece Temelkuran'in kitabini okumaya karar verdim. Cok da dogru bir karar vermis oldugumu kitabin her sayfasinda tekrar anladim. Ingilizcesini okumamin sebebi ise bu meseleyi Ingiilzce konusabilmek ve tartisabilmek icin kendimi hazirlama geregiydi.
Kitapta Temelkuran, Ermenistan, Fransa ve Ermenistan'da yasayan Ermeni halkini dinliyor. Evet, sadece dinliyor, sordugu birkac soru disinda fazla konusmuyor. Cunku, biliyor ki dialogun kurulabilmesi icin once birbirimizi dinlememiz lazim. Onlarin hikayelerini dinledikce Turklerle aralarinda analojiler kuruyor. Halklara dusman olan bireylerinin yetismesinin her toplumda benzer bir surec oldugunu anlatiyor. Ermeni bir cocugun Turkleri canavar sanmasi ile kendisinin cocukken Yunan'i denize dokulen bir icecek sanmasinin benzerligine isaret ediyor.
Bu kitabi okuduktan sonra Agri Dag'i artik sadece bir yukseklik degil ayni zamanda derinlik oldugunu hatirlayacaksiniz. Zaten kitaba bu ismin verilmesinin sebebi de burada yatiyor. Artik Agri Dag'i Turkiye'nin en yuksek dagi degil, yasanmamis hayatlari derinliginde saklayan bir dag olacaktir sizin icin. Okuduktan sonra Hrant Dink'in ne kadar onurlu ve zor bir gorev ustlendigini ve bunun bedelini hayatiyla odedigini dusundukce ona sayginiz ve sevginiz katlanacak.
Kitabin dili tam bir Ece Temelkuran dili desem anlasilir herhalde. Icten, yalin, duygulu, humanist.
Butun Ermeni ve Turklerin kesinlikle okumasi gereken bir kitap. En yakin ama en uzak komsumuzu dinlemek ve anlamak hepimizin gorevi olmali.
Ece Temelkuran's Deep Mountain is discussing the Armenian genocide and its consequences at a personal, human-to-human level, leaving the politics only in the background. Interviewing people in Armenia and Armenian diaspora in France and the US, she is showing the similarities of individual stories but also the differences among them. What is more striking is that Temelkuran is treated very differently depending where in the world she is.
The book is a succeeded effort of bringing Armenians and Turks together around a table to discuss what they feel about each other but, more importantly, why they feel that way. But the story is unfinished. The book ends with an invitation for each and everyone to start their own journey to get to know the other.
Reading the book as an Armenian, many of my important questions were answered. How do Turks perceive the genocide? Why is it so difficult for them to use the term 'genocide'? What is it like at an individual, not collective level? Many aspects of these answers were eye-opening. Yes, there are Turks who know that the genocide has happened but they feel numb. Why is it so? This numbness is also discussed in the book.
Importantly, it is striking how women are more open for a dialogue and less hostile than men. Women are more eager to tell stories and to connect. And maybe that's where everything should start from - Armenian women talking to Turkish women.
In the end you confirm your prior beliefs - there is the political but there is also the personal. And while there is little you can do at political level, there is a lot that can be done at a personal level. And there I go, it is time for my own journey.
Got about 100 pages before I put it aside. It's not a bad book. It's well written (translated). It just struggled to keep my attention. The flow gets repetitive. The author keeps asking the same questions, keeps wrestling with emotional and political tension, keeps engaging similar conversations with Armenians. The highlight is the author's observational and perceptive writing style.
1915 olaylarını ne kadar bilmediğimi fark ettim kitabı okurken. Ve bir milletin aslında ülkemin her bölgesinde her köşesinde ne kadar yoğun yaşadığını, her yere hikayelerini bıraktığını. ‘En yakınımızdaki uzaklara itmek üzerinedir yan yana yaşama geleneğimiz’ dediği gibi yazarın meseleye ne kadar uzak kaldığımı. İlk tepkim kitap biter bitmez okuyup öğrenme isteği oldu ne olmuş o insanlara, olaylar nasıl gerçekleşmiş diye. Sonra fark ettim ki şu an Google’ın bana sunduğu yayınların çoğu yayınlanabildiğine göre taraflı politik bir bakış açısında sahip olmalıydı. Türkler olarak inkarı, Ermeniler olarak ispatı temel alan paylaşımlar olmalıydı. Oysa ki elimdeki kitap duygulara ve hikayelere yoğunlaşmıştı ve ben politik bakış açılarının ruhsuzluğunu, her an rüzgarın estiği yöne göre konum alabilmelerini hep itici ve şaşırtıcı bulurum. Ece Temelkuran’ın tanımladığı bu küçük ulusa ait hissediyorum kendimi ben de: “iki tarafın bağıran çağıranları arasında küçük bir ulus oluşturduğumuzu düşünüyorum hikayelerini paylaşmak isteyenler olarak”.
Yazar güzel özetliyor kitabı okuduktan sonra hissettiklerimi:
“1915 yılında bu topraklarda karanlık bir yaz yaşandı. Kim suçluydu kim daha güçlüydü 90 yıl bu konuşuldu. Mesele şu ki konuşanlar bizler değildik. Hepimiz, hikayelerini eksik ya da fazla anlatan hayaletlerin çocuklarıydık yalnızca. Ama biliyorduk, o yaz bizim de utandığımız, yaşananlara koyulacak ad üzerinde kavga ederken eksik bir yasla geçiştirdiğimiz bir şeyler olmuştu. Oysa biliyoruz, bu topraktan sökülüp gitmiş her şey bu toprağın canını acıtıyor…bilmediğimiz şey şu: biz konuşmuyoruz, bizim yerimize hayaletler konuşuyor hala…” Ve “Eğer bir acıya koyduğumuz ad, o acının anlatılmasını imkansız kılıyorsa önceliği ada değil, hikayeye vererek konuşmak gerekiyor…”
What does it mean when a highly political journalist probes the Armenian Diaspora for reaction to Turkey's intransigence on acknowledging culpability for a century old genocide? And that journalist is Turkish, and a woman. Ece Temulkuran wrote several of the stories in this book before her friend and mentor Hrant Dinck, an Armenian newspaper editor, was cold-bloodedly murdered in a Turkish street in 2007 largely for his attempts to open the dialogue between Turks and Armenians on this very issue. She carries out her friend's suggestion to talk to Diaspora Armenians. Find out what they feel. For the survivors there is guilt, there is rage, and most importantly, there is the sense that their home has been taken away from them. Modern day Armenia is much like other independent states that fell out of the collapse of the Soviet Union: poor, corrupt, isolated. But this is not the home of which she speaks. It was the Armenians of Turkey who were butchered, shot, and gassed. So it is Turkey itself that is the lost homeland. This was new to me. Turkish Armenians aren't a race. Nor a separate religion. They got caught in the squeeze leading up to WWI between the dying Ottoman Empire and the dying Russian Empire. Turkish leaders emptied the jails of its worst criminals and set them on the suspect Armenian population with predictable results. Ultra-nationalist segments of Turkish society keep any hope of a reconciliation with its past off the agenda in Turkey. And its quasi fascist government suppresses dissent,
As an Armenian American removed from her roots this book touched me on several levels. Temelkuran writes pretty prose and narrates a history lesson like a journal entry. Her narrative is palatable and important--not just to Turks and Armenians, but to all people who struggle with their cultural ghosts.
Yine Ece, yine şiir, yine büyü... Kendine özgü dili ve duyarlılığı ile aslında fazla konuşmuyor Temelkuran, dinliyor, dünyanın her yerine nar taneleri gibi dağılmış, ama Arafat'ı içlerinde taşıyan insanların acılı öyküsünü, bize de dinletiyor.
~O eski şarkılardan birinin nasıl başladığını unuttuğunda yanındaki hatırlasın istiyorsun. Sarhoş olduğunda, yeni uyandığında, uyumak üzereyken, rüyanda, sevişirken, kızınca, ağlarken kendi dilinde konuşmak istiyorsun. Basit aslında. Küfür ettiğinde için soğusun istiyorsun.
“ Sevog Arzoumanian, kız arkadaşının Vanlı bir Kürt olduğunu ve onu çok kıskandığını söylüyor. Neden? ‘ Çünkü ben, benim kendi şehrim olan Yozgat’ı göremiyorum bile.’ Harvard mezunu ve belli ki politik olarak aktif olan bu genç adam Boston’da Yozgat’tan dünyanın en güzel yeri olarak bahsedince birden kendimi tutamayıp gülüyorum: ‘ O kadar şanssız sayılmazsınız! ‘ Sevog gülmüyor. Son derece ciddi olarak şöyle söylüyor: ‘ Yozgat’ın Burunkuşla köyünde doğmuş olmayı tercih ederdim.’ “
Bize sadece birbirimizi öldürmeye yarayan hikayeleri ezberletiyorlar. O yüzden bu toprağın başına kan revan hikayeler geldiğinde sakın sorma. "Daha kaç kurban gerek?" diye. Sakın sorma, "Daha kaç kişi ölmeli?" sorusunu. Çünkü ezberlediğimiz bir hikaye var ve bu hikaye kana doymuyor.
"insanların haritalar üzerinden fazlaca sinirlendiklerini düşünmüşümdür hep. üstelik çoğu kez de haritalarda gösterilen yerlere hiç gitmemiş, oralardaki insanların nasıl yaşadığını hiç görmemiş olmalarına rağmen."
Anadolu'da dolaşan 1.5 milyon hayaletin günümüze yansıyan öyküsüne ait yine röportaj serilerinden bir kitap. Yine Ece'nin her zaman takdir ettiğim ve kitabın içinde akıp gitmenizi sağlayan uslûbu ile daha da canlı kalıyor her şey.
Kitap, kendisini anlatıyor zaten, başkalarının tanıtımlarına gerek kalmadan. "Ben" diyor, "Ne sadece Türkler için ne de sadece Ermeniler için yazılmadım" diyor. Erivan'dan Paris'e uzanıyor, İstanbul'a dönüyor. Anadolu'da geziyor Erivan'ın tüm duaları kitap boyunca.
Silva Gabudikyan gibi bir yazarla tanışma şansına da sahip oluyor Ece ve Gabudikyan'ın o şaheser dili ile kitabına aslında en büyük damgayı vuruyor ve kitaba ismini veriyor tarihten bugüne bir seslenişle, Gabudikyan sayesinde; "Ararat sizin için bir yükseklik, bizim için ise bir derinlik meselesidir" Her ne kadar kitabın bize yansıttığı duygu Ağrı'nın derinliğinden çok, Ağrı'nın ağırlığı olsa da... Nar taneleri gibi Ararat eteklerinden dünyaya yayılan bir halkın dünü ve bugünü.
Paris'te Ermeni lobisinin bir yandan acısını, diğer yandan da görmek isteyene bencilliğini de aktarıyor. Bundan 100 sene evvel Der Zor Çölleri'nde açlıktan, hastalıktan, katliamdan serilen bedenlerin sahipleri, 100 sene sonra torunlarının kendi cesetleri üzerinden tazminat hesaplarına nasıl düştüğünü de gösteriyor.
Kitap baştan sona okunası bir başucu kitabı lakin tek rahatsız eden ve şaşırtan detayı benim açımdan Erivan'da Soykırım Müzesi Müdürü ile yaptığı röportaj sırasında, işgüzar gördüğüm Müze Müdürü'nün "Aslında Türkler yapmadı bu soykırımı, Kürtler Türklerin aklını çeldi ve Kürtler yüzünden soykırıma tâbi tutulduk" gibi bir söylemi var. Aslında kitabın içindeki tüm empati duygusunu yerle bir eden bir hayal kırıklığı. Hele ki Türkiye tarihinde Ermeni Soykırımı'nı meclise dahi taşıyan bir hareketin mensupları Kürt iken. Diğer taraftan Ece'nin genel olarak röportaj serilerindeki her söze bir cevabı ve yorumu var iken bununla alakalı herhangi bir yorum eklememesi de gözden kaçmıyor.
Bu dünya üzerinde herkes için yazılmış bir unutma ve hatırlama yolculuğunun hikayesi.
Ermenistan, Fransa, Amerika ve Türkiye'deki dernekler, işadamları, sanatçılar, akademisyenler, vatandaşlar, gazeteciler, tazarlar, siyasetçiler, hukukçular, tarihçilerle yapılan düzeyli sohbetlerin özetlerini oldukça yalın ve keyifle özetliyor.
Çok sürükleyici buldum, farklı bakış açılarını ilgiyle takip ettim.
Mümkün olabildiğince objektif olduğu görüşündeyim.
Ancak kitabı bitirdikten sonraki kanaatim bu meselenin Türkler ile Ermeiler arasında olmadığı, bu sorunun çözülmesinin de zor olduğudur zira bu sorunun üzetine kocaman bir endüstri kurulmuş. Sadece politik ve finansal bir endüstri de değil üstelik, aynı zamanda psikolojik bir endüstri.
Ermeni meselesini merak edenlere farklı bakış açılarına aşina olabilmek amacıyla tavsiye ederim.
Ece Temelkuran'ın okuduğum ikinci kitabı ve yine çok hoşuma gitti. Açıkçası ilk okumaya başladığımda soykırım yoktur diyen inatçılardandım (sorgulamaya başlamış olsam bile) ancak bu kitabı soykırım vardır deseniz de demeseniz de okuyun derim. Çünkü bu kitabın amacı insanlara soykırım vardır demekten çok milliyetçiliği sorgulamak, ve bu konuda da başarılı olduğunu söylemeliyim.
Temelkuran iki tarafa da el atıyor bu kitabında, hem Ermeni milliyetçiliğinden hem de Türk milliyetçiliğinden bahsediyor. Ancak her iki tarafta da milliyetçiliği sorgulayan kişilere de el atıyor, okurken duygulandığım kısımları bunlar zaten, komşularımız ile barış içinde birbirimizi severek yaşamanın hayallerini kurdurtan bu bölümler...
"İnsanlıkla ilgili birçok şeyi anlamam. Tanrıyı hepimizi seven sevimli bir dede olarak tasavvur etmek varken niye asabı bozuk ürkütücü sürekli bizi izleyen bir ahlak bekçisi olarak hayal ederler? Bu onları sadece mutsuz ederken. İnsanlar arası yer her şeyi içlerine bir güzel sindirip sonrada bütün hayatları boyunca en üstekilere yaranmak için nasıl çırpınırlar? Bu onları yorgun düşürüp aşağılarken. Nasıl kutsal ilan ederler bazı şeyleri ve sen bu konuda sorulat sorunca neden bu kadar sinirlenirler? Bu çok yanlızlaştırıcı olmasına rağmen. İnsanlar güzel güzel yaşamak varken neden faşist olur? Son derece can sıkıcı bir şey olmasına rağmen. Kendisine benzemeyenleri merak etmek yerine neden yok olmasını isterler farklı olanın? Bunu yaparken şımarık çocuklara benzemelerine rağmen."
This entire review has been hidden because of spoilers.
"... Efronia'nın hikayesini okurken gülüyorum sonra aklıma geldikçe o ihtiyarlar. Sonra başka şeylere gülüyorum kitapta, Türkçe kelimelere. En çok da 'turşu'ya. 'Turşu' hep italik. Çünkü İngilizce okuyanlar biliyorum ki sözkonusu 'turşu'yu bilmiyor. Onların turşuları tatlı oluyor ve Anadolu'dan gelen kimse o turşuları yiyemiyor. Başka dillerde hep bir yerimiz italik kalıyor. Neler olduğunu tek tek sayamam, o kadar çok ve hepsi o kadar 'ev'le ilgili ki. O kadar Türkçe ki... Önemsiz gibi görünüyor turşu, ama bilseniz zamanla böyle küçük ve önemsiz şeylerden nasıl kaçıyor insanın tadı..."
Arkamızı dönüp yok saydığımız bir konu imiş bu, bu kitapla farkettim gerçekten ne kadar üstünü kapattığımızı. Yeni düşüncelere ve sorgulamalara sevketti beni, yeni bir bakış açısı kattı bana, bu yüzden belki uzun zamandır okuduğum en önemli kitaplardan biri oldu benim için. İçeriğinin hazırlanma biçimi de çok tarafsız ve samimi geldi; bir belgesel niteliğinde kanımca.
Obviously I read the English translation of this (Deep Mountain). Thoughtful dispatches from a liberal Turkish journalist from reporting trips to Armenia and Armenian diaspora communities in Europe and the U.S.
"Ermeniler ne düşünüyor ve ne istiyor?" sorularının cevabı niteliğinde bir kitap. Soykırım var ya da yok gibi bir iddiası yok. Gerçekten tarafsız ve sadece dinleyici olarak yazılmış.
Aslında kitapla ve Ece’nin yazarlığıyla, gazeteciliğiyle alakalı yazılacak çok şey var ama kısa tutmaya çalışacağım.
Bu bir hikaye ya da roman değil, ama ona rağmen Ece’nin anlatımı bazı yerlerde o kadar güzel ki, insanın damağında hoş bir tat bırakıyor.
Kitap boyunca bu Ermeni meselesiyle alakalı bir görüş belirtmesini bekledim. Ece meseleye ayna tutmayı seçmiş ama taraflardan biri olduğu için tarafsız olması bana doğru gelmedi. Neyse ki kitabın sonunda bir şeyler söyledi, güzel de söylemiş.
Ben çocukken ne çevremde ne de okulda bana Ermeni nefreti aşılandı. Ama Ermenistan’da çocukların yüreğine bu nefretin doğuştan işlendiğini öğrendim.
Cesur bir iş çıkarmış Ece Temelkuran, tebrik etmek lazım. Kendisine başka meselelerden ötürü şahsi olarak kızgın olsam da hakkını vereyim.
Tam bir Ece Temelkuran kitabı. Kelimeleri, soruları, dupduru ama duygularla yoğun. Bu sefer hikaye bambaşka. Hep gazetedeki haberlerde göz ucuyla bakılıp geçilen, tarih derslerinde konuşulup konuşulmadığından bile emin olmadığım ama dağın öte tarafındaki insanlar için varoluş mücadelesi ve kimlik. Utandım bir hikayeye nasıl kulaklarımızı ve gözlerimizi bu kadar kapatabildiğimize.
“Bizim bu topraklarda gözümüz var evet, hem de en derinine gömülmek için.” H. Dink
Diasporanın insanı ne kadar hırçınlaştırabileceği, kimliğine ve hikayesine sahip çıkabilmek için “biz” ve “onlar” ayrımına ne kadar tutunması gerektiğini göstermiş bize.
Sen Ermeni kardeşim, acınız acımdır. Çok üzgünüm böyle bir acı hikayeyle ayakta kalabildiğin için.
Ece Temelkuran' ın Ermeni' ler ve 1915 olayları ile ilgili farklı ülkelerde Ermeni' lerle yaptığı görüşmeleri yazdığı bu kitap, herzaman olduğu gibi Ece Temelkuran' ın keyif veren yazım stilinden örnekler de taşıyor. Mesela bir okulda öğretmenler odasında yaptığı görüşme sonrasında görüştüğü kişiler okulun koridora açılan kapısını açtıklarında yazdığı gibi: "Eşikte sanki çocuk gürültüsü birikmiş gibi, kapı açılınca içeri ses yığılıyor. Çocuk sesleri ikisinin (görüştüğü öğretmenlerin) yüzüne soğuk su gibi çarpıyor." Bu ve bunun gibi bölümler için bile okunmasını tavsiye edebileceğim bir kitap.
“Çünkü dedim ya, dünya büyük bir hikaye. Size anlatılmış bir hikaye. Bir dua gibi ezberliyoruz onu hepimiz. Tıpkı anlamadan okuduğumuz dualar gibi, ayıklamadan…”
“Bu yüzden hep “yan köyde” olması gerekir kötülüklerin, kan hep yan köyde akar, suçlar oraya aittir, acı ve vahşet.”
“Bütün yeryüzünde insanlar birbirlerini aslında en çok hikayeler için öldürürler.”
“Çünkü ezberlediğimiz bir hikaye var ve bu hikaye kana doymuyor.”
“Şehir, gurur ve korku ile yas ve kaybın koordinatları arasındadır.”
“Uzak düştükçe birbirinin öfkesini, dilini unutmuş kardeşler gibi.”
Dünya kocaman bir hikayedir. O hikayenin neresine düşer senin varlığın, heralde bu meraktır insanı geçmişe baktıran. Ve geçmişte, ekseriyetle, korkunç sırlar vardır, hep kan... İnsanlar konuşabilse keşke...Ne bağırsalar ne sussalar....Hrant Dink anısına Ermenilerin bizi bu toprakları nasıl gördüğüne dair güzel bir kitap...
1915 senesinde yasananlarin ermeniler tarafindan soykirim olarak kabul edilmesini isteyen Ermeniler ile Ermenistan’da,Paris’te ve Amerika’da ropartaj yapan gazeteci Ece hanimin onlarin duygularini anlatmasi,kitap Hrant Dink’in öldurulmesi zamanlarinida anlatiyor.
İçine düştüğüm umutsuzluk, faşizmin gezdiği bir ülkede yaşam çoğu zaman kendimi yalnız mutsuz ve suçlu hissetmeme sebep olurken Ece Temelkuran’ın bu kitabı Ağrı’nın Derinliği’ni okumak yalnız olmadığımı, kolektif hafızamızda var olan yaralarımızın belki bir gün de olsa sarılacağını, faşizme karşı, geçmişte yaşanan ve üzeri kapatılmaya çalışan acılara karşı el ele yürümenin mümkün olduğunu hatırlattı bana.