Zeytindağı, insanın kanını donduran tarihi bir süreci "bir imparatorluğun çöküşünü" o zamana göre en duru Türkçeyle karşımıza getiriyor. Kitapta Mehmetçiğin Yemen'de, Aden'de kanal'da Gazze'de, Arap çöllerinde nasıl kırıldığını, yenilgiden sonra bir vagon dolusu "mecidiye altınını" bile nasıl bıraktığımızı hayretler içinde okuyacaksınız.
Cemal Paşa'nın emir subayı olarak, o günlerde en yakınında olan Falih Rıfkı Zeytindağı kitabıyla tarihimize bir ibret belgesi bırakırken, her biri destan olabilecek, askerlerin günlükleri ve adeta kumar masasında kaybedilen Ahmetlerin, Mehmetlerin hikayeleri tüylerinizi ürperticek.
Atatürk üzerine çalışmalarıyla tanınmış gazeteci, yazar Falih Rıfkı Atay 1894'te İstanbul'da doğmuştur. Öğrenimini İstanbul Edebiyat Fakültesi'nde yaptı. 1908 devriminden sonra "Tanin" gazetesinde gazeteciliğe başladı. Bir yandan gazetelere, dergilere yazılar yazıyor, bir yandan da Babiâli Mektubi Kalemi'ne devam ediyordu (1913). Bir süre sonra, oradan Dahiliye Hususi Kalemi'ne kâtip olarak geçti. Falih Rıfkı Atay Birinci Dünya Savaşı'na yedek subay olarak katıldı. Bir süre sonra 4. Ordu Komutanı Cemal Paşa'nın emir subayı olarak, Kudüs'te ve Suriye'de bulundu. Bu arada, resmi görevle birtakım Avrupa yolculuklarına da katıldı. Savaş sona erince, Bahriye Hususi Kalem Müdür muavinliğine atandı. O sıralarda iki arkadaşıyla birlikte "Akşam" gazetesini kurdu (1918). Devrim aleyhinde bulunanlarla çetin bir savaşa girişen Atay, 1922 yılında Bolu'dan milletvekili seçildi, 1950'ye kadar milletvekili kaldı. Bu arada, "Hakimiyet-i Milliye", "Milliyet", "Ulus" gazetelerinin de başyazarlığını yaptı. 1950'de siyasi hayattan çekilerek kendini tamamen gazeteciliğe adadı. Kısa bir süre "Cumhuriyet" gazetesine haftalık sohbetler yazdıktan sonra, bir arkadaşıyla birlikte "Dünya" gazetesini kurdu.
zeytindağı’nı elbette daha önce de okumuştum. meb’in en sevdiği kitaplardandır. şimdi bir görev icabı tekrar okudum. falih rıfkı atay’ı minâ urgan’dan dolayı, üvey babası olduğu halde ona nasıl iyi babalık yaptığını bildiğim için severim. atay, daha çok çankaya’yla bilinir. sıkı bir atatürk hayranıdır. zeytindağı daha eski günleri, birinci dünya savaşında suriye, filistin, arabistan çöllerinde cemal paşa’nın yaveri olduğu zamanları anlatıyor. valla sıkı bir cemal paşa’cı olan atay, enver’den ve talat’tan hiç hoşlanmıyor, o belli. enver yerine cemal paşa olsaydı, bu harbe girmezdik diyor hatta. ama iş ermeni tehcirine geldi mi pek de ağzını bıçak açmıyor itc aleyhine. mecburi ve insani bir tehcirmiş gibi ermenileri öldüren çetelerin peşine düşen cemal’den filan söz açıyor hatta. geçelim bunları tabii. neyin ne olduğunu bugün iyi biliyoruz. cemal haklarını en çok koruduğu ermeniler tarafından öldürüldü diyor. bak bak. ama galiba bu üçlü çete içinde hakkaten cemal en iyileri. yani bu kitabı okuyan her insan osmanlı’nın rezil durumunu, arap emirleri tarafından yüzyıllardır nasıl yolunduğunu, bu üç adamın kendi aralarındaki hesaplarını, bu savaşa girmenin ölüm fermanı olduğunu görecektir, o yüzden meb’in bu kadar sevmesi çok saçma aslında 😁 yalnız arap şeyhlerine bravo, ben böyle ikili oynama, böyle paraya tapma, böyle çark etme görmedim. şark kurnazlığı denilen şey müthiş. çölde geçen savaşlar, oraya alışkın olmayan türk askerinin durumu çok acıklı hakkaten. yorgun savaşçı’da sarıkamış gazisi teğmen çölde sıcaktan ölmeyi anlayamıyordu. hakkaten inanılmaz bir şey. bu arada lübnan’da, filistinde o sefillik, açlık inanılmaz. çöllerde at pisliğinden arpa ayıklayıp yiyen bedeviler de. bu arada bedeviler olmasa hiçbir türk askeri sağ çıkmazmış oralardan. çöle uyumlu acayip insanlar bedeviler. dune filmi gibi bazı anlatılanlar. atay’ın tatlı, akıcı ve dönemine göre basit bir dili var. ama bu ne fena bir tashihtir, yazıklar olsun. bendeki kitap epey eski, umarım düzeltmişlerdir sonra.
zeytindagi hic niyetimde yokken grup okumasi sayesinde okudugum ama iyi ki okudum dedigim bir kitap oldu. tarih kitabi degil ama tarihin kendisi. muazzam bilgiler veriyor detaylarda. ancak anilarin kopuklugu ve gecislerin seri olmasi zaman zaman kopmalara sebep oldu okumam sirasinda. keske bir butunluk iceren sekilde yazilsaydi diye dusundum ama yaridan sonra kitabin akisina adapte olabildim.
Hepimizin ölmeden önce okuması gereken bir eser. 1. Dünya Savaşı'na Falih Rıfkı'nın gözünden bakarken bize ihanet edenlere, yokluğun içinde mucizeler yaratan askerimize, Cemal Paşa'nın özeline misafir olacaksınız.
öğretici, temiz Türkçe'nin sürükleyiciliğinde müthiş bir kitaptı!
“Ahmet’i ne için harcadığımızı bir söyleyebilsek, onunla ne kazandığımızı bir anaya bir anlatabilsek, onu övündürecek bir haber verebilsek… Fakat biz Ahmet’i kumarda kaybettik!”
Saltanatın, Suriye'de, Filistin ve Hicaz'daki son yılları.
Vardar'ı, Trablus'u, Girid'i ve Medine'yi bırakırsak, Türk milleti yaşayamaz sanıyorduk.
Batış ve kurtuluş gibi, bir milletin tarihinde ikisi tek yüzyıl içine pek az defa sığmış olan ve yalnız biri milli tarihin bir büyük faslı olan iki hadiseyi dört, beş yıl içinde görüp geçirmiş, en büyük acıyı ve en büyük milli sevinci tatmış olanların hikayeleri okumaya değer.
Falih Rıfkı, Cemal Paşa'yı uydurma bir kalıp gibi tasvip etmiyor, zaafları ve meziyetleri ile bir insan gibi karşımızda canlandırıyor.
Hür bir fikir eğitimi görmeyenlerle anlaşmak imkanı var mıdır? Yalan Şark'ta ayıp değildir
1913'de bir Mustafa Kemal, yüzyıl sonrası için bile hayaldi, fantazi romanlarında bile yeri yoktu.
Enver: "bilmiş ol ki, ben Allah tarafından büyük Türk hakanlığını kurmaya vekilim.
Bir disiplin kadrosu içinde anonim kalmak Türk gençlerinin hoşuna gitmez. Meşrutiyet gençliği gibi Cumhuriyet gençliğinin de başlıca eksiği budur.
Enver Paşa Alman zaferine yetişemeyeceğimizden korkarak bir nefeste harbe atılmış değil midir?
Halep'ten Zeytindağı'na geçmeyen şey, yalnız Türk kağıdı değil, ne Türkçe ne de Türk geçiyor. Floransa ne kadar bizden değilse, Kudüs de o kadar bizim değildi. Suriye, Filistin ve Hicaz'da, "Türk müsünüz?" sorusunun birçok defalar cevabı: "Estağfurullah!" idi. Bu kıtaları ne sömürgeleştirmiş, ne de vatanlaştırmıştık. Osmanlı buralarda, ücretsiz tarla ve sokak bekçisi idi. Osmanlı emperyalizmi, şu ana fikir üstünde kurulmuş bir hayal idi: Türk milleti kendi başına devlet yapamaz!
Lübnan havası bize Dobruca havasından yüz kat daha yabancı idi. Fakat her yere, "Bizim" diyorduk.
Mısır' fethe çıkan Cemal paşa, Kudüs'te, Şam'da, Lübnan'da, Beyrut'ta ve Halep'te oturduğu zaman, bir işgal ordusunun kumandanı gibi bir şeydi.
İmparatorlukların sanatı sömürge ve milliyet işlemektir. Osmanlı İmparatorluğu, Trakya'dan Erzurum'a doğru, koca gövdesini yan yatırmış, memelerini sömürge ve milliyetlerin ağzına teslim etmiş, artık sütü kanı ile karışık emilen bir sağmal idi.
Tahsildar Havran'a gittiği zaman, bütün Dürzilet birliktirler, tahsildar döndüğü vakit, yine bin parçadırlar.
İttihat ve Terakki; Arnavut, Ermeni, Rum ve Arap, bütün azınlıkların milliyetçi ve istiklalci unsurların can düşmanı idi.
Halide Edip daha Halep'e giderken, Suriye'ye muhtariyet verilmesi fikrini bize müdafaa etmişti. Bu fikir Lübnan'ı Konyalılaştırmakla öğünen Cemal Paşa'nın düşüncesine ne kadar ters olduğunu düşünüyordum.
Büyük harbde; öldürmek, astırmak, vurdurmak sözleri beş lira ceza gibi hafif kıymetler almıştı.
İttihat ve Terakki başkanlarının milletlerarası meseleler ve davalar hakkındaki fikirleri, önceki kuşaktan daha esaslı olmamıştır.
Şark saraylarının nişan ve madalyalarında, elmas veya altın veya gümüşlerinin çarşı değerinden başka hiçbir değeri olmamıştır.
Hiçbir tarafı yapılmamış olan bir vatanın bayrağı Kahire'ye dikilmek için havaya giden bu enerji, boş Anadolu'yu zengin ve ümranlı bir vatan yapmak için hiçbir vakit kullanılmadı. Türk, harbde kullanılmış, kıymetlendirilmiş, destanlaştırılmış, sulhte ise bırakılmıştır.
Büyük Harb’in Arabistan cephesinde ülkemizin başına gelenler o kadar üzücü, o kadar ibret verici ve insanımızın buna verdiği toplu tepki o kadar fedakarca ve kahramanca ki kitabi iki üç gün içinde okudum. (Zaten kısa bir kitap:))
Tarihimizin bu sayfası o kadar üzücü ki yüzyıllarca parçamız olan ama asla biz ol(a)mayan koca bir coğrafyayı, sırf Almanlar Avrupa’da karşılarında daha az İngiliz askeri bulsun diye, 4 sene içinde insanımızın canıyla ve tüm varlığıyla sulayarak kaybetmişiz.
Bu büyük acının siyasi sorumlularının kafa yapıları, gerçeklikten kopuklukları ile beraber giden zengin ülkeler karşısındaki eziklikleri, günümüz siyasetine neredeyse birebir ayna tutuyor. Enver ve Cemal paşaları günümüz cumhurbaşkanında bulmak o kadar kolay ki.
Tüm bunlara karşı Anadolu ve Rumeli’nin insanı elinden gelenin en iyisini yapmaya çalışmış. İnanılmaz teknolojik geriliğe ve cephe gerisinin her türlü olumsuzluğuna karşılık yazarın deyimi ile kanını ve kemiklerini Arabistanin kumlarında bırakmış. Çanakkale kahramanlarının o savaştan hemen sonra Gazze’ye koştuğunu öğrendiğimde boğazıma bir yumruk oturdu doğrusu. Zaten cephenin İngiliz karşı hücumunun Sina yarımadasında başlayıp, Halep kırsalında Atatürk’ün misakı milli olarak da belirlediğimiz savunma hattında durdurabildiğini öğrendiğinizde konu tüm netliğini ortaya koyuyor.
Ülkesinin geleceğini merak eden herkesin okumasını tavsiye ederim.
Zeytindağı, Birinci Dünya Savaşı'nın en zorlu cephelerinden Suriye-Kanal-Batı Arabistan savaşlarına meşhur Cemal Paşa'nın emir subayı olarak katılan Falih Rıfkı'nın, dil ve üslup açısından abide kabul edilen bir nevi hatıratı. Kitapta en dikkat çekici hususlar; genç Cumhuriyeti kuran kadroların İttihatçılar ve özellikle Enver Paşa'ya olan menfi tutumları ve Arap coğrafyasına karşı tepeden bakan ve küçümseyici yaklaşımları. Nihayetinde, yayınlandığı donemin kendine has şartları da gözönünde bulundurularak, büyük Harbin 100. yıldönümünde okunması gereken önemli kitaplar arasında...
Bu sene okuduğum en iyi metinlerden biri. ESG ve Yazgülü sayesinde radarıma giren bir kitaptı ve aslında bu sene okuma planım yoktu fakat iyi ki okumuşum. Osmanlı’nın Ortadoğu/Arap dünyasında kendisini bölgenin sahibi sanarken aslında bekçisi bile olmadığını taraflı bir şekilde güzel güzel anlatmış. Kitaba bir tür atanabilir mi emin değilim, kendi gözlemlerini kurgusal olarak tasarlamış biraz mektup, biraz günce de var içinde. Edebi olarak diline de bayıldım, tasvirleri harikaydı. 2026 okunacaklar planıma Çankaya’yı da eklemek istiyorum, Atay’ın söylediklerini dinlemek için heyecanlıyım. Bugünden bakarak kitaptan tarafsız bir birinci dünya savaşı panoraması görmeyi düşünüyorsanız düşünmeyin. :d Bir tardisim olsa Atay’ın tasvirleri sayesinde çizdiği panoramayı -her ne kadar korkunç bir savaş ve yokluk dönemi olsa da- çıplak gözle görmek isterdim.
في هذا الكتاب، لا تقف الكلمات على حدود التاريخ، بل تتعدّاها لتغدو مرثيةً لروح أمةٍ تهاوت بين رمال الحروب وغبار الخيانات. يكتب فالح رفقي أطاي “جبل الزيتون” لا بمداد المؤرخ، بل بحرقة الشاهد الذي رأى بعينيه انهيار الإمبراطورية العثمانية على رمال الشام وفلسطين والحجاز، زمن الحرب العالمية الأولى، حيث كانت الجغرافيا تلتهم أبناءها، والسماء تمطر موتًا بدل المطر.
يطلّ الكاتب من موقعه كضابط مرافق لقائد الجيش الرابع جمال باشا، ليروي من الداخل، من قلب غرف القيادة، ومن بين الجنود الذين ذابوا في الصحراء عطشًا وجوعًا وحنينًا. هنا تتبدّى المفارقة: الأناضول البعيدة تبكي أبن��ءها الذين أُرسلوا إلى المشرق، والمشرق نفسه يغرق في لهيب الخداع والسياسة العمياء.
في جبل الزيتون نرى المسافة بين الإنسان والإمبراطورية؛ بين وطنٍ يتهاوى ومجندٍ لا يعرف لماذا يقاتل، وبين قادةٍ يرسمون على الخرائط مصائر الملايين ببرودٍ مميت. تتبدّل الأمكنة من دمشق إلى القدس، من حلب إلى بيروت، وتبقى الذاكرة مثقلة بالأسئلة: من الذي خسر من؟ الأرض أم الإنسان؟ الوطن أم الكرامة؟
الكاتب يكتب بلغةٍ تُشبه المرآة، يواجه بها ماضيه وجيله. ففي كل صفحة حوار داخلي بين الخيبة والأمل، بين الوفاء والخيانة. ويغدو “أحمد” الجندي المجهول الذي تكررت قصته على ألسنة النقّاد رمزًا لجيلٍ كامل احترق في حرب لا تخصّه، “أحمد” الذي لم يره أحد، لكنه رأى كل شيء، رأى الجحيم وسكت، ثم تُرك نسيانًا في سجلات التاريخ.
النص يحمل طابعًا إنسانيًا مهيبًا، إذ لا يبرّئ أحدًا، لا العدوّ ولا القائد ولا الجغرافيا. بل يضع الإنسان العثماني العادي في مركز المأساة، كأنه يقول: إن أكثر ما يُفجع في الحرب، ليس الموت، بل الفهم المتأخر لما مات من أجله الآخرون. ومن بين السطور، يعلو صوت الكاتب بسؤالٍ سياسيٍّ وفلسفيٍّ ما زال صالحًا لكل زمان: كيف تُبنى الأوطان على جراحٍ لم تُضمد، وعلى ذاكرةٍ أُريد لها أن تنسى؟ وإلى متى يظلّ الشرق ملعبًا للقوى التي ترى في رماله ذهبًا وفي شعوبه بيادق؟ جبل الزيتون إذن ليس مجرد مذكرات جندي أو ضابط، بل وثيقة روحية عن سقوطٍ مزدوج: سقوط الإمبراطورية وسقوط المعنى. هو نصٌّ يفضح اليأس، لكنه أيضًا يحتفي بما تبقى من إنسانيةٍ وسط الركام. تغدو القدس، دمشق، بيروت، وحلب مدنًا تتنفس الحزن ذاته، وتُعيد طرح السؤال ذاته: هل كُتِب علينا أن نحيا بين الأطلال كي نُدرك ما كان يمكن أن يكون؟
الكتاب يذكّر القارئ بأن الذاكرة التاريخية ليست للتباهي بل للفهم، وأن ما سقط في تلك الحروب لم يكن جيوشًا فقط، بل قيمًا وأحلامًا وتاريخًا مشتركًا بين الشرق والغرب. وفي النهاية، يترك فالح رفقي أطاي القارئ أمام جبل الزيتون لا كمعلم جغرافي، بل كرمزٍ للثبات والخذلان في آنٍ واحد، كصخرةٍ صامتة شهدت على انهيار زمنٍ كامل.
Son Osmanlı yıllarına dair kült bir yapıt. Yazarın anılarında olayların devamlılık göstermemesi, kopuk kopuk anlatım, zamanın karakterlerine yabancılık, eski Türkçenin metinlerdeki hakimiyeti, cumhuriyet neslinin vatanı bilmediği Osmanlı topraklarının kaybedilişindeki duyguları anlayamama benim için okumayı yer yer zorlaştırdı. Diğer yandan milli mücadele öncesindeki atmosfer hakkında Falih Rıfkı Atay gözüyle bilgi sahibi olmak güzeldi. Kolay bir okuma değildi ama iyi ki okudum.
Falih Rıfkı Atay’ın hatıraları; önemli bir dönemde, önemli yerlerde, önemli insanlarla birlikte zaman geçirdiği ve gördüklerini kayda aldığı için çok değerli. Kitaptan kendisinin eğlenmeyi seven bir karakteri olduğunu anlıyorum. Ama aynı zamanda özeleştiri yapabilecek kadar dürüst, çöllerde yitip giden askerler için sitem edecek kadar düşünceli. Görünen o ki kendisi sıkı bir Batılılaşma taraftarı ve hiçbirini diğerinden ayırt etmeksizin dini akımların tamamına karşı oldukça mesafeli.
Falih Rıfkı Atay, Hicaz-Filistin bölgesindeki karargahta görev alıp kurmaylarla birlikte hareket ederken Cemal Paşa ve Enver Paşa gibi imparatorluğun en önemli kişilerinin yanlarında bulunmuş, onların düşüncelerine, hal ve hareketlerine şahit olmuş; karargahta şifreli haberleşmeden sorumlu olması sayesinde elinden geçen raporlar aracılığıyla cephedeki gerçeklikleri bizzat gözlemlemiş, subaylardan topladığı bilgilerle Osmanlı yönetiminde ve Filistin cephesinde yaşananları çok net bir biçimde kitabında dile getirmiş. Çöllerde kurmaylarla yolculuklar yapmış, bulunduğu heyet çeşitli Bedevi kabileler tarafından ağırlanmış, Almanya’da Alman İmparatorunu görme fırsatı bulmuş, bunların yanı sıra paşaların anlaşmazlıklarını, Osmanlı’nın Arap kabileler üstündeki politikasını, yerel halkın sefaletini ve aynı zamanda bölgedeki tehlikeleri öğrenmiş. Kitapta verilen bilgiler de bu yüzden çok kıymetli.
Kitap her zaman çok akıcı değil, ama yer yer vurucu bir anlatıma sahip. Bahsettiği bazı olaylar, anlattığı bazı şeyler gerçekten çok sarsıcı. Bir bölümü okurken tüylerim diken diken oldu, ki tarihçi Emrah Safa Gürkan da daha önce sosyal medyada karşıma çıkan videolarından birinde tam olarak aynı bölümü okumuştu. Yani kitapta anlatılan bu olayla aslında ikinci kez karşılaşmış olmama rağmen yine de epey etkileyiciydi benim için.
O bölümü bu akşam kitabı bitirdikten sonra üçüncü kez karşıma aldım ve eşime de sesli olarak okudum, o ağlarken benim de gözlerim doldu ve sesim titremeye başladı; kendimi toparlamadan okumaya devam edemediğim için cümlelere ara vermek zorunda kaldım.
Gerçekten de, oğlu Ahmet’i arayan kim bilir kaç anne geldi ve geçti o dönemlerden?
Aldığım birkaç not:
İnsanların İttihat ve Terakki mensubu olarak anılmak yerine Cemal Paşa’nın adamları, Talat Paşa’nın adamları, Enver Paşa’nın adamları olarak anıldığını söylemesine çok şaşırdım. İttihat ve Terakki içinde bir birlik olmadığını, hatta çekişmeler olduğunu bu hatıralar sayesinde anladım. O dönemde Osmanlı içindeki fikir akımları yine bu günkü kadar parçalı.
Enver Paşa’nın kimliğiyle ilgili önemli bazı detaylar veriyor kitap. Birinci Dünya Savaşı’nın sonlarında Rusya savaştan çekiliyor. “Biz de barış anlaşması imzalarsak savaşı daha az zararla atlatırız” düşüncesi var insanlarda. Enver Paşa’nın yanına birini gönderiyorlar Enver Paşa’yı barışa ikna etmesi için. Bu kişi Enver Paşa’nın saygı duyduğu biri. Ama Enver Paşa’dan “Ben Allah tarafından büyük Türk hakanlığını kurmakla görevliyim, sen bu işlere karışma” şeklinde bir yanıt alıyor. Bunun üzerine ikna için Enver Paşa ile görüşen bu vatandaş bu görüşmeyi kendisine soranlara Enver Paşa hakkında şöyle bir şey söylüyor: “Eğer bu adam Milli Savunma Bakanı, Başkomutan Vekili ve Padişah Yaveri olmasa, yeri doğrudan doğruya tımarhanedir.”
Gördükleri, yazarın Arap kabilelerinden nefret etmesine yol açmış. “Çadır Devleti” bölümünde Arap bedevilerden bahsettiği hatıra, çarpıcı olduğu kadar can sıkıcı. Altın akıtılarak kendi yanlarında durmaları için uğraşılan bu adamlara bir top tahsis edildiğinden bahsediyor. Topun yanında görevlendirilen ve 1917 Haziran’ının üçüncü günü görevlendirildiği topun başında parçalanarak öldürülen Teğmen Osman’dan bahsederken, yazarın okurla paylaştığı negatif duyguların tamamını ben de yoğun bir biçimde hissettim. Öte yandan yazar Arapların tamamından nefret eden bir adam olarak düşünülmemeli; zira Osmanlı’ya yönelik isyan hareketini teşvik eden ve sonrasında karargahta idam cezasına çarptırılan Arap entelektüelleri ile geçirdiği zamanlardan bahsettiği bölümde, idealist ve milliyetçi olan bu insanların bazılarına saygı duyduğu ve onlarla empati yaptığı çok net bir biçimde anlaşılıyor. Bu noktada Osmanlı’nın baskı politikasının işe yaradığını düşünmediğini de ifade ediyor.
Bu arada Medine’ye Enver ve Cemal Paşa’larla gittikleri, namaz kılarlarken bir Bedevi’nin omzunda taşıdığı testiyle kendisine su ikram etmeye kalktığı, kendisinin de namaz esnasında şaşkınlıkla ellerini çözüp suyu alıp içtiği, suyu alması üzerine adamın para istemeye başladığı ve suyun parayla satıldığını o anda anladığı bölüm gerçekten kara mizaha konu oluyor gibi duran bir bölüm. Cebinde parası yokmuş, yanında saf tutan Enver Paşa’nın yaverine söylemiş, Enver Paşa’nın yaveri selam verip namazını bölmüş ve para vermiş Bedevi’ye. Namazını selam verip bölmesine gönderme yaparak “yaver sofu bir adam olacak ki selam verip namazı bıraktı” diye not düşmesi pek hoşuma gitmedi. Zira namaz kılan bir insanın zaten selam vererek namazını bırakması beklenir. Kendisine yardım eden adamı bu şekilde yargılaması bana biraz ukalalık gibi göründü.
Hayret ettiğim bir diğer bölüm savaş madalyalarıyla ilgili olan Altın Nişan bölümü. Burada kendi aldığı madalyalarla ilgili olarak da oldukça dürüst bir açıklama yapmış. İngiliz süvarilerini kovalarken vurulan ve ölümden zor zar kurtulan arkadaşının tek tesellisinin aldığı madalya olduğunu vurguluyor ve şunları söylüyor: “Karargahla siper arasındaki derin uçurumu bu kadar yakından sezmemiştim… Kendi madalyalarımdan birini operada nefis bir oyun seyrettiğim için, birini Hamburg belediyesinin ziyafetinde bulunduğum için, bir başkasını Baden-Baden kasabasında bir imparator yüzü gördüğüm için almıştım… Birinci Dünya Savaşı’nda bazı cephelerimizin en hazin hali, siperin manevi şerefinin ve maddi hakkının geridekiler tarafından yenmiş olması idi”
Son olarak, önsözün tekrar tekrar okumak istediğim şu bölümünü alıntılayarak incelememi burada sonlandırıyorum:
“Bizden Belgrad’ı aldıkları zaman, düşman delegeleri Niş kasabasını da geri istemişlerdi. Osmanlı delegesi ayağa kalkarak:
-Ne gerek, dedi, İstanbul’u da size verelim.
Babalarımız için Niş, İstanbul’a o kadar yakındı.
Biz eğer Vardar’ı, Trablus’u, Girit’i ve Medine’yi bırakırsak Türk milleti yaşayamaz sanıyorduk.
Bugün çocuklarımızın Avrupa’sı Marmara ve Meriç’te bitiyor.”
Dönemi, dönemin yöneticilerinin karakterlerini ve tutumlarını günlük yaşam havasında anlatan bir hatırat. Birinci Dünya Savaşı'na neden girdiğimizi, Enver ve Cemal paşaların yaşayış ve karar mekanizmalarını anlatan, Kanal Cephesi'ndeki askerimizin psikolojik tahlilini çok başarılı bir şekilde işleyen ve bence özellikle lise çağında müfredatta yer alması gereken bir eser Zeytindağı.
İsrail Filistin savaşının tekrardan alevlendiği bu günlerde okumam tesadüf oldu, olanların onlarca yıldır neredeyse hiç değişmemesi, bu ülkelerin kaderi sayılması ne üzücü. Bizim için de Osmanlı’nın yıkıldığında ne durumda olduğunu, ülkemizin ne şartlar altında savaşılarak kurulduğunu görmek için güzel bir anı kitabı.
"Atatürk’ün umumi katibi Hasan Rıza Soyak’ın babası Necip Bey, Üsküp eşrafından pek dürüst bir efendi idi. 1908 hürriyet savaşından önce, İttihatçılarla münasebette bulunduğu vakit Enver Bey’de ona defalarca misafir olmuştu. Kendisini pek sayar, gördükçe elini öperdi. Bir sultanla evlendikten sonra da eşini yabancı erkek olarak yalnız onun yanına çıkarmıştı. … Necip Bey eve döndüğü vakit, şöyle diyordu;
-Eğer bu adam Harbiye Nazırı, Başkumandan Vekili ve Yaver-i hazret-i şehriyari olmasa, yeri doğrudan doğruya tımarhanedir."
“- Paşam, söyler misiniz, bu harbe niçin girdik? -(Cemal Paşa) Aylık vermek için! Hazine tamtakırdı. Para bulabilmek için ya bir tarafa boyun eğmeli, ya öbür tarafla birleşmeli idik.”
Eksik noktalarımdan birisi Türk klasiklerine ve kurucu metinlere yeteri kadar önem vermememdi. Okuduğum eserler hoşuma gitmediği ve aradığım kaliteyi bulamadığım için mesafeli duruyordum. Fakat Falih Rıfkı’nın bu eseri beni hem edebi açıdan etkiledi ve bence anlattıkları önemli şeylerdi.
Elbette bu metnin Cumhuriyet ideolojisinin bir ürünü olduğu ve belli bir yönden bakılarak yazıldığını unutmamak gerekiyor. Onun için karşılaştırmalı okuma yapmakta fayda var.
Falih Rıfkı’nın Türkçeyi kullanış şekli çok hoşuma gitti. Kitap ağzınızda edebi bir lezzet bırakıyor. Kesinlikle yazmayı bilen bir kişinin kaleminden çıktığı belli oluyor. Bence Türkçe bir şeyler yazmayı düşünen herkes bu kitabı da okumalı, mutlaka faydası olacaktır, zaten 100 Temel Eser arasında da bulunuyor.
Kitapta en çok etkilendiğim 2 bölümü yukarıda paylaştım. Şüphesiz bir çok önemli olay anlatılsa da en çok bu bölümler beni etkiledi. Sanırım sebebi de ayağı yere basmayan yöneticilerin her zaman yıkım getirdiğine olan inancım ve parasızlığın bir ülkenin başına gelebilecek en berbat şeylerden biri olduğunu düşünmem.
Şuan Merkez Bankası rezervlerinin -50 milyar dolar civarında olduğunu düşünürsek durumumuz pek değişmemiş diyebiliriz sanırım.
Umarım bu kitap zamanla hak ettiği değeri görür ve daha çok okunur.
Cumhuriyet'in ve "Atatürk'ün kalemşoru" namıyla da anılan Falih Rıfkı'nın Birinci Dünya Savaşı'nda Suriye, Lübnan, Filistin ve Sina'da çarpışan 4. Ordu'nun ve İttihat ve Terakki Partisi'nin üç yöneticisinden biri olan Cemal Paşa'nın emrinde görev yaptığı sırada yaşadıklarını anlattığı bir kitap Zeytindağı.
Kudüs'teki bu dağ ile Osmanlı'nın Arap coğrafyası başta olmak üzere, hüküm sürdüğü ülkelerdeki tavrı, idare tarzı, Falih Rıfkı'nın yıllar sonra kaleme aldığı anılarında ete kemiğe bürünüyor. Ona göre Anadolu ve Türklük sadece hüküm sürdüğü bu coğrafyayı koruyup kollamak için para ve mehmetçik akıtmış ancak karşılığını hiç bir şekilde görememiştir. Din taciri arap aşiretleri, yahudileri, hristiyanları birbirlerine bağlayan tek şey, kendilerine madalyalar ve altın paralar akıtan Türklere düşmanlığıdır.
Cemal Paşa'nın Suriye'de bir kral değilse de bir "hidiv" gibi hüküm sürdüğü yılların birinci elden tanığı Falih Rıfkı, savaş biter bitmez yazdığı "Ateş ve Güneş" kitabı için basılma izni alamamıştır ama aradan on yıllar geçtikten sonra, gözlemlerini aktarmak için artık izin almasına gerek kalmamıştır, o da istediklerini dilediğince yazar. Elbette Talat, Enver ve Cemal Paşaların insani yönlerini, ihtiraslarını, çekişme ve kavgalarını da yazar.
Düşkün bir soyluya benzeyen İmparatorluğun sonunu getirecek olan Büyük Savaşta Anadolu çocuklarının son fedakarlıkları.. İhtirasları akıl ve kabiliyetlerinden yüksek İttihatçılar.. Suriye ve Arabistan çöllerinde azametle atını süren şöhret düşkünü Cemal Paşa.. Olabildiğince sade ve objektif bir dille yazılmış olan kitap yakın tarihimize ilgi duyan herkesçe okunması gereken bir eser..
Falih Rıfkı bir dönemin ruhunu çok içten, kanlı canlı kağıda döküyor, kitabı değerli kılan bu. Okunabilir kılan da Falih Rıfkı'nın kendine özgü biçemi. Bir tarihsel kaynak olarak elbette göz önünde bulundurulmalı ama sonuçta Falih Rıfkı nesnel ve kapsamlı, metodolojik anlatılar kuran birisi değil. Somut anıları okunabilir biçimde kağıda döken birisi.
Bu nedenle Zeytindağı okunmalı, ama kaynak olarak niteliği tümüyle içine oturacağı bağlama bağlı.
Zeytindağı Osmanlı'nın en çok emek verip kaybettiği Arap coğrafyasındaki topraklarında yaşanılanlardan bahsediyor. Yaşanılan büyük kayıpları anlatırken neredeyse Atay'ın kalemi ağlıyor. İttihatçılar'ı yakından izlemiş biri olarak söyledikleri de önemli. İnsan yapılan hataları okurken bu kadar emek Anadolu'ya verilse belki bugün bambaşka bir Anadolu olurdu diyor. Zeytindağı heyecan uyandıran satırları ve yer yer hüzünlü anlatamıyla bizim gerçeğimize eğiliyor.
Falih Rıfkı Atay’ın döneme dair gözlemleri ve tespitleri gerçekten çok etkileyici. Osmanlı İmparatorluğu’nun sahip olduğu topraklara aslında egemen olmadığını çarpıcı bir biçimde gözler önüne seriyor.
Geçen yüzyılın ilk dönemlerinde Anadolu'nun evlatlarının nasıl da beceriksiz asker ve siyasetçilerin hırslarına meze edildiklerini belgesel üslubunca anlatan bir kitap.
Aslında bir roman okuyacağım zannıyla başladım bu kitaba ama değilmiş. Dili genç okuyucular için ağır kabul edilebilir. Hukukçu olduğumdan olacak, okuduğumu anlamak bana zor gelmedi ama bir sözlük eşliğinde okumayı tercih edebilir okuyucu.
Onu her zaman yaşatacak ve sevdirecek olan kitaplarının en birincisi “Zeytindağı”dır. Bu kitapta bir imparatorluğu, bir güneşin trajik batışını, keskin gözlemleri, realist ama hüzünlü bakışıyla anlatır.” Prof. Dr. İlber Ortaylı
Quand j'ai emprunté ce livre, je m'attendais à des merveilles, j'avoue que j'ai été un peu déçue parce qu'au final on reste sur sa faim! Le Mont des Oliviers (c'est le titre traduit en français) publié la première fois en 1932 à Istanbul avec deux autres récits, offre un panorama de l'Empire ottoman depuis la guerres des Balkans jusqu'à la fin de la Grande Guerre sous la forme de témoignages et d'anecdotes de Falih Rifki Atay. Considéré comme l'un des plus grands éditorialistes et écrivains turcs, F.R Atay livre ses souvenirs d'officier de réserve affecté au quartier général de la IVe armée. On rentre à la fois dans l'intimité de l'empire ottoman à un moment clé de son histoire (bannissez l'idée de "l'homme malade de l'Europe", c'est une construction historiques des Russes et Occidentaux et de l'historiographie occidentales) et d'un groupe social qui va prendre de plus en plus d'importance, l'armée. C'est sur ce point que ce livre est intéressant, l'auteur nous raconte son expérience dans l'armée ottomane, la formation, les influences internes et externes, leurs visions des successives défaites dans les Balkans et finalement l'entrée en guerre dans la première guerre mondiale. L'auteur brosse le portraits de quelques grands hommes, tels Djamal Pacha, mais aussi de villes (Jérusalem, Beyrouth...) et de ces habitants. En soi, il donne un aperçu de la relations des Ottomans à leur empire, aux Arabes et aux Lieux Saints de l'Islam et au final de l'évolution et de la représentation de ce qu'est l'Empire Ottoman, ou plus tard de ce qu'est être Turc dans les années 1920-30.
Falih Rıfkı Atay'ın Cemal Paşa'nın emrinde Kudus'te ve Hicaz cephesinde geçirdiği döneme dar hatıratı. İttihat Terakki yönetimi, Osmanlı İmparatorluğu'nun çöküş dönemi, Arapların Türklere bakışı, savaşın acıları ile ilgili önemli ve vurucu tespitler içerir. Okuması çok kolay değil çünkü askeri terimlere ve bir miktar eski dile hakim olmak lazım. Çok büyük meseleleri kısaca anlattığı için üzerine çokça düşünmek lazım. Dönemi ve Ortadoğu'yu anlamak için önemli bir kitap.
Ara ara okuduğum, seyahatname tadında bir kitaptı. Döenmi ile ilgili iyi bilgiler vermesinin yanısıra, o kadar zaman sonra yine aynı hataların yapılıyor olduğunu görmek üzücü. Belki çok öncesinden, ama en geç balkan savaşlarında arapların ne olduğunu görüp, onlardan, onlarla alakalı olan herşeyden uzaklaşmalıydık diye düşünüyorum. Ülkeyi onlara aşama aşama satan şu zamanların iktidarı, gün gelecek yaptıkları ihaneti algılayabilecekler mi çok merak ediyorum!
Osmanlı imparatorluğunun son yıllarındaki Filistin'deki anılarından oluşan bu kitap beni derinden etkiledi. O yıllardaki yoksulluğu, acizliği okudukça kahraman Türk askerlerinin bu vatanı nasıl kurtardığını anlıyorsunuz.Hiç bir Arap Türk kültürünü benimsememiş iken, Falih Rıfkı'nın izlenimlerine göre, Türklerin neredeyse hepsi Arap kültürünü benimsemiştir. Mutlaka herkesin evinde bu kitap olmalı.
Birinci Dünya Savaşı'nda yedek subay olarak Camal Paşa'nın karargahında görev yapan Falih Rıfkı Atay'ın savaşa ve Orta Doğu'ya dair tespitlerinden oluşan ve birkaç silah arkadaşının günlüğünden parçalara da yer verdiği Zeytindağı, sadece tarihi değil bugünü de anlamak için mutlaka okunması gereken bir başyapıt.