Cüret, tüm "ötekileri" bir lincin gölgesinde, sarsıcı ve sancılı bir düzlemde karşı karşıya getiren bir roman. Neslihan Önderoğlu, bir evin içinden taşan trajedinin izini sürerken de, bir anda cehenneme dönen sokaklarda yaşanan arbedeyi anlatırken de engellilerin, mültecilerin, travestilerin, azınlıkların ve içten içe "çoğunluğun" korkusunu gözler önüne seriyor: Bir evin ve bir ülkenin sakinleri uzun zamandır patlamaya hazır vaziyette dolaşıyorsa fitili kim ateşler? En mazlum görünen midir o, en zalim olan mı? "Güç" el değiştirdikçe kurbanlarla failler de yer değiştirir mi?
Neslihan Önderoğlu, İstanbul’da doğdu, Boğaziçi Üniversitesi İşletme Bölümü’nden mezun oldu. 2012’de yayımlanan ilk öykü kitabı İçeri Girmez Miydiniz? ile 2013 Haldun Taner Öykü Ödülü’nü kazandı. 2013 yılında Mevsim Normalleri adlı öykü kitabı, 2014’te ise, editörlüğünü yaptığı Karla Karışık Kış Öyküleri Seçkisi yayımlandı. Murathan Mungan’ın hazırladığı Merhaba Asker ve Kadınlar Arasında seçkilerinde ve çocuklar için derlenen Bir Masal Anlat gibi seçkilerde öyküleri yer aldı. Notos, Sarnıç Öykü, Sözcükler, Kitap-lık, Özgür Edebiyat, İzafi, Dünyanın Öyküsü, Sıcak Nal, Türk Dili, Öykü Teknesi, Patika gibi çok sayıda dergi ve fanzine öyküleriyle katkıda bulunan Neslihan Önderoğlu, Sarnıç Öykü dergisinin editörlüğünü sürdürüyor. Yazarın ilk romanı, “Köprü Kitaplar” dizisi için yazdığı Bana Sesini Bırak (2015) adlı gençlik kitabı. Çağdaş öykücülüğün önemli isimleri arasında yer alan Önderoğlu, İstanbul’da yaşıyor.
Yazar bu romanı ile 2024 Duygu Asena Roman Ödülü’nü aldı.
Başarılı bir kurguyla, naif bir duygusallıkla ve çok iyi bir Türkçe ile yazılmış, çok akıcı bir roman. Ancak, Gül adlı kahramanın diyalog ve monologlarını, metnin başarılı mantık akışına ve karakter kurgusuna aykırı buldum.
Yabancılar konusunun başarılı bir şekilde işlendiğini, fakat finalinin güzel bağlanamamadığını düşünüyorum.
Cüret bu yılın Duygu Asena roman ödülünü almış. Yazardan okuduğum ilk kitaptı. Neslihan hanımın kalemi çok güçlü. Okurken edebi yönden sizi tatmin ediyor. Ancak kitaptaki olay örgüsünü pek beğenmedim. Birden fazla konuya değinmek isterken, ortaya karman çorman bi hikaye çıkmış. Bazı yerlerde mantık hataları çok. Öte yandan hikaye Türkiye geleceği için korkutucu distopik bir hikaye. Okurken kendinizi kaptırıyorsunuz. Bir günde okuyabilirsiniz. Okurken olaylardan kolay tetiklenen bir okursanız, hikaye sizi ciddi anlamda rahatsız edebilir.
Bu kitabı birgünde bitereceğimi bana söyleselerdi pek ihtimal vermezdim.
Yazardan okuduğum ilk kitaptı ve son olmayacağıda kesinleṣmiṣ oldu. Sanki bir filmin içindeydim sahne sahne olaya tanıklık ediyordum.
Hem bir kapalı kapılar arkadasındaki dram hem de aslında olması çok da hayal olmayan toplumsal ayaklanmaya yer veriyor. Bu konulara değinirken toplumsal azınlıkları da karakter olarak önümüze seriyor: etnik kökenler, bedensel engeller, cinsel yönelimler gibi...
Iyiki.okumuṣum ve aldığı ödülü sonuna kadar hak ediyor. Pek çok yerin altını çizdim ama bir tanesini ekliyeyim:
"Önemli olan hiç parçalanmamış gibi yepyeni görünmesi değil, kusurlarıyla güzelleşmesi. Güzelliği tamir etmiyordum böyle yaparak, onu görme şeklini değiştiriyordum. Yani aslında ona yep yeni bir anlam yüklüyordum. Her şeyde kusursuzluğu aradığımızı düşündüm. Kırışıksız yüzler, çürüksüz meyveler, pırıl pırıl eşyalar, çiziksiz telefonlar, rengi solmamış giysiler, lekesiz camlar. Oysa bir şey hem kusurlu hem de güzel olabilirdi. Hatta kusuruna rağmen değil, bilakis o kusur sayesinde güzel olabilirdi."
Mülteci düşmanlığının varabileceği bir kabus senaryosu distopyasi (ki romanın en güçlü atmosfer inşası bence burada) içinde yolları kesişmiş üç kişi. Zihinsel özel gereksinimli bir Oğuz, ona bakmak için satın alınmış bir Gül ve bir antik Acı (!). Acı ama ajite değil, keskin, vurucu, etkileyici bir roman.
“Sırtüstü uzanıp okunacak öyküler yazmak istemiyorum.” diyor yazar bir röportajında ve yıllardır bu söylemini destekleyecek eserler vermeye devam ediyor. “Cüret” romanı da bu söylemin bir ürünü. İnsanı rahatsız ediyor roman çünkü vicdan sahibiyiz, vicdanımız bizim sahici sesimiz.
Roman, Arap kökenli küçük bir kız olan Gül’ün İstanbul’daki bir aileye engelli çocuklarına bakması için para karşılığı satılmasıyla başlar. Ailenin engelli olan oğlu Oğuz ailenin yaşamış olduğu travmanın altında ezilmiştir.
Bir binanın içinde dönenip duran roman karakterlerin iç dünyasından bize ipuçları verir ve onları anlamamızı sağlar. Geçimini antikacılıkla sağlayan komşu Resul’ün onların dünyasına bir kaos anında girmesiyle dış dünyanın kaosuna kapılar açılır.
Bireylerden yola çıkarak toplumun yaşamış olduğu kaosa ve kötüye doğru evrilen ve kontrolden çıkan bir şehri yer yer sarkan bir biçimde anlatır bize yazar. Ayrıştırılan, kamplaşan, demografik yapısı düzenli şekilde değişime zorlanan bir toplumun göreceği kaotik sonu yazar anlatıcı kendine göre riskleriyle birlikte bize sunar.
Neslihan Önderoğlu’nun kıymetli bir konuya sahip romanının ödül almasına rağmen daha da iyi yazılabileceği kanısındayım sanki bu olgunlukta üzerine daha da fazla eğilmesi gerekirdi yazarımızın. Bir önceki romanı “Yeryüzü Yorgunları” hem üslup hem de hikayenin olgunluğu açısından daha nitelikli bir eserdi, nitelik açısından daha iyi bir eser beklemek biz okurların her zaman beklentisi.
Cüret, kurgusu ve hikayesiyle sarsıcı bir roman. Yazar atmosfer yaratma ve hikayeyi anlatma becerisiyle çok etkiledi beni. Sert, vurucu ve normal bir şey anlatıyormuş gibi sade. Karakterler zaman zaman bir şey söylemeleri gerekliliği sebebiyle inandırıcılığını yitirecek gibi olsa da hikayenin akışında buna çok takılmadan, ötekinin cüreti ile ilgili düşünmeye itiyor. Ödül için de tebrikler
Ne kadar uzun sürdü okumak. Elimde süründü durdu. Ocak ayı kitabıydı, Martın ilk günü son buldu. Kitabın kapağını kapattığımda aklımdan geçen ilk cümle 'ne kadar tuhaf bir kitaptı’ oldu. Garip bir karışım engelliler, mülteciler... Yıllar önce bir eve bırakılıp hiç dışarı çıkmadığı halde İstanbul Türkçesi ile konuşan Arap kökenli genç bir kadın. Melankolik tuhaf bir adam. Bombaların patladığı, aşırı milliyetçilerin örgütlendiği bir İstanbul. Yine de akıcı dili sayesinde okunabilen bir kitap olmuş.
Neslihan Önderoğlu okuduğum ve sevdiğim bir yazar. Fakat bu kitabı ile beni çok ama çok etkiledi. Fürüzan'ın öykülerinden çıkmış bir karakter sanki Gül. Diğer karakterler de çok güzel kurulmuş. Bazı yazarlar çok önemli bir şey anlatırken onu çok kötü bir şekilde anlatıyor. Önderoğlu ise hem anlattığı hemde anlattığını veriş şekli ile çok özel bir eser ortaya koymuş. Aldığı ödülü fazlasıyla hak eden ve uzun zamandır en keyifle okuduğum Türk romanı oldu. Özellikle mültecilere yapılan ötekileştirmelerin nerelere varabileceğini göstermesi bakımından çok etkili buldum. Bütün bunlara ek olarak kitap hayatla ilgili de çok güzel şeyler söylüyor. Sevdiğim bir sürü alıntı oldu ama aralarından sectiğim birini yazmak istiyorum. "Hayatı başına gelmiş bir müsibet olarak düşünmekten vazgeç. Şu anda ne yapıyorsak, şu anda ne isek oyuz. Zaman sadece bir saatin tiktaklarıyla geçmez. Zaman Oğuz'un odasından salona yani evin bir ucundan diğerine benim adımlarımla otuz saniyede senin adımlarında iki, Oğuz'un adımlarıyla beş dakikada geçer örneğin. Yani bedende aslında bir zaman ölçüsü birimidir. Gençlikte daha yavaşlayıp yaşlanınca hızlanması da o nedenledir. "(syf 82)
This entire review has been hidden because of spoilers.
Konusu guzel ama kurgunun daha iyi olmasini bekledim. Karakterlerin birbirleriyle iliskileri kopuk olmus. Curet baska bir arka planda da yazilabilirdi ama karakterleri sevdim
“Önemli olan hiç parçalanmamış gibi yepyeni görünmesi değil, kusurlarıyla güzelleşmesi. Güzelliği tamir etmiyordum böyle yaparak, onu görme şeklini değiştiriyordum. Yani aslında ona yepyeni bir anlam yüklüyordum. Her şeyde kusursuzluğu aradığımızı düşündüm. Kırışıksız yüzler, çürüksüz meyveler, pırıl pırıl eşyalar, çiziksiz telefonlar, rengi solmamış giysiler, lekesiz camlar. Oysa bir şey hem kusurlu hem de güzel olabilirdi. Hatta kusuruna rağmen değil, bilakis o kusur sayesinde güzel olabilirdi. Tam da bu kusursuzluk arayışının ortasında, altın rengi bir karşı duruş gibiydi bu fincan. Kırıldığı yerden güçlenen, hatalarından ders alan, yaşamak için mükemmelliğin gerekmediğini idrak eden, kusurlarıyla var olmayı beceren insanlar gibi. Bana göre eskisinden bile güzel.”