Najnovší román nórskeho spisovateľa predstavuje azda najsilnejšiu postavu od románu Doppler. Zdanlivo slabá žena s citlivou dušou sama netuší, čo v nej drieme. Starnúca poetka Nina Faber nikdy nezapadla, v sedemdesiatych rokoch nerevoltovala a ešte aj alkoholu prepadla, až keď to prestalo byť medzi jej kolegami populárne. Po dlhšom pobyte v Istanbule sa rozhodne vydať novú básnickú zbierku. Žije v strachu z reakcie čitateľov a keď vyjdú nelichotivé recenzie, jej pohár trpezlivosti pretečie a vezme veci do vlastných rúk. Rozhnevanú poetku na jej ťažení nedokáže zastaviť nik. Nastal čas splatiť dlhy.
Erlend Loe is a Norwegian novelist. He worked at a psychiatric clinic, and was later a freelance journalist for Norwegian newspaper Adresseavisen. Loe now lives and works in Oslo where in 1998 he co-founded Screenwriters Oslo - an office community for screenwriters.
In 1993 he debuted with the book Tatt av kvinnen, and a year later published a children's book, Fisken, about a forklift operator named Kurt. Loe has a distinctive style of writing which is often likened to naïve art. He often uses irony, exaggeration and humor.
Evo mog problema. Ne znam šta da radim s ovom knjigom. Ne znam šta da kažem o knjizi, ne znam kako da je ocenim.
Ono što ne mogu da poreknem jeste da je vidljiv veliki zaokret u Luovom stilu. Recenzenti su ga označili terminom ' pomak'. Ja ću se ipak zadržati samo na zaokretu.
Novi Lu je otvorenije ironičan i gorak, novi Lu je koncentrisaniji, novi Lu ne teče. Dobra stvar sa njim jeste što ako ste već navučeni na njega, Lu ne može biti promašaj, može se samo svideti malo manje ili malo više, zavisno od afiniteta.
Zamišljena kao britka kritika izdavaštva, književne kritike ali i kulturne i intelektualne sredine koja jede svoju decu, priča o Nini Faber,ostareloj pesnikinji koja je za svoj trud uvek ostajala nenagrađena, nikada u skladu sa trendom. U svojoj 6oj deceniji, nakon godina ilegale, pijanstva i samosažaljenja ona se vraća sa novom obećavajućom zbirkom poezije. Ali ovo neće biti priča o trijumfu.
Knjiga je protkana sjajnim momentima ( deo o ježu Jusi je biser i jedan od retkih momenata gde sam prepoznala svog dobrog starog Lua). Scena sučeljavanja sa svojim kritičarom, nadobudnim studentom opsednutim ’ knjigama za dečake i genocidima’ je brilijantan i do srži realan opis kompetentnosti , ne samo kritičara umetnosti već i mnogobrojnih ljudi na važnim pozicijama danas.
Bilo bi nezahvalno očekivati da Lu ceo život piše Naivan.Super ili Volvo kamione...ali dok se ne naviknem na ovaj ’ rast’ premalo je ovde onoga što kod Lua cenim i volim..pa stoga trica..mada generalno, to i dalje stoji za dobru ocenu.
erlend loe’yi biliyorsunuz, ya seversiniz ya sevmezsiniz. ben seviyorum. 2013’te yazdığı “mal sayımı” bizde daha yeni yayımlandı. bozuk düzende adım adım çıldıran insan temalı bu romanda bozuk düzen edebiyat dünyası çıldıran da orta yaşlı bir kadın şair. ama o ne güzel çıldırmaktır yareppim. daha yeni bu konuda cemil şov filmini izlemiştim. bu roman da üstüne cuk oturdu vallahi. mal sayımı var diyerek kendisini kışkışlayan kitabevi sorumlusuna yaptıkları mı dersiniz, -bu arada o björn hansen’in dag solstad’ınkiyle alakası yoktur herhal di mi- aynı anda hem sigaraya hem içkiye başlaması mı… sonrasında şiir kitabını hakaretamiz bi biçimde eleştiren genç bi kifayetsiz muhterise dersini vermesi mi… mesela burada cinsel şiddet, istismar diye eleştirecek politik doğrucular olacak, ben onlardan da değilim. kitabın sonu ise tam bir climax… hem acı hem değil, her gerçek hem ötesi. sondaki eleştirmen düğümü detayı ise müthiş. inşallah beni cezalandırmak için öyle bağlayan bi yazar olmaz 😂 buraya kısa yazıyorum çünkü yeni mecrama yazacağım 😌 dilek başak’ın her zamanki gibi mükemmel çevirisiyle demeyi unutmayayım.
Meşhur Doppler karakterinin yaratıcısı, çağdaş Norveç edebiyatının en önemli temsilcilerinden birisi olan Erlend Loe'nun 2013'te yazdığı, dilimize ise geçtiğimiz günlerde kazandırılan güzel bir kitap Mal Sayımı.
Eser, altmış yaşını aşmış bir şair olan Nina Faber'in İstanbul'da iki yıla yakın zaman geçirdikten sonra ülkesine dönmesi ve uzun yıllar sonra bir şiir kitabı yazmasıyla başlayan olayları konu alıyor. Şiir kitabının ismi ise Boğaziçi. İstanbul'da yaşadıklarından beslenerek yazdığı şiirler var bu kitapta.
Yalnız kitabın asıl konusu ne edebiyat ne de İstanbul. Tam bir Breaking Bad hikâyesi okuyoruz. Olaylar bir kere sarpa sarınca işler nerelere gidebilir, bir de karakterimiz deliliğin sınırlarındaysa neler yaşanabilir, çok güzel anlatılmış. Sonu ise bir çeşit histeriyle bağlanmış. Kitabın başından sonuna kadar tüm olay örgüsüne hakim olan o trajikomik gerçeküstü tavır finalde en yüksek seviyeye çıkıyor. Sevmeyeni bir miktar rahatsız edebilir bile.
Ben kitabı oldukça beğendim. Temposuyla beni kendine son derece iyi bağladı. Elimden bırakmak istemedim. Sürükleyiciliği çok iyi. Konu da bu hacimde bir kitap için hiç fena değil.
4.5 You know that feeling when you have to finish a book, even though it's late and you have to get up early, but you still read on because you can't stop. Yes, this was this book for me. Even though bizarre at times, it kept me reading and it was so deliciously great and weird. The ending was a bit too much for me, but still, it was such an oddly captivating book.
Erlend Loe’nin Mal Sayımı romanı basit dili, tek boyutlu karikatürize kişileri, cüzdana ve çantaya yük olmayan mütevazı hacmi ve minimum çabayla maksimum entelektüellik hissi veren basit İskandinav tasarımıyla kitlelere kolayca ulaşabilmiş bir eser. Kısa ve basit cümleler, müşfik bir dadının küçük parçalara böldüğü yemeği bir bebeğin ağzına beslemesindeki akıcılığı andırır şekilde okurun zihnine veriliyor. Mizahın bebeksi doğrudanlığı, içindeki kadın düşmanı baharatları perdelemiş, hikayeyi kundaklamış. İkea tasarımlarını cazip kılan bütün unsurlar bu kitabın da popülerliğini açıklıyor. Steril bir düzen içindeki konfor ve rahatlık hissi, dağınıklığı bir suç olmaktan çıkarıyor, sağa sola serpiştirilen renkli battaniye ve minderlerle dört köşe tasarımlar dengeleniyor. Ekonomik, kolay monte edilebilir, yaşam tarzımızı oluşturan diğer unsurlarla kolayca kombinlenebilen bir ürün. İyi mi? Eh. Günümüz Türkçesi ile ifade edilecek olursak, overrated bir roman. Adapazarı ağzıyla, balon. Kötü bir roman mı? Berbat ve okunamaz değil. Vasat ama iddiasız bir vasat. Bu da onu affedilir yapıyor. Büyük şeyler yapmaya çalışıp altında kalmamış. Basit bir hikaye anlatmaya niyetlenmiş, iyi kötü anlatmış da. Bu postmodern iddiasızlık, insan türünün kültürel zirvelerini oluşturan hırs, yetenek, deliliğe varan bir kendini aşma çabası ve ancak en parlak, şaşaalı, büyük ve sıra dışı olanın muteber sayıldığı binlerce yıllık insanlık tarihine çok zıt ve ancak büyük bir ekonomik ve kültürel sermayenin üzerine kurulduktan sonra, bir mirasyedinin rahatlığı ile şık görünebilir, ki Avrupa buna sahip. O yüzden bu stil kuzeyli dostlarımıza yakışırken bizim gibi henüz tüyünü düzmemiş ülkelerde biraz uyumsuz görünüyor. Ve maalesef daha gerçek sorunlarımızı henüz halletmemişken, tavuk döner yiyip bir sonraki ayın kirasıyla boğuşurken, varoluşsal sancılar, bıkkınlık, zihinsel rehavete sürükleyen bir kayıtsızlık hali edebiyatın konusu olunca, ülkemizde “derdini seveyim” şeklinde eleştirilerin hedefi olabiliyor. Her neyse. Romana dönelim. Gerçi romandan ziyade novella denebilir belki. O kadar basit, kısa, numarasız ve öngörülebilir ki, neredeyse çocuksu bir masumiyeti var. Fakat başkarakter olarak hicvedilen yaşlı “bayan” şair Nina Faber şeytansı da bir tip. Bu tezat ilgimi çekti en çok. Yazar burada bir şey başarmış, bunu söyleyebilirim en azından. İşkence, zorbalık ve cinayetlerle örülen hikaye, öyle serinkanlı ve umursamaz, öyle sentetik bir yerden işlenmiş ki çizgi filmlerde herkesin birbirini öldürmesinin hoş bir komikliğe indirgenmesine benzer bir etkiye ulaşmış. Eleştirmenlerin sığlığı, gaddarlığı, insani duygulardan yoksunluğu, kötü kedi şerafettin gibi ortalarda yargı dağıtarak dolaşan, virüs misali bulaşacak yer arayan narsist deli Nina’yı dengeliyor. Herkesin eşit derecede kötü olduğu, bu yüzden kimsenin kötü olmadığı zararsız bir dünya inşa ediyor. Nina’yı delirten şartlar, ona bir tür haklılık kazandırmış gibi görünse de, bana yazarın düşmanca duygularını gizlemesinin bir aracı gibi göründü. Kısacası, Nina karakterini kadın düşmanı bir saldırı gibi okudum ki, aslında ben de çok feminist bir Meriç sayılmam. Bu kadar analizi hak eden bir şey yok esasında kitapta ama Kuzey edebiyatına olan yoğun teveccüh dikkatimi çektiği için birkaç cümle karalamak istedim. Bu ilginin temelinde bir tür kültürel öykünme var sanıyorum. İkea mobilyaların arasında otururken, şöyle bir gezinti yapmak istediğimizde, tercihimizi kuzeye kalkan bir seferden yana kullanmamız şaşırtıcı değil. Okumak biraz da bir yerlere gezmeye gitmek değil midir? O ruh ve dil dünyasına, yaşam tarzına, dünyayı algılayış şekline bir seyahat. Erlend Loe ya da diğer Norveçli, İsveçli yazarları okurken hoş bir aldanışın da tadını çıkarıyoruz. Sanki az önce bahsettiğim şekilde, öğle yemeğinde tavuk döner yememişiz, kredi kartı borçlarımız birikmemiş, metrobüste arkamıza dayanan Afganlı’nın baharatlı nefesi ensemizi ısıtmamış, üst kattaki çocuk tepinmeleri, karı koca höykürmeleri, kapı önlerindeki şekilsiz ayakkabı yığınlarından yayılan buram buram yaşanmışlık kokuları bize evimize kadar eşlik etmemişçesine, lattemizi yudumlarken müreffeh bir dünyanın mensubuymuşuz gibi kitabımızla seyahate çıkıyoruz. Hem bu kitapta, hem de Dag Solstad ya da Knausgaard’ın kitaplarında karşıma bolca çıkan uzun navigasyon parçalarının böyle de bir işlevi olsa gerek. Falanca caddeyi geçtim, bilmemne sokağına girdim, falan filan opera binasının karşısındaki şöyle böyle parkında oturdum vs. Neyse. Kitaba dönecek olursak, önemli bir kitap değil. Okunmasa da olur. Basit ve sıradan. Bizim eski ve yeni pek çok yazarımız bundan daha iyi. Bu üslubu okumak istiyorsak, Murakami’nin ilk romanları, Auster vs vs, başka bir sürü seçenek var. Norveçlilerin edebi zevkine dair bende bir soru işareti oluştu. Bir yandan Knut Hamsun gibi dev bir yazarları var, diğer yandan bu uzun boylu, soluk tenli milletin en sevdikleri şiir şuymuş, kitaptan alıntılıyorum: “Bu hayali sürdürüyoruz; harika şeylerin olacağının, olmak zorunda olduğunun – zamanın açılacağının, yüreğin açılacağının, kapıların açılacağının, pınarların fışkıracağının, rüyanın açılacağının... Bir sabah vakti, hiç bilmediğimiz daracık bir koya süzüleceğimizin hayalini.” (Sf. 82) Bu parça Olav H. Hauge’nin Bu O Rüya adlı şiirinden imiş ve Norveç halkının en sevdiği şiir seçilmiş. Ne bu şimdi? Elinizi vicdanınıza koyup söyleyin, bu şiir mi? Herhangi bir lise talebesi bununla bana gelse, boşver kanka, sayısala yönel, derdim. Çeviride kaybolan bir güzellik mi yanıltıyor beni? Şiir Norveççede belki de büyüleyicidir, bilemiyorum. Ama sanmıyorum. Basit, çocuksu, yavan. Beceri istemeyen bir düzlük var burada. İngilizcede simpleton diye bir kelime vardır. Avanak, ahmak, salak anlamlarına gelir. Simple basit demek, malum. Yani düzlüğün, basitliğin fazlası, zarar diyelim.
Genijalan kao i uvijek! Nije kao ljubljeni mi Doppler, iako je to taj zezantski stil i bizarni likovi koji nekako nisu simpaticni, al su nevjerojatni u svojim britkim komentarima. Bilo je zanimljivo vidjeti kako ce se snaci u cipelama glavnog lika koji je u ovom slucaju, zena sa dopplerovskim tendencijama. Sve u svemu odlican pamfletic/satira o zivotu knjige i citavom tom lancu. Neke stvari su valjda univerzalne :) Minusic ide na racun toga sto mu malo pobjegne nenormalnost, pa ode bezveze u krajnost, al nakon Kraja svijeta i razinu nenormalnosti te knjige, ovo je ipak piknik. A Kraj svijeta je najbolji manifest svijetu i zivotu na planeti zemlji. Ovaj covjek je totalno lud i ja ga volim!
Tıkır tıkır işleyen bir roman. Şair olan Nina Faber uzun yıllar bırakın kitap çıkartmayı ne yaptığına dair bile bilgi edinilemeyecek şekilde yaşadığı bir hayat sürerken bir anda ortaya çıkıyor ve kitabı çıkıyor. Sonrası yokuş aşağı. Sektörün bildiği düzeninin tamamen değiştiğinin farkına varması ve kitabının ağır eleştiri alması üzerine çıldıran şairimizin öç alması. Hem eğlendim, hem gerildim özellikle sonuyla ve sondaki ufak detay bitişiyle bayıldığım bir okuma oldu.
İkircikli, muzip, şaşırtıcı. Erland Loe yapmış yine yapacağını; sade dilini gidip gelen bir kurgu, akıcı bir dil, komik uslubuyla sade bir şekilde okura aktarmış. Yazma çabasındaki, özellikle şiirle uğraşan dostlara hararetle öneriyorum. Hızlı okunan bu kitap kendi ke ndinize kahkaha atmanızı sağlayabilir. Tuhaf olduğu kadar sevimli.
Ganske festlig, går fort å lesa. Erlend Loe er fortsatt ein prins. Bedre enn Helvete men mindre bra enn Volvo lastvagnar. Likte best besøket i kollektivet, morsomt å skrika Olav H. Hauge-dikt. Respekt til Loe for å gje full pupp på alt i det partiet der.
Da zvezdice idu i na polovinu roman bi dobio 4 i po :) Drugacije... Ostro... Ironicno... Satiricno... Britko... Erlend tesko da moze da izneveri citaoce
Ukomfortabelt, noe Erlend loe er flink til å få frem. Like skækk bok som alle de andre bøkene hans. Hvis du vil lese Loe og ikke vet hvor du skal starte?… ikke start her.
Men annent enn den veldig ukomfortable hendelsen som vi veldig gjerne kunne klart oss uten, lættis bok.
Stvar sa Luom je sledeća (za mene dosad podosta odbijajuća): znam valjane čitaoce (kad je reč o tipu osoba i čitalačkom ukusu) koji mnogo vole Lua, i znam priproste ljude i čitaoce koji mnogo vole Lua. I ja tu nalazim problem - teško mogu držati vrlim piscem nekog ko stvara graničnu priču - dvostruko prihvatljivu - i vrsnima i nevrsnima. Pojasnih otuda otkuda odbojnost. Međutim, "Popis" je u moje ruke došao jednom igrarijom kojoj sklono je troje ljude, i kada je ova knjiga došla u moje ruke, drugar (onaj od valjanijih čitalaca koji voli Lua) reče da ta knjiga i nije ono na šta su od ovog autora navikli. Da drugačija je, ali da me to ne obeshrabruje, jer, ponovo drug naglašava, ta knjiga bila bi njegova preporuka da sam mu ikad prišla i tražila savet šta Luovo da čitam. Eto, možda je zato "Popis" dobio lepu ocenu od mene.
"Popis" je neobimno delo od stotridesetak stranica i on nam predočava jedan jedini dan (neoriginalna temporalna odrednica u književnosti) Nine Faber , pesnikinje od 60ak godina koju su zaobišle veće književne nagrade. Uz vrlo kratko upućivanje na tu činjenicu, knjiga obeležava prelomni dan njenog bića i njene književnosti - posle duže pauze tog dana izlazi njena zbirka pesama "Bosfor". Knjiga je usredređena na priču o umetnosti uopšte i umetnosti danas, o kritici, sujeti, o samotumačenjima i današnjoj kvazi modernosti koja se diči golemom slobodom a zapravo posve ukalupljena je. Zanimljivo štivo, a priča o Nini teče gotovo bajkovito - gotovo kao prema Propovom utvrđivanju funkcija koje su ukalupljene u strukturu bajke - ona dela bez prostora za dublje čuđenje, njeni podvizi su lakomisleni i mada neočekivani, neverovatni, odigravaju se pred nama dok ih smatramo za jedine moguće.
Nije loše, ali ni sama ne znam hoću li čitati Lua. Čitati pravog, ako on u "Popisu" ne liči na sebe.
PODCASTové zamyslenie je tu Najnovší román nórskeho spisovateľa predstavuje azda najsilnejšiu postavu od románu Doppler. Zdanlivo slabá žena s citlivou dušou sama netuší, čo v nej drieme. Starnúca poetka Nina Faber nikdy nezapadla, v sedemdesiatych rokoch nerevoltovala a ešte aj alkoholu prepadla, až keď to prestalo byť medzi jej kolegami populárne. Po dlhšom pobyte v Istanbule sa rozhodne vydať novú básnickú zbierku. Žije v strachu z reakcie čitateľov a keď vyjdú nelichotivé recenzie, jej pohár trpezlivosti pretečie a vezme veci do vlastných rúk. Rozhnevanú poetku na jej ťažení nedokáže zastaviť nik. Nastal čas splatiť dlhy.
Naivné? Sarkastické? Neortodoxné? Nečakané? Erland Loe je známy tým, že píše veci, ktoré väčšinou nečakáte... A tí, čo nečítali Dopplera a len vedia, že tam adoptuje losie mláďa asi začínajú tušiť, že toto nebude len obyčajné počítaníčko... Je to zábavné? Je. Je to vtipné? Miestami. Nevedela by som bez toho žiť? Nie...
Tri "morské" mačiatka, ako to nazýva neter našej klubovej marockej princeznej, lebo nórske mačiatku sú fakt len fádne :)
Egentlig genlæste jeg denne, fordi jeg er ved at skrive en eksamensopgave, hvor en af pointerne er, at Loes outsiderkarakterer er blevet mindre elskelige og mere til fare for samfundet efter 22/7. Men så sagde Nina Faber dette:
""Gud i himlen," siger Nina, "for en massiv uforstand. Du har ikke hørt om Inger Christensen. Hvilken skræmmende tomhed. Jeg kan overhovedet ikke forestille mig, hvordan det må være at være dig.""
- Og nu må jeg så altså konstatere, at Nina Faber er en af de mest sympatiske personer, der nogensinde har befundet sig på siderne af en bog.
Когда я была юным снобом, то считала, что Эрленд Лу - автор для дебилов. Теперь я уже не юный сноб, а Лу написал отличную книгу о том, что старость близко, (Россия-наше отечество), смерть неизбежна (впрочем, все это случайно, нелепо и не похоже на наши фантазии о).
Artig og svart komisk bok som jeg likte kjempegodt. Jeg lo og humret masse. Men komedier skal som kjent ikke få bra kritikk. Derfor får denne 1 stjerne av meg.
20 i 2023 (lydbok) "Slipp, din dumme lyriker" (sier den uheldige bokhandleransatte under et ekstremt festlig oppgjør med den en bitre forfatteren Nina). Haha, jeg lo høyt flere ganger mens jeg syklet til /fra jobb med denne lydboken på øret. Denne hevntokten ligner ikke på noe annet jeg har lest, og det er mange pinlige og småcrazy episoder her. Han skriver i en kjent naiv og super stil, og det er veldig morsomt. Erlend Loe leser boka selv, og det funker kjempebra.
Ikke nogen speciel bog men jeg kan nu godt lide erlend loe. Synes han er så sjov, så hvis man har brug for en bog uden for meget, en bog man bare lige stryger lidt igennem om som man kan grine lidt af, så er den rigtig god!
aristo'ya göre bir trajdenin asıl amacı sonunda yarattığı katarsistir ve bunu yaratmak için de okurun kahramana hem acıması, hem de onun yerinde olmadığı için rahatlaması gerekir. bu kitabın son yirmi otuz sayfası bende tam olarak bu hissi yarattı. loe bildiğimiz gibi, dinamik karakterleriyle okuru ilk beş sayfadan kitabın içine alıyor, hız kesmiyor, bazen karakterler adına utansanız da onları ilgiyle karşılıyorsunuz. benim asıl eleştirim yazara veya kitaba değil. 100 sayfalık bir kitaba (ki loe'nun seçimleri gereği sayfaların sadece diyalog dolu olanları var, veya bölüm atlarken ikişer sayfalık boşluklar) 100 lira veriyor olmaya asıl eleştirim. hatta üstüne üstlük çevirinin yeterince iyi olmayışı ve hatta editörlük aşamasında da gözüme takılan hatalar olması. kimse kusursuz değil ama sayfa başına 1 lira verdiğimiz bir düzende (katiyen karşıyım ama) en azından aldığımız kitabın kaliteli bir çevirisini ve baskısını okumak isterdim.
Artık 60’lı yaşlarının sonuna yaklaşan Nina Faber, aşk peşinde gittiği İstanbul’dan ‘Boğaziçi’ adlı bir şiir derlemesi ile dönüyor. Roman ‘Boğaziçi’nin raflarda yerini aldığı o tek bir güne odaklanıyor. Nina kitabının beğenileceğini umurken artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmadığını anlıyor bu tek günde. Şiir okumasını iptal eden kitabevi temsilcisinden, kitabına kötü bir eleştiri yazısı yazan eleştirmenden ve hayattan intikamını tüm görkemiyle alıyor Nina. Eğlenceli, yer yer kahkaha attıran, arada “Aferin kız sana,” dedirten ve bolca da kendisine acımamızı sağlayan bir karakter Nina. Doppler gibi abartılı, gümbür gümbür bir karakter aslında. Doppler’in sorumsuzluğu, Nina’nın sınırsızlığı biraz sinir zıplatıyor. Tam Erlend Loe kitabı ama Doppler’i ne kadar sevmediysem Nina’yı o kadar sevdim bu sefer. Bir de Nina’nın eleştirmenin kafasına vurduğu The Black Book of Communism için şunları söylemesine ayrıca çok güldüm: “Ona bu kadar sert vurmasaydı keşke. Ama bu biraz da komünistlerin suçuydu. Geçen yüzyıl bu kadar boktan işler yapmamış olsalardı, bu aptal kitap bu kadar ağır olmayacaktı.”
I thought I'd be used to his style by now, but it was a bit too much here. I was finally starting to love this book for the surreal trainwreck that it was, but then she . I didn't get the sense that these were really "real" characters like in other books and that we should take it seriously, but that scene was still TOO INCREDIBLY DISTURBING and gratuitous for my taste. Except for that and the also disturbing ending, I enjoyed it. Fun, hilarious, thought-provoking and very true.
Som vanligt älskar jag Loe och aversion mot utropstecken. Följ med Poeten Nina på en lång och innehållsrik dag som går från dålig till värre. Kanske minns jag inte boken om ett år men en bok som med Loes absurda humor får mig att skratta högt vid olämpliga tillfällen är alltid en femma i min värld.
A quick but rewarding read about a stressful day in the life of a slightly crazy old woman. Sometimes very funny, often very sad, in total very melancholy. The scene in Roger Kulpe's apartment was priceless! Totally worth the short and sweet time it took.