Bir de sevgilim vardır, pek muteber; İsmini söyleyemem, Edebiyat tarihçisi bulsun.
O zamanlar ismini söyleyemediği sevgilisi "Nahit Hanım"dı Orhan Veli'nin. Hayatta iki varlığı oldu: Şiiri ve sevdası. Şiirleri okurlarının ezberinde... Sevgisine gelince, onu, tek büyük aşkı "Nahit Hanım"a vermişti: Bu kitap onun belgesi.Şiirimizde çığır açmış ustanın aslında nasıl bir gönül ustası olduğunu kanıtlayan mektuplarını okuduğunuzda onu çok daha yakından tanıyacaksınız. "Istanbul Türküsü" gibi pek çok şiirini daha iyi anlayacaksınız. 36 yıllık ömrüne neler sığdırdığını görecek, onu daha çok sevecek ama belki biraz da üzüleceksiniz. Nereden bakılsa, gizli saklı yaşanmış kırık bir aşk hikâyesine tanık olacaksınız. 64 yıldır çekmecelerde kalmış mektuplar, ince ince akan bir mağara suyu gibi dingin, dupduru ilk kez gün ışığına çıkıyor.
Sizin İçin Sizin için insan kardeşlerim, Her şey sizin için. Gece de sizin için, gündüz de; Gündüz gün ışığı, gece ay ışığı; Ay ışığında yapraklar; Yapraklarda merak; Yapraklarda akıl; Gün ışığında binbir yeşil. Sarılar da sizin için, pembeler de. Tenin avuca değişi, Sıcaklığı, Yumuşaklığı. Merhabalar sizin için; Sizin için limanda sallanan direkler. Günlerin isimleri, Ayların isimleri; Kayıkların boyaları sizin için; Sizin için postacının ayağı, Testicinin eli; Alınlardan akan ter, Cephelerde harcanan kurşun; Mezarlar, mezar taşları; Hapishaneler, kelepçeler, idam cezaları; Sizin için, Her şey sizin için.
Orhan Veli Kanık or Orhan Veli (14 April 1914 – 14 November 1950) was a Turkish poet. Kanık is one of the founders of the Garip Movement together with Oktay Rıfat and Melih Cevdet. Aiming to fundamentally transform traditional form in Turkish poetry, he introduced colloquialisms into the poetic language. Besides his poetry Kanık crammed an impressive volume of works including essays, articles and translations into 36 short years.
Orhan Veli shunned everything old in order to be able to bring about a new 'taste', refusing to use syllable and aruz meters. He professed to regarding the rhyme primitive, literary rhetoric techniques such as metaphor, simile, hyperbole unnecessary. Set out "to do away with all tradition, everything that bygone literatures taught", although this desire of Kanık limits the technical possibilities in his poetry, the poet broke new grounds for himself with the themes and personalities he covered and the vocabulary he employed. He brought the poetic language closer to the spoken language by adopting a plain phraseology. In 1941 his poems embodying these ideas were published in a poetry volume named Garip, released jointly with his friends Oktay Rıfat and Melih Cevdet, which led to the emergence of the Garip movement. This movement had a huge influence especially between the years 1945-1950 on Republican era Turkish verse. The Garip poetry is accepted as a touchstone in Turkish verse for its both destructive and constructive effects.
Birinin mektuplarını okumak ne garip şey! Kendimi hırsız gibi hissettim! Hem de bu biri koskoca "Orhan Veli" !
Bu garip his yetmezmiş gibi bir de Orhan Veli'nin her mektubunda sevdiğine sitem etmesine, trip atmasına olan şaşkınlığım eklendi.
Mektupları tek taraflı okumak çok garip tabi. Nahit Hanım'ın cevaplarını bilmiyoruz. Yalnızca sitem eden "Mektubun niye geç geldi? Niye az yazıyorsun? Yazdıklarını beğenmedim. Sen huysuz bir kadınsın. Sen beni anlamıyorsan kabahat bende değil." diyen bir adam var karşımızda. Mütemadiyen.
Mektuplar arasına sıkıştırılmış şiirler çok etkileyici.
"Sana bu mektubumda bir şiir daha göndereceğim ama pek beğenmeyeceksin sanırım" yazıyor. Gönderilen şiir: Gün Olur.
Öyle zamanlar düşününki içinde Orhan Veli, Sabahattin Ali, Melih Cevdet, Oktay Rıfat, Sabahattin Eyüpoğlu, Abidin Dino, Sait Faik ve daha niceleri var. Öyle bir sevda düşünün, yıllarca mektuplarla yaşatılmaya çalışılan. Tabi aynı kadın erkek ilişki sorunları, aynı kıskançlıklar, aynı gel gitler var. Ama işte akılda her zaman daha yücesini yaşamışlardır, daha asildir o zamanlar tadı var. Gidilmez olasıca bir Ankara var sonra, bir çukur var yanından geçilmez olasıca! Yine yeniden belediye sorumsuzluğu, yine yeniden masum insanların ödediği bedeller var. En kötüsü ise hala aynı sorumsuzluk hala aynı belediyeler hala aynı aşağılık düzenler var. Bir de son bir mektup var, sahibi tarafından son kez gönderilen sevdalıya. Ama alıcısı asla okuyamayacak o mektubu. O hariç okuyanlar ise asla o kadar bilemeyecek değerini o mektubun.
İlk defa 1.5 yıl önce okumuştum. Tekrar okuyorum...Bir hocamın bir şiirinde 'Aşk Batı'da da Aşk, Doğu'da, Aşk her zaman aşk' deyişindeki duyguyu-vurguyu diğer şeylere de ait etmek mümkün bence. O yüzden yine hayretle bu mektupları okuyorum. Aynı duyguları yansıtması bir tarafa, neredeyse tamamı benzer yazıları yazmış olmamın tesadüflüğü herhalde aşkın neden olduğu duyguların doğasında var.
Orhan Veli'nin 36 yıllık yaşamının en içten ve en yakın anlarına, çoğu yazarca hakkında imrenilerek bahsedilen Nahit hanıma olan duygusal dışavurumuna tanıklık etme şansı ne kadar değerli! Bir sevgiliye yazılmış mektuplar içten gelen duyguları, arzuları ancak bu kadar güzel yansıtabilirdi!
Kitap, adını, mektuplardan birinde yer alan bir cümleden almış. Ama bence yine mektuplardan birinde yer alan şu cümle asıl kitap adı olmalıymış; "çok huysuz bir kadınsın sen." Kitap boyu mektupları okurken Orhan Veli'nin sürekli sevgisine dair açıklama yapmak zorunda hissetmesi, açıklama yaparken, küçük sitemlerde bulunurken "aman alınmasın" endişesiyle bir de bunun için açıklamalar yapması, "acaba karşılığında Nahit Hanım ne tür cevaplar veriyordu" diye düşündürüp bazen içimi şişirdi. Ama Orhan Veli'nin aşkı kadar şairin yaşamına dair de bilgiler ediniliyor. Mektup yazmak için kağıt alacak para bulamaması, bugün değil daha o günlerde bile halka mâl olmaya başlamış bir popüler şaire bunun yaşatılması bence şairin mahremiyeti değil, memleketin ayıbıdır.
Burada yazılan yorumları okudum ve şunu fark ettim; bir kitap, okuyandan okuyana bu kadar mı farklı algılar oluşturur?! Buna şaştım biraz. Kimisi "Orhan Veli sürekli trip atmış, buna şaştım" diyor, ben de bu yoruma şaştım. Kitabın sonunda, Nahit Hanım'ın göndermesinin kısmet olmadığı bir mektubu da eklenmiş. Orhan Veli sürekli sevgi, aşk dolu, samimiyet ve cana yakınlık içeren satırlarla mektuplar yazarken Nahit Hanım'ın yazdığı mektubun soğukluğu zaten şaire biraz daha üzülmeme sebep oldu. Eğer erken yaşta ölmeseymiş, bu mektuplaşmalar ve çileli aşk hikayesi şair tarafından yaşanmaya devam edecekmiş.
Eğer bir aşk mektubu kitabını mahremiyet içerir diye düşünüyorsanız bu kitabı da okumazsınız, ama bana kalırsa halka mâl olmuş kişilerin aşk mektuplarının mahremiyet içermediği kanısındayım ben. Bana asıl mahremiyet içerdiğini düşündüren "Attila İlhan'a Mektuplar" adlı kitap olmuştu. İçinde aşk mektubu 1 tane bile yoktu, daha doğrusu, sevgili tarafından yazılmış mektup yoktu ama mahremiyet içerikle ilgili olduğu kadar o satırları kimin kime yazdığıyla da alakalı bence.
Bu mektupları okurken Orhan Veli'yi neredeyse hiç tanımadığımı anladım. Sadece şiirlerini okumak kesinlikle yetmiyor-muş. O dönemi ve o şiirleri neden/nasıl yazdığını anlamak için bu kitap çok iyi oldu. Nahit Hanım'a (ki devamlı 'nihat' diye okudum adını) epey sinir oldum. "Bu adam daha ne yapsın, sana aşkını kanıtlamak için?!" diyesim geldi. Yokluk içindeki yaşantısı, "Ankaraya gidemem, pabucum yok" demesi beni çok etkiledi. O dönemi okumaya devam edeceğim. Önerisi olan varsa yazsın lütfen :)
Orhan Veli'den Franz Kafka'ya.. Mektupların Önemi !
Bu kitabı yalnızca Orhan Veli'nin sevgilisi Nahit'e yazdığı mektuplar olarak görmemek gerekir. Şairin şiirlerini daha iyi anlamak için, mutlaka okunmalı.
Dönem şairlerinin değişmeyen yazgısı! Sefalet, açlık, baskılar, acılar ve umutlarla dolu kısacık bir ömür..
Çok sevdiğimiz İstanbul şiirleri, hep şairin İstanbul'da rahat, keyifli bir hayat geçirdiği algısını uyandırmıştır bizde.. Okuyoruz ki, ömründe bir iki kere Yalı'da yemek yiyebilmiş, çoğu zaman kentin dışında yaşamış, şehre inecek, mektubunu postalayacak para bulamamış şair. Ankara'da yaşayan sevgilisini yıllarca görmeye gidememiş parasızlıktan. Yaşayamadığı ne varsa duygularına, şiirlerine yansımış. İnadına mutlu, inadına güçlü..
Nahit hanımın ölümünden sonra yayınlandı mektuplar. Aile önce tereddüt etti, sonra onayladı yayınlanmasını. İyi ki de onayladı. Yoksa çok önemli bu belgeler, tarih olacaktı.
Kafka, Milena'ya mektuplarını ve bazı romanlarını yayınlanmadan yakılması için en yakın arkadaşına teslim etmişti. Arkadaşı önemli bir karar vererek bu eserleri yakmadı ve yayınladı. Gerçi iyi bir servet te yaptı bu yayınlardan ama, bugün bir Franz Kafka varsa bu belgeler sayesinde vardır.
Orhan Veli bir çukura düşerek öldü. Bunca tanık olduklarımızdan sonra, bu ölüme de kaza olarak bakamıyor insan. Bu kısacık ömrüne, dillerden düşmeyen az sayıda şiir sığdırdı. Onun için bu yazdığı mektuplar, daha da çok önem kazanıyor. Şairin elinden çıkmış, sanki yeni yazılmış gibi.
İnsan Orhan Veli'yi tanımak, duyguları,zaafları,hayalleri ve yapamadıklarını anlamak için..
Ben bir edebiyatçı mektubu okuma bağımlısıyım. Kaliteli dedikoduya bayılmamla ilgisi de olabilir tabii bu durumun. Bu kitap, Türkçe edebiyatta okuduğum en iyi mektup derlemesiydi. Derleyenlerin koyduğu notlar, kimi fotoğraflar ve mektupların muhatabının biricik de olsa mektubunun sonda yer alması... Tüm bunlar derlemeyi diğerlerinden ayırmış.
Son olarak; Orhan Veli'nin Nahit Hanım'a at yarışı bahislerinden bahsetmesi çok hoş. :')
Kitabı elimden bırakamadım dediğim eserlerden. Müthiş bir aşk yaşayan Orhan Veli’nin sevdiği kadına yazdığı mektuplar ve içinde yolladığı bazı şiirlerinden oluşan kitap beni çok etkiledi.
Kitabın arka kapağından bir kesitle yorumu tamama erdireyim..
“64 yıldır çekmecelerde kalmış mektuplar, ince ince akan bir mağara suyu gibi dingin, dupduru ilk kez gün ışığına çıkıyor.”
Mektupları hep severim ama bunlar... Neden bilmiyorum çok dokundu içime.
Mektuplar da değil sadece, mektubun sonuna iliştirilmiş, o güne dek belki onlarca kez okumuş olduğum her şiir bu kez tenime değdi, tüylerimi diken diken etti... Bu şiirleri sanki ilk kez okuyorum, ilk okuyan benim, orhan veli yazmış da elime iliştirmiş gibi, oradaymışım ya da buradaymış gibi gerçek...
Paltoyu, ayakkabıyı geçtim de hadi... Orhan Veli'nin nasıl mürekkebi olmaz onu açıklasalar bana... Bir orhan veli nasıl mürekkepsiz kalabilir bu koca dünyada onu söyleseler kafi...
"Ben burada kalırsam senin bana dostluğun devam edemez mi?..Emin ol, dünyada hiçbir şeyden zevk almıyorum. Bütün bu tatsız günler içinde, yalnız seni arıyorum."
Başkasının mektubunu okumak, sosyal pornografiden damıtılmış bir haz veriyor insanlara. "Döneminin tanığı" olan mektuplar bir yana bırakılırsa bu mektupları yayınlamanın etik eşiğinin altından eğilmeden geçebilen kaç yayıncı vardır? Bilemeyiz. Ancak bu kitap "döneminin tanığı" kitaplardan değil. Daha ziyade bir anahtar deliğinden, arka odadaki tozlu rafların sessizliğinden gizli saklı bir neşeyle keşfedilmiş, sonrasında Orhan Veli'ye yüzüncü yaş hediyesi olarak paketlenmiş tatsız bir hediye.
Bir ölüyü yıkamak gibi. Hatta ölüyle yıkanmak. YKY zihnimizde şairi yaşattığımız bahçeyi yıkmış yerine (bir AVM misali) bir kitap dikmiş. Keşke basılmasaymış. Evet yayın evinin korktuğu gibi kitapta mahkemelik olacak adli bir mevzu yok. Zaten hangimiz üzüntümüzün vekaletini bir avukata verebiliriz ki. Yalnız Seni Arıyorum "gürültüsüzce solan bir çiçek" olmuş.
Tanımadığım, görmediğim bir kişi hakkında yorum yapmayı istemem ama Orhan Veli'nin mektuplarını okudukça içim acıdı. Şiirlerine daha farklı bir bakış açısıyla görme fırsatı yakaladım. Fakat bunlar çok çok özel mektuplar acaba yayınlanmasaydı daha mı iyiydi diye bir düşünüyorum. Yayınlanınca da böyle bir sevda gördüm yine de kendi açımdan kararsızım. Ama olan olmuş yayınlanmış zaten.
Bu mektuplar Orhan Veli'nin de kağıda döktüğü gibi, bir edebiyat eseri değildir. Bu mektuplar, sadece Nahit Fıratlı Hanım'a mektuplardır. Bununla Orhan Veli'nin Nahit'e dair ve Nahit'teki Orhan'a dair tamamen günlük meseleler ve sözler yazdığını kastediyorum. İçindeki şiirler bile Nahit'ten veya şehirden ne kadar mısra taşısa da, bir iltifat, ithaf veya hediye olarak değil, sırf paylaşma maksatlı gönderilmiş metinlerdir. Lakin bir şairden bir muallimeye yazıldığı için, edebi dokudan ne kadar kaçabilir ki? Edebi doku fazla taşımaksızın benzerini Fatma Hanım'ın İhsan Bey'e yazdığı mektuplardan oluşan ''Yakılmamış Mektuplar'' kitabında. aksini de çılgın bir edebi doku içine batırılmış olan Edip Cansever'in Alev Ebüzziya'ya yazdığı mektuplardan oluşan ''İki Satır, İki Satırdır'' kitabında görebiliriz.
Nahit Hanım ne de efsane bir kadınmış. Tanışmayı fazlasıyla isterdim. Orhan Veli'ye Edirne'de yazdığı ama ölümünden dolayı gönderemediği mektubunda yazmış ki '' Yeni şiirlerin varsa gönder. Şiire de hasret kaldım. Meğerse ihtiyaçmış.''
Mektuplarda 1970 başlarından 1950 sonlarına (Orhan Veli'nin 14 Kasım 1950'deki ölümüne) doğru olan döneme dair farklı bilgiler, menkıbeler ve hikayeler öğrendim. Aynı zamanda farklı şahsiyetlerin arasındaki ilişiki ve iletişim bağlarına, o zamanın ortamındaki gidişata dair farklı fikirler edindim. Mektupların bir de bu yanını seviyorum.
Nahit Fıratlı'nın Orhan Veli'ye ''Gözlerini öperim'' yazışı beni benden alıp götürdü.
Kitaba başlarken biraz merak duyuyordum, fakat daha önsözü okurken kendimi kötü hissettim. Orhan Veli'nin bu işe ne diyeceğini bilemiyoruz ama önsözden Nahit Hanım'ın mektupların yayınlanmasını istemediğini öğreniyoruz. Orhan Veli 1950'de, Nahit Hanım 2002'de vefat etmiş. Geçen bunca zaman içinde basılmasında mahzur görmeseydi kendisi izin verirdi.
Önsöz'de Murat Yalçın'ın ellerini uğuştura uğuştura "define" dediği bu mektupları yayınlamasına gelecek tepkileri de, kendi deyimiyle insanların "mahremiyetine el atmak" için açtıkları "zarif kapı"lardan bahsederek engellemeye çalışmasına diyecek yok.
Daha önce Tezer Özlü'nün Ferit Edgü'ye yazdığı mektupları okumuştum. Kitabı basan Ferit Edgü idi. Onda da bir parça huzursuz hissetmekle beraber, mektupların içeriği ile Tezer Özlü'nün kitapları arasında bir paralellik kurmak mümkündü. Bu kitapta o yok. Niye okudum peki? Başlarken sadece -ve sansürsüz- aşk mektupları olacağını düşünmemiştim. Kendimi de eleştireyim: Resmen ayıp ettim. Bundan sonra bu tip kitapları okumadan önce yapılmış yorumlara bakacağım.
İyi bir şey de yazayım bari. Notlar, açıklamalar, şairin çevresini ve hayatını anlamaya yardımcı oldu.
Öncelikle şunu söyleyeyim, Orhan Veli hiçbir zaman mektuplarının yayımlanmasını istememiş. Neden yapıyoruz bunu peki? Neden şairlerimizin şu kadarcık küçük bir isteğini bile yerine getirmiyoruz? Zaten şiirleri bize yetmez miydi? Özel hayatını, en gizli duygularını böyle çarşaf çarşaf ortaya dökmeye gerek var mıydı? Bence yoktu. Mektuplarına gelirsek, hiç beklediğim gibi değildi. O kadar sitemkar, o kadar buruk, o kadar alıngan bir tavırla yazılmış ki. Nahit Hanım'la olan ilişkisini böyle tek taraflı olarak okuduğumuz için Orhan Veli sitemlerinde haklı mı değil mi anlayamıyoruz. Nahit Hanım, Orhan Veli'yi onun kendisini sevdiği kadar sevmemiş mi yoksa Orhan Veli uzakta olmanın verdiği mutsuzluk ve özlemle abartmış mı bilemiyorum. Her halükarda aşkta da, parada da hep garibanmış Orhan Veli, hatta ölümü bile garibanlara yakışır şekilde olmuş bilirsiniz. Hep hüzünleniyorum ona dair bir şeyler okurken.
Ne var benim hayatımda? Her şeye rağmen, bütün yokluğuna rağmen hayatımdaki tek kadın sensin. Yine her zaman tekrar ettiğim gibi, başka birinin mevcut olmasını istemiyorum. O kadar istemiyorum ki etrafımdaki insanlar bu halime hayret ediyorlar. * Ne etraf, ne havalar, hiçbiri mühim değil. Bana sen kâfisin. * Bana seni daha çok hissettirecek bir şey gönder. * Zaten senden feda etmem demek kendimden feda etmem demektir. Çünkü ben senden ibaretim. * Beni sev demek istemiyorum, sadece inan. Ömrümüzün sonuna kadar bana inanacağını düşünebilsem bundan duyacağım saadet bugüne kadar duyduklarımın en büyüğü olur. * Sen benim hayatımdaki tek hadisesin.
Tekrar eden söz “Seni arıyorum”. Bittiğinde tıpkı Anne Frank’in günlüğünü bitirdiğimdeki gibi bir boşluğa düştüm... Orhan Veli şiirlerini seven herkese öneririm.