Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın 1921 yılında Heybeliada’da tamamladığı, daha sonra İkdam gazetesinde tefrika edilen ve 1942’de tam hâliyle ilk defa yayımlanan Kesik Baş romanı, mizahtan, yaşadığı şehrin sokaklarında konuşulan dili yansıtmaktan ve zevkli bir okuma tecrübesi yaşatmaktan asla vazgeçmeyen yazardan gerilim dozu yüksek bir cinayet hikâyesi.
Bir kuyunun dibinde bezlere sarılmış vaziyette kesik bir baş bulunur. Bu korkunç cinayetin üzerindeki sır perdesini aralamak üzere açılan tahkikatla görevli zabıta Remzi ve yardımcısı Seyit maceralı mı maceralı, karışık mı karışık, bir acayip gizemin tam göbeğine düşerler.
Hüseyin Rahmi Gürpınar’dan Kesik Baş, deneyimli dedektif ve çaylak yardımcısı, mantık yoluyla çözülen cinayet gibi öğeleriyle Türk edebiyatının ilk polisiye romanlarından biri.
“Türk romanında hakiki konuşma Hüseyin Rahmi ile başlar… Edebiyatımıza sokak onunla girmiştir.” –Ahmet Hamdi Tanpınar
Hüseyin Rahmi Gürpınar was a Turkish writer and politician.
Gürpınar was the son of a family close to the Ottoman court, born in Istanbul. Having lost his mother at an early age, he was sent to Crete where his father was an Ottoman civil servant, however he was soon sent back to Istanbul, where he was brought up by his aunts and grandmothers in Istanbul.
Gürpınar started writing fiction at an early age. He became a civil servant, then a writer and journalist. He later served as a member of parliament in the early years of the Turkish Republic between 1935 and 1943.
hüseyin rahmi gürpınar’ın tek polisiyesi olarak biliniyor “kesik baş”. hüseyin rahmi pek de iyi bilmediği bu türe başlarken hani insan kendisini evinde rahat hisseder ya, onun gibi önce kendi bildiği yerden başlamış. kesik başı kuyuda bulup lahana diye yukarı çıkaran nafiz efendi bir ortaoyunu kahramanı gibi. kaynanasıyla yaşadıkları, yediği dayak, meyhanesi, dedikodusu derken hüseyin rahmi bizi önce istanbul (elbette asıl istanbul, suriçi) meyhanelerinde ve sokaklarında geziye çıkarıyor, sonra yavaş yavaş polisiye giriyoruz. aynen batılı muadilleri gibi çalışan iki polis var karşımızda seyit ve remzi efendi. ikincisi daha bilgili ve birincisini yetiştiriyor gibi. cinayet masası bile olmayan polisi kuvvetinde kendi başlarına kesik baş katilini aramaya başlıyorlar, ipuçları önlerine çıktıkça elbette. valla polislerin ipucu takibini, adım adım olaya yaklaşmalarını, hatta bolca yanılmalarını bence hüseyin rahmi oldukça ustaca kotarmış. sadece arada işte o bildiğimiz tiratları var :)) bu kitapta da yine fahişelik, garplıların şarklıları hor görmesi, aile mefhumunun bitmesi ve suçun artması gibi hüseyin rahmi düşünceleri okuyoruz. e bunu çokça söyledik, dönemin teknik garabeti, yapacak bir şey yok. sondaki mektubu okurken hele bayılacaktım. bu kadar uzatmak, işin içine felsefe ahlak katmak… epey sıkıcı olmuş ama yine de bence olayların bağlantısı hoş bunun dışında katili ararken pera’da yaşam, azınlıklarla türklerin ilişkisi, hayat tarzı gibi detaylar sevenleri için çok dikkat çekici ki ben severim. yani demem odur ki hüseyin rahmi uğraşsa polisiyeyle ilerlermiş kesinlikle. adam ne yapsa güzel yapıyor. normalde pek yapmam ama bunu günümüz türkçesinden okudum iş bankasına güvendiğim için, yanılmadım.
Bayıldım, bayıldım. Hüseyin Rahmi, gerek kuir kişiliği olsun gerekse toplumu harika yansıtan dili olsun aşırı sevdiğim bir yazar. Bu kitapta da kesik bir kafanın peşinden dönemin İstanbul'unu keşfediyoruz. Yine nuktesi yerinde, aksiyonu dozundaydı her şeyin.
Ben daha Sherlockvari bir cinayet çözümü bekledim ancak cinayetin çözümü için klasik bir tümevarım yöntemi yerine bizi de hikayenin içine sürükleyen bir takip yöntemi kullanılmış. Açıkçası çok daha keyif aldım diyebilirim.
Ne kadar fena olursan ol fakat kendini aleme iyi göstermek, iyi belletmek fennini bil. Şimdiki hayatın sırrı hep bu noktadadır. Yüzüne riyadan bir maske geçirerek kalbinin iğrençliklerini ört, iyiler zümresine girmiş olursun. İşte şimdi biz böyle yaşıyoruz.
Genelde edebiyat ve kurgu dışı okumalarda derin ve ağır ilerleyen kitapları seçiyorum. Bir müddet sonra dinlenebileceğim okuma rotasında Hüseyin Rahmi Gürpınar ilk dikkatimi çeken yazarların başında geliyor. Onu okumak terapi gibi. Gürpınar'in romanlarının ana eksenini batil inançlar, kadin-erkek iliskileri, toplumun ahlak yapısı, batılılaşma, İstanbul'un cok kültürlü yapısı oluştur. Gürpınar'ın ilk polisiye romanı olan Kesik Baş'da kadın-erkek ilişkilerini, kadının toplumdaki yerini, batıl inançları, İstanbul'u kozmopolit yapısını görmek mümkündür Metin ilk 1921 yılında İkdam gazetesinde tefrika olarak yayımlanır. 1942 yılında kitap halinde basılmıştır. Aile hayatı özellikle kaynanası ile sorunları olan Nazif Efendi'nin sarhoşken elinde lahana ile kuyuya düşmesi ve bu kuyuda kağıtlara sarılmış kesik bir başın bulunmasıyla başlar metin. Bu kesik başın kime ait oldugunu sorgulayan Seyit ve Remzi Bey adındaki polislerin araştırmalarıylarıyla birlikte şekillenen metin dönemine göre iyi bir polisiye roman. Remzi Efendi daha bilgili analizci bir karaktere sahipken, Seyit Efendi daha aceleci, heyecanli, sonuçları çok fazla düşünmeyen bir karaktere sahip. Gürpınar Doğu-Batı kavramlarını bu kisileri betimleyerek sembolik bir anlatım sunuyor okuyucuya.Merak unsurunu kitabın sonuna kadar yazar, canlı tutmayı başarmış. Mizahı dili insani gülümsetirken, metnin aralarına yerleştirilen varoluşlar ve felsefi tespitler gayet iyi. Eski Türk Edebiyatından bir kitap okuyayım akıcı olsun diyorsanız Gürpınar tam size göre. Iyi okumalar.
Soruşturma kısmı beklemediğim kadar iyi. Cinayetin çözümüne giden ipuçları gerçekçi biçimde yerleştirilmiş. merak duygusu sona kadar diri tutulmuş. en beğendiğim tarafı, cinayetin gerekçe ve işlenişinin insanı ürperten soğukluğu ve gerçekçiliği. bir insan öldürmenin zorluğuna ve katilde oluşturduğu tahribata pek çok polisiyede rastlayamıyoruz.
olumsuz yanları; iki polis karakterini hiç tanıyamıyoruz. bütün kitap soruşturma etrafında dönüyor. sonu bir parça hayal kırıklığı yaptı; cinayetin çözümünü bir itirafname mektubu sağladı. hem de ne mektup; genç bir kadın yaşam, ölüm, suç, cinayet, günah konularında felsefe döktürüyor. elbette gerçekçiliği zedeliyor bu durum, çünkü kitaptaki karakterin yazı tecrübesi yok, bu yüzden de bunları yazması inandırıcı değil. H. Rahmi kendini tutamamış (bir öykümde bu hatayı ben de yaptım) ve dozunu epeyce kaçırmış.
son kertede 1921 gibi erken bir tarihte yazıldığı dikkate alınınca okumaya değer bir polisiye roman.
a. Kesik baş hikayesi sinik bir damadın trajikomik öyküsüyle başlıyor. Bundan 100 yıl önce de İstanbul ahalisinin derdi bugünün derdiyle aynıymış meğer; geçim sıkıntısı. b. 100 yıl önce bir katil bugünün teknolojisi olmadan nasıl yakalanır? Belli ipuçlarından yola çıkarak katilin yakalanması hayli ilginç. c. Kitapta karakterden ziyade tiplemeler var ancak kitabın sonundaki mektup –yani katilin tiradı- müthiş bir psikolojik çözümleme sunuyor. d. O dönemde tedavülde olan dilin kullanımı insanı tatlı tatlı güldürüyor. e. Globalleşme bu dönemin trendidir sanıyoruz. Heyhat! İstanbul’da yaşamlarını idame ettiren Rumlar, Ermeniler, Türkler, İtalyanlar… Hiç tahmin edemeyeceğimiz bir tat katmış kitaba. f. Osmanlı'nın son döneminde Avrupa vatandaşlarının Türklere ne gözle baktığını da kitapta görüyoruz.
Hüseyin Rahmi'nin roman tekniği bakımından zayıf kalsa da toplumsal eleştiri; ruh-beden ilişkisi, metafizik, rasyonalizm gibi konulara girmekten geri durmadığı, bir yandan İstanbul'un gündelik hayatını okuturken bir yandan da bir cinayeti çözmeye çalışan polisiye romanı. 1942'de basılmış ancak romanın sonundaki not 1921 tarihli. Dolayısıyla bizi gündelik konuşma dili ve alışkanlıklarıyla 1920'lerin başına götürüyor. O yıllarda işgal altında olan İstanbul'un bu halini yansıtmamış fakat.
Hüseyin Rahmi'nin 1919'da bir polisiye roman yazmasına ve o dönemdeki polis soruşturmalarına tanıklık etmemizi sağlamasına bayıldım. Ta o zamandan demiş, her cinayet bir iz bırakır diye. Çok hoşuma gitti. Ancak ara ara hikâye akışını durdurup okuyucuya ahlâk dersi verdiği için bir yıldız kırdım.
Dönemine göre oldukça başarılı ve akıcı polisiye roman. Günümüz Türkçesine göre sadeleştirilmiş versiyonunu tercih etmek okurun işini kolaylaştıracaktır.
Bu yazım tekniği ve betimlemeler anlatım ile romanın 1921 tarihinde yazılması muhteşem! Çok başka yerlerde olması gereken bir yazar. dedektifliğin dna incelemesi olmadığı sadece soruşturma ve zeka ile yapıldığı zamanlar.. İstanbul’da o dönem yaşayan insan çeşitliliğini ve insanların sosyal durumunu analiz açısından çok keyifli.
Bahsedilene göre ilk yerli polisiye/dedektif romanlarımızdan birisi. Gayet keyifli, akıcı ve anlaşılır bir roman. Evet, mahalli kelimelere yer verilmiş ancak anlaşılması hiç zor değil. İstanbul'da dolaşırken farklı yerel kültürlere ve demografiye misafir olup oradan oraya sürükleniyor, her seferinde tam katili bulduk derken ters köşeye yatıp duruyoruz. Merak içinde bırakıyor ve okumaktan soğutmuyor. Sıkı bir okuyucu iseniz iki günde bitirebileceğiniz bir kitap hatta. Sonu da farklı bir yapıyla bitiyor ki ben sevdim. Hüseyin Rahmi Gürpınar'dan okuduğum ilk roman olmasına rağmen yazara bayıldım ve diğer kitaplarını da kesinlikle okumak istiyorum.
Kitabın basımevine göre, eski kelimelerin kullanımlarından ötürü çok fazla editör notu olabilir. Bu da okumayı sürekli olarak durdurabilir. Günümüz Türkçesi ile düzenlenen basımları tercih etmeniz iyi olacaktır. Seçiminizi yaparken buna dikkat edin.
Cadı'dan sonra okudum bu romanını Hüseyin Rahmin Gürpınar'ın. Bundan sonra da Örümcek Adam çizgi romanı alıp okur gibi okuyacağım diğer kitaplarını sanırım. Günümüz Türkçesiyle serilerini kutluyorum. Benim okuduğum Kesik Baş, İthaki'nin yayınladığı baskı. Bence Türkçeleştirmede abartmadan, kitabını ritmini bozmadan yapmışlar. Tebrik ediyorum kendilerini. Cadı'da olduğu gibi Hüseyin Rahmi, burada da felsefeye ve güncel gözlemlerine ve değinmelerine bol bol yer vermiş. Bu biraz bir roman okuma hazzı yaşamayı engelliyor gibi geldi bana. O yüzden 5 yıldız yerine 4 yıldız vardım. Yine de hissiyatım mutluluk. 5 yıldız da verebilirim. Karakterlerin çokluğu ve hepsinin kanlı canlı oluşu çok hoş. Ben 80'lerin başındaki çocukluğumda buna benzer mahallerde yaşadım, burada anlatılan insanlara benzer komşularımız vardı. Son dönem Rumlar ve Ermeniler diyebilirim. Hatta İtalyanlar. O yüzden anlatılan insanları gözümde canlandırabildim. Benim için güncelliğini kaybetmeyen şeyler az değil kitapta. Cinayet sahnesinin anlatımı çok iyi. Hatta ben o bölümleri okurken "Katil Doğanlar-Natural Born Killers" filmi buradan mı esinlenmiş dedim? 1921'de bu kitabı İngilizce'ye çeviren biri olmuş mu diye baktım, tabii ki hayır. Acaba Türkçe kitap okuyan bir İngiliz öğretmen alıp kendi kitabına taşımış o konuşmaları, sonra da Amerika'da falan kitabını bastırmış olabilir miydi? Quentin Tarantino o kitabı bulmuş, okumuş esinlenmiş miydi acaba? İşte cehalet insana neler düşündürtüyo :)) Sonra Flora ile Alber'in konuşmalarına benzer konuşmaları bir Sherlock Holmes kitabında mı okudum diye düşündüm. Ya da acaba bir Jack London kitabı mıydı? Velhasıl Hüseyin Rahmi'nin kitabın bazı bölümlerini okuduğu yabancı kitaplardan almış olabileceğini düşündüm. Özellikle de Flora ile Alber'in hikayesini. Belki de gerçekten gazetede okuduğu bir hikayedir. Bonnie ve Clyde filmine de bakmanızı öneririm. Öte yandan kitapta sırıtan bir üslup farklılığı yok. Yani başka kitaptan satırlar alıp da kendi kitabına olduğu gibi koymuş denilemez. Yani burada 100 yıl geçtikten sonra Hüseyin Rahmi Gürpınar'ı intihal kabahatini işlemiş bir yazar olarak anmak için bunları yazmıyorum, öyle bir iddiada bulunmak çok ciddi araştırma gerektirir, ben böyle bir araştırma yapmadım. Öte yandan böyle bir şey yapmış olsa bile hiç de fena yapmamış. Sanat böyle yapılır aslında. Sanat önceki temaların hep devamıdır ve öncekiler kaldıraç olarak kullanılır, yeni sözlerin ortaya çıkması için. Gürpınar belli ki Türkiye'de aydınlanmaya katkıda bulunmak istiyor, bir Türk yazar olarak kültürüne katkı yapması gerektiğinin bilincinde, sanatın eleştiri yolu olarak kullanılmasında bir usta, çok iyi bir gözlemci ve elbette çok çok iyi bir okuyucu. Felsefeyi, güncel tartışmaları takip eden biri. Bugün bilmiyorum woke kültürü konusunda yazan, bunu iki taraf arasında tartışma şeklinde anlatabilen bir Türk yazar var mı? Gürpınar Alexandre Dumas, Victor Hugo, Mark Twain, Charles Dickens, Arthur Conan Doyle, Dostoyevski, Tolstoy, Nietzsche gibi o dönem için güncel olan büyük yazarları da okuyor, ilham alıyor, ama kendi yazdıklarında bir tercüme hissi uyandırmıyor, gerçekten bir Türk olarak, Türkçenin ve Türk yaşamının içindeki ayrıntıları buluyor, bunlar ile kendi düşüncelerini dost edip, harika bir resim çiziyor, geleceğe bir eser miras bırakıyor. O dönemde yaşanan küreselleşmenin izlerini de takip edip ortaya koyuyor. Zaten bu, yani küreselleşme İstanbul yaşantısında olmazsa olmaz bir gerçeklik. Okuduklarını kitap nasıl yazılırı öğrenmek için kullanmış. Kendisine sımsıkı sarılmak istiyorum şahsen, ama bu imkan maalesef cari değil. :) Yine Cadı'da olduğu gibi dönemin İstanbul'u, yaşantısı ile ilgili pek çok ayrıntı, konuşma dilinden kaybolup gitmiş, ama okuduğunuzda hiç de yabancılık çekmediğiniz pek çok kalıp, deyim, kullanım örneği var. O gün ile bugün arasında ne kadar çok benzerlikler bulunduğunu da farkediyorsunuz kitabı okurken. Değişmeyen şeyler. Bunlar o dönemde başlamış şeyler de değil aslında. 500 yıllık, 1000 yıllık seyahatnameleri okuduğunuzda da Türk toplum yaşantısında bazı kırmızı çizgileri ortak noktalar olarak farkediyorsunuz. Bunların silinmesi cumhuriyet ile bile mümkün olamamış. Bu kırmızı çizgiler hiçbir dönemde aslında kutsallık taşıyan şeyler değil, yani kimse "biz bunları değiştirtmeyiz" demiyor (dedikleri de var tabii), ama öyle değişmez şeyler ki, demek ki Türk insanı için manevi bir anlamı var bu davranışların diye düşünebilirsiniz. Aslında tabii bunların çoğu maneviyat alanında kullanılan şeyler. Burada bilmem Cadı ile karıştırıyor muyum Kesik Baş'ı. Bu kitabı okurken geçmişle aramızdaki büyük boşluğun, hatta AKP'li bazı kanaat dağıtıcıların sevdiği tabirle reklam arası gibi bir bağlantısızlığın olduğunu hissediyorsunuz. Ahmet Mithat Efendi'nin kitaplarını okuyunca da bu his geliyor insana. Bu boşluk, kültürel bir boşluk ve geçmişimize kayıtsızlık. Kim bu kayıtsız kaldığımız insanlar? Aydınlanmacılar. Ne yapmış bu adamlar? Okumuşlar, gözlemişler, analiz etmişler ve yazmışlar. Yani her şey cumhuriyet ile başladı diye düşünmek bir hata oluyor. Türkiye'de "aydınlanma", "hayata dünyalı gibi bakma" fikirler cumhuriyet öncesine ait, hatta bu bakışlar olmasaydı zaten cumhuriyet olmazdı. Cumhuriyetin biraz kendisini yaratan fikir adamlarına karşı borçlu olduğunu farketmediği gibi bir hisse kapılıyorum bu kitapları okudukça. Ama her şey gerçekten parasızlıktan. Fakirlik işte en büyük kırmızı çizgi. Peki neden fakiriz? Onun da yanıtı basit. Ama buraya yazmayacağım.
“İnsanlar sevgili ölülerini ne kadar büyük özenle mermer kutulara saklasalar, zamanın dişlerine kemirtmekten kurtarmazlar. Çünkü onun inkılapçı dişlerinin giremeyeceği korunaklıkta bir yer yoktur. Çünkü bir firavun cesediyle bir fare ölüsünün sonlarındaki eşitliğe zaman kefildir. Çünkü tabiat bir vücuda verdiğini son zerresine kadar geri alan en müthiş bir alacaklıdır” Zamanının çok ötesinde, harika kurgulanmış, son derece sürükleyici.
"Uzun bir vefaya kalbimizin verdiği karşılık, hemen daima nankörlük ve acı bir vefasızlıktır."
"Bu iş ümitsizlenmeye gelmez. Talih ne kadar size yardımını esirgese siz de onu insafa getirmek için uğraşmakta o kadar ısrarlı olmalısınız."
"Ne kadar fena olursan ol fakat kendini âleme iyi göstermek, iyi belletmek fennini bil. Şimdiki hayatın sırrı hep bu noktadadır. Yüzüne riyadan bir maske geçirerek kalbinin iğrençliklerini ört, iyiler zümresine girmiş olursun."
"Doğu'da en cahil bir Avrupalı dehrî geçinir. Başta şapka, bir deha ve hüner belirtisidir. Bu medeniyet başlığı altında Batı'nın pek çok beyinsiz kafaları, sürü sürü şarlatanları, ilim ve sanatın her şubesinde birer harika kesilmişlerdir. Avrupa'nın çavuşu orada kumandan gibi yaşar, sülükçüsü usta hekimlerden geçinir, yol amelesi birinci derece mühendis olur. Türk, etrafındakilere medeniyeti takdir edenlerden biri olduğunu ispat etmek için hanesini şapkalı mimara inşa ettirir. Nabzını şapkalıya uzatır. Parasını ecnebi bankalara yatırır. Alışverişini hep din ve milliyeti dışındaki ticarethaneler ile yapar. Türk, asırlardan beri kanını, etrafını saran hasımlarına emdirdi. Gafletle sülük tutundu. Nihayet bünyesi zayıf, vücudu hasta düşerek ölüm döşeğine uzandı. Onu tedaviye uğraşır görünenlerin sonunda birer cellat olduklarını anladığı gün reçeteleri yırtmaya, ilaçları dökmeye kalktı ama iş işten geçmişti."
"Bazı insanların bembeyaz keten örtülü, çiçeklerle süslü sofralarda nefis etler, bazılarının toprakla karışık otlar yemeleri, bazılarının yaldızlı tavanların haz veren ziynetlerine gömülerek sefalar içinde uyumaları, bazılarının kâh kalbur gibi akan kâh ateş gibi yakan tabii kubbe altında çukurlara kıvrılarak yatmaları ne demektir? Tabiat sahasındaki hayvanların inleri, kuşların yuvaları hep birbirine benzediği hâlde hayat tarzınca insanlar arasında görülen bu büyük ziynet ve sefalet farkı neden ileri geliyor? Asırlar arasında dereler gibi kanını döken beşer, aradığı tabii adaleti hâlâ bulamadı. Umumi olamayan hazlar, refahlar, büsbütün yok olsun. Lanet, insanlar arasında yerden göğe kadar farklar, nifaklar koymaya uğraşanlara. Bugün insanlığın saygın ve yüksek kürsülerinde ilim ve medeniyet hutbesi okuyan, sırtı pek, karnı tok, kibirli, ilim ve faziletiyle gururlanan felsefe profesörlerinin zamanın gereğine göre düzenlenmiş temkinli, klasik sözlerinden ziyade, köşe başında haykıran sefil, cahil fakat felsefesi pratik bir bilgiden saçılan aç, kötü niyetli filozofun halkın kanına döktüğü zehirler dünyayı sarıyor, sarsıyor. Avrupa sefilleri yoksulluklarının, felaketlerinin sebeplerini çözümlemeye uğraşıyorlar, meşguller arıyorlar. Doğu'da öyle değil. Mütevekkil, fatalist halk hayrı da şerri de nasipten biliyor, boynunu büküp bekliyor."
"Dünyada her şey tesadüf denilen bir akışın içinde yuvarlanıp duruyor. Muhitin, geçimin, terbiyenin, kısaca bizi iyi veya kötü yapan sebeplerin değişmesiyle bu dünyada ne kadar zararlı kişilerin faydalı ve faydalıların zararlı birer nitelik alacaklarına şüphe etme."
"'İşte ben en çok buna gülerim.' 'Neye?' 'Katli katletmekle tamir eden, her cinayetten sonra bir cinayet de kendi işleyen beşeri adalete.'"
Hüseyin Rahmi ilk polisiye kitabı, Kesik Baş. 1920’li yıllarda Türk edebiyatında pek rağbet görmeyen ancak dünya edebiyatında büyük yeri olan Polisiye türünü, Ustası Ahmet Mithat’dan etkilenerek denemek istemiş. Kesik Baş için sıradan bir polisiye türü diyemem, her sayfada Hüseyin Rahmi’nin nüktedan halini hissediyorsunuz. Kurguladığı hikaye için 1917’nin İstanbul’unda polisin uzun süre uğraştığı ve halkın çok etkilendiği Kesik Baş cinayetinden etkilenmiş. Kitabın odak noktası cinayet hikayesi olsa da, yazar konuyu, okuyucusunu meraklandırarak, zaman zaman eleştirerek ve bilgilendirerek aktarıyor. Yine sayfalarında Nietzsche, Baki ve Diyojen gibi dönemin önemli kişilerinden bahsederek, kurguya kattığını görüyoruz. Bana göre Hüseyin Rahmi, bilgi birikimi, çağdaşlığı ve gözlem kabiliyetiyle döneminin üzerinde bir yazar. En iyi Hüseyin Rahmi kitabı diyemem ancak ilk polisiye denemesinde bile kendi kalemini, tarzını, sesini sonuna kadar hissediyorsunuz. Kesik Baş, farklı polisiye romanı okumak isteyenlerin ve tabi Hüseyin Rahmi sevenlerin hoşuna gidecektir.
Kesik Baş, Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın 1942’de yayımlanan ve Osmanlı’nın ilk yerli polisiye romanlarından biri kabul edilen eseridir. Roman, Nafiz Efendi’nin alkollü halde eve dönerken bir kuyuya düşmesi ve burada kesik bir insan başı bulmasıyla başlar. Bu olay, İstanbul’un emniyet teşkilatını harekete geçirir. Deneyimli zabıta memuru Remzi Efendi ve çaylak yardımcısı Seyit Efendi, cinayetin sırrını çözmek için görevlendirilir. Soruşturma, İstanbul’un karanlık sokaklarından İtalya’ya uzanan bir yolculuğa dönüşür.
Gürpınar, mizahi ve realist üslubuyla dönemin toplumsal sorunlarını, batıl inançlarını ve adalet sistemini eleştirirken, polisiye kurgusuyla okuru sürükleyici bir maceraya davet eder.
Nispeten gülünç bir hikayeyle başlayıp sonraki sayfalarda merak uyandırmaya devam eden başarılı bir polisiye öykü. Cinayeti çözmeye uğraşırken okura 1920'lerin İstanbul'unda ufak bir gezinti de sağlıyor. Yalnız son sayfalardaki mektup kısmı bana pek uzun geldi. Mektup adeta bir otobiyografiye dönmüş ve olayın böylece çözümlenmesi de biraz "eh" dedirtti. Yine de olay örgüsünü beğendiğim, kendini okutturan bir kitaptı. Bir de tabii kitabın yeniden düzenlenmesi, bazı dönem jargonunun notlarla açıklanması iyi olmuş.
This entire review has been hidden because of spoilers.
“Fakat en asil cinayet, aşk mecrasından akandır." "Of, işte bunu hiç anlamam. Cinayette asalet olur mu? Ver bana para cüzdanını yoksa seni öldürürüm. Bunu anlarım. Fakat aç bana gönlünün kapısını yoksa onu kurşunla, hançerle delerek içeri girerim. Bunda asalet değil, zerre kadar mantık bile yok. Silahınızla fethettiğiniz bir gönül, aşkınız için bir yuva olamaz."
Osmanlı polisiyesi beni çok eğlendiriyor. Dna yok bir şey yok. O onu demiş, bu bunu demiş, X'i Y ile şurda görmüşler. İşin içinden çık çıkabilirsen... Gulyabani ve Cadı'dan daha iyi kurgulanmış bir hikâye ve kesinlikle daha akıcı. Günümüz Türkçesi de şahane olmuş tabii. Uyarlayanın ellerine sağlık. Dipnotlar vs. çok yerinde. Bu seriyi okurken yeni yeni şeyler öğreniyorum.
Osmanlı zamanında yazılmış bir polisiye. Eski Türkçe ile polisiye okumak isterseniz gerçekten çok güzel. Bir yandan felsefe bir yandan olay örgüsü... Gerçekten nefis bir kitaptı. Türk edebiyatı sevenlere öneririm.
sherlock hikayelerinden çok daha zekice yazılmış. bunun yanında hikaye tek bir kahramanı ön plana çıkarmak yerine bir çok kahramana eşit derecede önem veriyor. yazıldığı dönem için betimleyici bir kaynak olmasının yanında şok edici düzeyde keyifli bir dili var.
Yaaaani. İyiydi ama inanılmaz da değildi. Son kısımları biraz sıktı halbuki ilk başta oldukça çekmişti. Keşke ahlak dersleri biraz daha az olsaydı yani tamam anladık.
"Biz sanatça o kadar ilkeliz ki birçok yönden büyüklerimizi çocuklarımızdan zihniyetçe ayırmak mümkün olmaz. Vara güleriz, yoğa güleriz. İşte onun için bizde mizah gazetesi çıkarmak Yenicami mektubu yazmak kadar kolaydır. Çocuk avutur gibi 'cee' deseniz okuyucuları kahkahadan bayıltırsınız. Güldürmenin bizde sanatla, fenle hiçbir ilişkisi olmadığı için en kaba, en ümmi adamlara komiklik payesi veririz. En kaba sözleri tuhaflık sanırız. Saf adamların bir kere gülme damarları sarsıldı mı artık ağlanacak sözlere gülerler." (s. 162-163)
Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın mizahı diliyle başlayan kitabımızda bir sarhoşun düştüğü kuyuda lahana sanarak eline aldığı ve sonucunda aslında bunun kesik bir baş olduğunu ortaya çıktıktan sonra iki polisimizin bu cinayeti nasıl çözdüğünü okuyoruz. Gürpınar, bu cinayet çözülürken sadece olaya odaklanmakla kalmıyor, toplumsal konulara da değiniyor. Kitabın konusu, aktarımı, değindiği diğer tüm konularla çok çok beğendiğim bir yapıt oldu.
Alışılagelmişim dışında bir HRG romanı. Hüseyin Rahmi’nin Polisiye türünde de ne kadar başarılı olduğunu görüyoruz. Cinayet bana arkasında barındırdığı felsefe ile de suç ve cezayı anımsattı. Hüseyin Rahmi okumak büyük bir zevk. Üretken bir yazar olduğu için şanslıyız.