İnsan nasıl hatırlar ki? Neyi hatırlar? Anılar ve olanlar nerede birikip saklarlar kendilerini de sonra istendiği zaman çıkıp çıkıp gelirler saklandıkları yerden? Geçmiş denen ve artık olmayan şey, ne olur da hâlâ var gibi davranıp aldatır bizi? İnsan her şeyi unutursa geçmiş de yok olup gider mi yoksa oralarda bir yerlerde onu hatırlamamız için bizi mi bekler?
Uzak bir adada başlayan unutma hastalığı, herkesi yavaş yavaş içine çeker. Kendilerine özgü tuhaf âdetlerle yaşayıp giden adalılar; geçmişi, yüzleri, isimleri, eşyayı, yürümeyi, zamanı ve en son da konuşmayı unuturlar. Durumdan haberdar olan devlet, adalıları eski hâline getirmesi için bir dilbilimciyi görevlendirir.
İlk romanıyla Attila İlhan İlk Roman Ödülü’nü kazanan Anıl Can Uğuz, bu kitapta bellek ve dil konularını ele alarak tersten bir evrim sürecini anlatıyor.
Söz ve yazının keskin karşıtlığını büyülü bir gerçeklikle aktaran Unutmanın İcadı’nı asla unutamayacaksınız! Çünkü unutmak, hatırlamanın ilk şartıdır.
“Unutmanın İcadı: Belleğin Hapishanesinde Bir Yaratılışın Yok Oluşu”
“Ne çıkar sönükse hayatınız / Tasaların altında / Gizli bir sevinç var mı / Siz ona bakınız.”*
Behçet Necatigil’in* bu dizeleriyle açılış yapıyoruz çünkü Anıl Can Uğuz’un “Unutmanın İcadı” adlı romanı, bizi hayata dair sönükleşen ama yine de içinde gizil bir umut barındıran tuhaf ve tekinsiz bir yolculuğa davet ediyor. Behçet Necatigil’in mısralarından esinlenerek, unutuşun karanlık bir tarafı olduğu kadar, hafızanın dipsiz kuyularında saklı kalmış umut kırıntılarına ulaşmanın da mümkün olduğunu hatırlıyoruz. Uğuz’un eseri, unutuşu ve hatırlamayı bir varoluş mücadelesi olarak ele alırken, dilin insan ruhunu nasıl bir hapishaneye dönüştürdüğünü çarpıcı bir şekilde gözler önüne seriyor. -
This entire review has been hidden because of spoilers.