“Herkes hikâyesini en başından anlatmalı, yoksa anlaşılmaz.” Beş yaşında bir çocuk günün birinde Karılar Tekkesi’ne emanet edilir. Sorun şu ki çocuk erkektir. Ancak hikâye bununla başlamaz. Öncesi vardır: bitik bir imparatorluk, işgal, savaş, gezginler, erotik maceralar, kabadayılar, mezarlık, ölüler, diriler, tekke karıları, eli kulağında Cumhuriyet... Tekkeleri kapatılmasın da evsiz kalmasınlar diye Mustafa Kemal Paşa’yı ikna etmeye çalışan tekke karılarının mücadelesiyle devam eder hikâye. Ancak böyle bitmez. Devamı vardır: Cumhuriyet, Ankara, Florya, Savarona, Dolmabahçe, sürgüne gönderilen halife, Nişantaşı, Teneke Mahallesi, Arnavutların konağı ve yine Mustafa Kemal Paşa. Yüzyılın sonu gelmez hikâyesini hatıraların gizemli mihmandarından “şimdi” dinlediğimizde bir çırpıda bitecek. Ne de olsa geçmiş bizi gelecekte bekliyor. Şebnem İşigüzel’in kaleminden dünün, bugünün, yüzyılın romanı Memoria.
1973 yılında doğdu. İstanbul Üniversitesi’nde antropoloji okudu. İlk kitabı Hanene Ay Doğacak 1993 yılında yayımlandı. Aynı yıl Yunus Nadi Öykü Ödülü’ne değer bulundu. Sonra sırasıyla Öykümü Kim Anlatacak (öykü, 1994), Eski Dostum Kertenkele (roman, 1996), ağırlıklı olarak Radikal İki’de yayımlanan yazılarını topladığı Neşeli Kadınlar Arasında (deneme, 2000), Sarmaşık (roman, 2002), Çöplük (roman, 2004), Resmigeçit (roman, 2008), Kirpiklerimin Gölgesi (roman, 2010), Venüs (roman, 2013) ve Ağaçtaki Kız (roman, 2016) kitapları yayımlandı. 2016 yılında İletişim Yayınları tarafından yayımlanan Gözyaşı Konağı, Ada, 1876 adlı romanıyla Duygu Asena Roman Ödülü’nün sahibi oldu. Çocuklar için Annem, Kargalar ve Ben’i (2011) yazdı. Hayatını yazarak sürdüren Şebnem İşigüzel, Tamar ile Ararat’ın annesidir.
Yazar, bu romanı ile 2024 Yılı TGC Sedat Simavi Edebiyat Ödülünü kazandı. Yaklaşık 1000 sayfalık bir kitap. Kendisi bir ropörtajıda, 1400 sayfalık eseri, sayfa düzenlemeleri ile 1000 sayfaya indirebildiklerini ifade etmiş.
Benim için 1400 sayfalık hayal kırıklığı. Bir romanın tamamen kurgu olduğu gerçeğini yadsımadan, metin içine aktarılan tarihi olgu veya olayların, yazarın gerçek düşüncelerinden oluştuğunu da kimse reddedemez. Atatürk ile, Cumhuriyet ile sorunu olduğu, kavgalı olduğu açık olan yazarın bu metninin ödül alması ve birçok mecrada övgü ile söz edilip, metnin bu yönünden hiç bahsedilmemesi beni ziyadesi ile şaşırttı ve üzdü.
Kitabı bitirmek ve en azından pozitif bir yön bulmak için çok uğraştım.
Kitabın ilk sayfalarında, yeni kurulan cumhuriyete ve Atatürk’e karşı sözleri, cumhuriyetin ilk yıllarındaki toplumsal tepkilerin bir ifadesi olarak algılamıştım. Ancak takip eden sayfalarda, artarak ve hatta şiddeti de artarak ifade edilen karşıt düşünceler, karşıtlığı aşarak düşmanlığa dönüşmeye başlayınca, kitabın ilk 200 sayfasını yeniden ve farklı bir gözle inceleme gereği duydum. Kurulan cümlelerde ifade edilenlere bakılınca -içerdikleri bilgi olsa da, dedikodu olsa da, ki benim için dedikodudan ileri değil- Atatürk ve cumhuriyet karşıtı bir metin olduğunu anlamamak imkansızdı. Atatürk’ten sürekli ‘Atatürkçüğüm’ şeklinde aşağılama vurgusuyla bahsedilmesinin yanısıra, karakteri ve -yapıldığı iddia edilen- bazı hareketleri kabul edilemeyecek iftiralar içeren cümlelerle anlatılmış.
Ayrıca, Yahudiler, Ermeni olayları, Osmanlı hanedanları ve kurtuluş ve kurtuluş dönemi (Sabiha Gökçen ve Enver Paşa gibi) aktörleri ve ortamı hakkındaki aşağılayıcı ve/veya alçaltıcı ifadeler de rahatsızlık verici. Her şeyden bahsetmeye çalışırken, karmaşaya dönmüş bir metin. Oysa ki kolektif bilincin oluşmasında önemli katkıları olan edebiyat, postmodern tarihi roman anlayışı ile yazılsa dahi, dayanaktan yoksun olmamalı. Yazarın eserine ekli bir kaynakça da bulunmadığından, bu karşıt görüş, olay ve/veya olguların nereden edinilmiş olduğuna ilişkin bir fikrimiz de oluşamıyor.
Benim dedikodu olarak kabul ettiğim ve etmemiz gerektiğini de içtenlikle düşündüğüm cümlelerin, kitabın potansiyel ağırlığını da ortadan kaldırdığını söylemem gerekir. Bu düşünceler, eğer resmi tarih denilerek yanlışlanmaya çalışılan, yazılı tarihe aykırı ise özellikle dayanaktan yoksun olmamalı. Aksi takdirde dedikodudan ileri gitmeyen ve sadece hedefi karalamaya yarayan çamur atma eyleminden öteye gidemez.
Kitapta patlamayan silahların çokluğu da şaşırtıcı ve gereksiz. İstemleri dışında yolları kesişmiş kadınların hikayeleri hem dışarıdan göründüğü şekliyle ve kendi duygularıyla takip ediyoruz. Ancak bu kahramanlar arasındaki ilişki, aynen bir araya gelişleri gibi yapay. Ve ana hikayeden sapmalar, zaman zaman yolunu kaybetme duygusu uyandırıyor. Hem yeni bir tarih yazma çabası, hem de bazı kişiliklerle hesaplaşmaları veya düşmanlıklar, metne zoraki eklenti gibi hissettiren detaylar ilave edilerek işlenmiş. Başka bir ifade ile dağınık ve geveze bir metin, kötü üslup. İğreti ve rahatsız edici argo kullanımı da cabası. Gereksiz uzun metin ve gereksiz tekrarlar, zaten sarkmış bir metni daha da yorucu hale getiriyor, tutarsızlıkları artırıyor. Ayrıca, anakronizme düşmekten de kurtulamamış bir metin.
Benzer konuları içeren ve benzer dönemleri anlatan Defne Suman’ın Çember Apartmanı ve Başak Baysallı’nın Fresco Apartmanı başlıklı eserleri çok daha başarılı ve ben de çok daha keyif alarak okudum.
Düşmanlık ve dedikodu demekle ne demek istediğimi örnekle anlatabilmek için sadece iki konuda alıntı yapmak istiyorum.
Birincisi Atatürk hakkında.
Kitabın 134’üncü sayfasında; “…"Çapa Öğretmen Okulundan gelen genç kızlar. İçlerinden birisi. Evet, o, Nebile” O gün duyduğum şeyin esasında ne olduğunu yıllar sonra anladım: Gazi Mustafa Kemal o gün bir genç kızı evlat edinmişti. Bu kız ziyaretine gelenler arasından olmalıydı. Kapı açıldı. Sözü edilen genç kız içeriden fırladı. Arkadaşlarıyla sarıldılar. Ağlaşır gibi oldular. Anlayamadım. Bekleyen kızlar, evlatlık alınanı orada bırakmaktan dolayı hüzünlüydüler. İçeriden çıkan kız da çok güzeldi, ha! Maviş, sarışın bir şeydi. Nebile adındaki bu yeni kız evlatlığın arkasından elinde boş tepsiyle, usak çıktı. Alo, diyen kadının gözünün içine bakıyordu. Kadın, başıyla işaret etti. Uşak onun işaretine aynı tavırla karşılık verdi….” cümleleri yer alıyor.
Kitabın 205’inci sayfasında ise şöyle bir bölüm var; “… Atatürk sedire bağdaş kurmuş, oturmuştu. Amerikalı gazeteci, yazar mı demeliyim yoksa, bağdaşı beceremezken bizimkisi anasından öyle doğmuş gibiydi, hey maşallah! Güneşte yanmıştı. Keten, çok şık spor bir kostüm giymişti. Sarı saçlarının bir tutamı alnına dökülmüştü ve çok neşeliydi. Gittik, elini öptük. Daha doğrusu, biz onu görmeye çalışırken o, Yahudi'yi merak etmişti. Sarışın mavişleri oldum olası severdi. Öyle duyardık yani. Herkese yaptığı gibi, bizi de sorgu suale çekti. Daha çok Yahudi’yi….”.
İkincisi Zübeyde hanım hakkında.
En iç acıtıcı olan da; bu 208’inci sayfadaki ifadeler. İnsanın biraz utanması olması lazım. “…Atatürkçüğüm uzun değil ama yorgun geçmiş bir ömrün sonundaydı ve daha çok gençti bana kalırsa... Üstüne üstlük, annesiyle yapayalnız bir çocukmuş. Kocası Selanik göçmeni tekke karılarından biri anlatırdı: Annesi ve bu kimsesizmiş. Oradan oraya savrulmuşlar ve pek güçlük çekmişler. Hatta bunu, annesinin eteğinde bir küçük çocuk olarak hatırlarmış tekke karısının Selanikli kocası. Kapı eşiğinde annesinin işinin bitmesini bekleyen, zavallı, yapayalnız bir çocuk. Her bir insanın gerçek hikâyesi bilinse keşke. Anlatılsa…”.
Bunlara benzeyen bir çok üzüntü verici ve gereksiz cümleyi bir kurmaca metin, bir roman adı altında ve bu gerekçeye dayandırarak kayıt altına alma, vurgulama isteğinin nedenini anlayamıyorum. Dahası metnin içerdiği bu ve benzeri ifadeler yazarın; anlatmaya çalıştığı dönemi, tarihi karakterleri ve büyük Türk Devrimini hiç anlamamış olduğunun kanıtı.
Daha söyleyebileceğim çok şey var ama zamanınızı daha fazla boşa harcamak istemiyorum.
Okumaya değmez bir 1400 sayfa. Zaman kaybı. Pişmanlık.
Yazar sanki çok uzun, çok kalın bir kitap olmasını önceliğe almış. Çok kez tekrarlara girmiş bunun için. Emek de verilmiş muhakkak. Aslında kötüydü diyemem ama bu uzatma çabasını hissettiğim için samimiyetini kaybetti benim gözümde. O nedenle 2 yıldız maalesef.
Şebnem Hanım hafıza, anılar üzerine çok düşünmüş bu belli ama cumhuriyetle kavga meselesi epey eskide kaldı artık. Hele elimizde kalmamışken. İdeolojik olarak derdini anlasam da, nereye temas etmek istediğini bilsem de bunu biraz zorlama buldum.
Çok iyi roman. Yani genel anlatımından tutun, dili, hikayeleri, değindiği tarihi olaylar, 100 yıllık Cumhuriyet tarihinin özeti gibi birçok olaya değinen, karakterlerin hikayelerini bu tarihi olaylar çevresinde müthiş şekilde kurgulayan bir roman. Uzun bölümlerine rağmen son derece sürükleyici.
Edebi açıdan başarılı bir roman. Kurgu, zaman ve olaylar içiçe geçmiş. Karmasık bir anlatı olduğu halde yazar herşeyi birbirine basarılı bir şekilde bağlamış, ve adeta bir örümcek ağı örer gibi kurmacaýı oluşturmus. Karakterlerin hemen hepsi kötü, tekinsiz ve güvenilmez. Eğitimsiz , cahil anlatıcıların tarih, edebiyat,sanat , siyaset hakkında bilgi sahibi olup yorum yapmaları bana gerçekçi gelmedi
Her ne kadar kurguyu basarılı bulsam da yazarın karakterler aracılığı ile alaycı bir dille ile aktardığı Cumhuriyet, Atatürk, ve Atatürķ devrimleri karşıtı fikirleri çok rahatsız edici. Üstelik bu konularda aktardığı bilgilerin çoğu gerçeğe bile dayanmıyor.
Kalınlığı gözünüzü korkutmasın, o kadar keyifli okunuyor ki Şebnem İşigüzel in son romanı ..Tarih ve kurgu iç içe geçmiş romanları sevenlere tavsiye ederim. Keyifli okumalar...
Şebnem İşigüzel daha öncelkiromanları gibi akılda kalıcı, duygusu yoğun, yazı dili cezbedici bir eser yaratmış. Başlangıçta ilerlemesi benim açımdan zor olup araya başka kitaplar alsam da yarıdan sonrasını elimden bırakamadım. 100 yıllık bir dönemi dede torun ekseninde size yansıtırken, insanlık denen kavramın en çamurlu en habis hallerine de tanık oluyorsunuz. Zaman zaman başkaldırıl olmadan kabullenişlerle geçen kahramanlarımızı silkelemek gerekir diye düşünsem de acıyı, yokluğu, çaresizliği hissedip ufak heveslerin bile bedellerinin ödetildiği bir gerçeklik karşısında bunun çok da mümkün olamayacağınızı size anlatıyor Memoria. Hayat dediğimiz hatıralardan ibaret değil mi zaten. Çünkü
“İnsan, dünyaya bir hiç olarak başlar. Bir hiç olarak gitmek istemediğinden yaşadıklarını anlatır. Yoksa kimse bilmez. O zaman geldiğiniz gibi gitmiş olursunuz. Bir hiç olarak. Hiçin, piçten farkı yoktur. Birisi babasız, diğeri hikayesiz.”
Şebnem İşigüzel 3 ana karakterin ağzından hafızalarında kalan anıları dönemlerinin özelliklerini, yokluğun kimsesizliğin hissettirdiklerini doğru yada yanlış olmasına bakılmadan çabalanan çıkış yollarını olay ve karakter zenginliği ile öylesine güzel anlatmış ki kitabın bitmesini istemedim.