“Evimiz orada, o kavaklı şehirdeydi, sonra İstanbul’a geldik, çünkü başka İstanbul yoktu. İstanbul yuvamız oldu ama aslında hep yuvasızdık. Sirkeci’deki iş hanının tepesinde iki göz odamız oldu, kuş yuvası gibi ama insan yuvası olacak yer değil. Dört çocuklu bir aile için hiç değil. Taşı toprağı altın diye İstanbul’a çalışmaya, yeni bir hayat kurmaya gelenlerden farklıydı halimiz. Bizim dönecek yerimiz yoktu, biletimiz tek yöndü.”
Rober Koptaş, 20. yüzyılın büyük olaylarının gölgesinde bir ailenin dünyasını anlatıyor. Anadolu’daki meçhul bir şehirde başlayıp İstanbul’a varan hikâyede, zamanın durmadan dönen çarkları arasında öğütülen insancıkları izliyoruz. Onların her biri, önceki kuşaklardan miras yükleri ardında bırakmak, alınlarına yazılı kaderden kaçmak için çabalıyor. Peki bunu başarabilecekler mi?
Kabuk bağlamış sırlar, anlatılanlar ve anlatılmayanlar, insanı gölgesi gibi takip eden sızılar... Unufak, sadece bir ailenin değil, insana dair tüm duyguların da hikâyesi...
Rober Koptaş, 1915’in ardında bıraktığı acıları ve bu acıların kuşaklar boyunca nasıl aktığını, nasıl gündelik hayatlara sızdığını çok dozunda, çok dengeli bir şekilde anlatıyor romanında. Ne ajitasyona kayıyor ne de yüzeyselleşiyor, hikâyeyi taşıyan karakterler de bu yükün ağırlığını okura hissettiriyor. Anlatıcıların değiştiği bölümlerde dil ve anlatımın da farklılaşmasını isterdim açıkçası, böylece parçalı yapı daha da güçlü bir etki bırakabilirdi ama bu da “ilk romanın” affedilir kusuru bence.
çok iyi bir ilk roman. yayın dünyasına yıllarca emek vermiş olmak yetmez; iyi bir hikaye anlatıcısının ve eşliğinde iyi bir editoryal ekibin işi belli. biraz biberyan okumak gibiydi, esinlenmesi çok da doğal zaten yazarın. elimden bırakamadım bir solukta bitti. kurtuluştaki balkonumda son bölümü okurken sokağımdan geçtiniz, seslenmek absürt olurdu o yüzden buradan yazayım: iyi ki yazmışsınız bu romanı! Anadolu’dan bir umut çıkmış ya da çıkamayıp kalabalık olana bir şekilde karışmış milyonlarca insana ses olmak çok kıymetli. iç dünyamızdaki binbir kırık aynaya yansıtılan küçücük bir ışık kocaman bir yeri aydınlatabiliyor.
Koptaş'ın adını gezi zamanlarında duymuşumdur gibime geliyor. Asıl Notos'un Biberyan'la ilgili sayısında Karıncaların Günbatımı romanını ayrıntılı okuyuşunu beğenmiştim. Benden çok daha derinlikli okumuştu. Unufak'tan tesadüfen haberim oldu, X'te okumadığım bir söyleşisine denk geldim. Entel sorumluluğumla aldım. Aslında son yıllarda cumhuriyet döneminde Ermeniler özel meraklarımdan olsa da, artık çok da farklı bir bilgiye ulaşamayacağımı düşündüğüm için, hemen de okuyacağm bir kitap olmayacaktı. Derken bu konuları özelden yazıştığım bir arkadaşımın İstanbul'a ziyaretini haber alınca hemen okuyayım da ona veririm dedim. Ona nasip olmadı, herhalde bizim okulun kütüphanesi memnuniyetle dağarcığına kabul eder.
Şimdi, bu roman 90'larda çıkmış olsa, çok daha ses getirebilirdi gibime geliyor. O yıllarda Türkiye biraz daha kendini keşfetme yıllarındaydı çünkü. Biz eskiden kim kimdir bilmezdik, merak da etmezdik diyenlerin bu açılımlara hafiften eleştirel yaklaştıkları zamanlardı. Ama aslında o zamanlar bile bir dar pazar söz konusuydu. Mehmet Yaşın'ın 1996'daki kitap imzaladığı gün çok güzel bir konuşma yapmıştım titreyen genç sesimle. Ülkede Rum kalmamış, en büyük grup Ermenilerin sayısı 100 bini geçmiyor bu kitapları kim ne diye okuyacak filan demiştim. Şimdi de biraz öyle düşündüm. Zaten bu konulara benim gibi ilgili olanlar (ki çok azız) bu romanda anlatılanları yadırgamadan rahatlıkla anlayacaklar ve de üzülecekler de niye bu kadar az kalmış ve burada ya da dünyanın başka bir yerinde karma evliliklerle silinecek insanları hâlâ koruyamıyoruz diye. Ermenileri zengin ve seçkin bir azınlık grubu sanan, yani durumdan hiç haberdar olmayan birileri okusa belki şaşırırdı ama onlar da okumayacak. Bu durumda işte ilerde tarih ya da toplumbilim araştırması yapanların alıntıladığı bir yapıt olacak sanki.
Acaba böyle şeyler yazıyor olmam bendeki hangi direnç noktalarının hareketlendiğinin göstergesi? Zaten Ermenilerle ilişkilerimizin ya da Ermeni tahayyülümüzün biraz kendimizi anlamamıza yardımcı olacak en büyük sınavlarımızdan olduğunu düşünüyorum. Romana gelecek olursak, çocukların askeri bölgede gece kiliseye girme sahneleri bence en ilginç sahne. Anlatılan olaylar büyük olasılıkla yaşanmış şeyler. Biz burada 1950'li 60'lı yıllarda İstanbul'a tutunmaya çalışan yoksul Ermenileri okuyoruz. Okur bunları Latife Tekin'den okuduysa bunları o kadar ilginç bulmayabilir, a demek Hristiyan Ermeniler bile bu kadar tutucu ve kadına karşı baskıcıymış diyebilir ama acaba artık 2000'lere gelindiğinde kentli Ermeni aileler daha açık görüşlü olmamış mıdır, şimdi onların yaşadıklarını yaşayan başkaları da var, büyük kentlere Anadolu'dan göçen, ne zaman bu değişim bitecek diye merak etmedim değil. Sonra da bittiğinde ben çoktan ölmüş olurum dedim, daha büyük başka göç dalgaları ortalığı alt üst etmezse ben ölmeden. Biraz da Kürt edebiyatı okumalı ki ne tür önyargılarım depreşecek bir bakmalı.
bize bir aile hikayesi yaratmış rober koptaş. yaşanan derin acının ardında kalanları anlatmış. ufacık dokunmuş, acıyla yoğurmamış kitabını. bu açıdan oldukça kıymetli bence. bir ailenin göç sonrası neler yaşadığını, nasıl darmadağın olduğunu aktarmış. aslında meselesi geride kalan insanlar, kadınlar, çocuklar… meselesi acıdan sonrası. işte bu büyük acıları anlatabilmek için artık yeni bir dil geliştirmemiz gerekiyor. çünkü o eski dil, ötekileştirene ulaşmıyor bence ve yenileyip edebiyatla iyileştirmek gerek belki de… unufak’ın, bu yüzden özel bir roman olduğunu düşünüyorum.
farklı farklı anlatıcılar var romanda. farklı bakışlar… en çok kadın karakterlerin anlatılış şeklini sevdim ben. çünkü saklanmadan, sindirilmeden o aile ve toplum baskısına rağmen oldukça cesur bir şekilde varolmuş karakterler bunlar… özellikle de maro. dimdik duruyor karşımızda.
bazı uzun detaylar metinden uzaklaşmama sebep olsa da meselesini bize çok naif bir şekilde yılmadan, yorulmadan anlatan rober koptaş’ı dinlemek onu tanımak bir harika.