Oysa bizim en önemli sorunlarımızdan biri zaman dahil bazı şeyleri asla unutamayıp sürekli hatırlamamızdı belki de; öyle ki, unutulan çoğu şeyin genellikle hayatımızın en iyi anları olduğunun farkına yine sürekli ilerlermiş gibi yapan bu zaman yüzünden bir türlü varamıyor da olabilirdik. Bulunduğum yerden istasyon ana binasının içinde oluşan tuhaf ışık oyunlarına, mermer nişlere, kemerli pencerelere ve çok başka bir anlayışa ait olduğu ortada olan sembollere baktığımda aklıma ister istemez kutsal bir yerde olduğum fikri geliyordu. Sanırım buradayken bu histen kaçmanın kolay bir yolu yoktu.
Den Haag’daki Alberto Manguel söyleşisine gitmek için hazırlanan Otto’nun zihni giderek farklı meselelere takılır; okuduğu metinler, çektiği fotoğraflar, denizci babasının mektupları ve eşi Esther’in söylemleri üzerinden hayata dair yeni sorgulamaların önü açılır. Zamanın Dalgaları, farklı tarihsel aralıklarda sıçrayan, anlatıcının bilincinin bütün çıplaklığıyla dışarı vurduğu, kurmacayla kurmaca dışı arasındaki sınırları açıkça ihlal eden bir metin. Hasan Türksel, Zamanın Dalgaları’nda A. Manguel’in, J.L. Borges’in, W.G. Sebald’in yolundan gidiyor ve okura çok katmanlı bir anlatı sunuyor.
Adı, anlatmayı vadettikleri, kapağı, kahramanları ve anlatının ağırlıklı geçtiği konumuyla ilk gördüğüm anda dikkatimi çeken bir kitap oldu. Yazarın daha ilk romanında yaptığı tercihleri, kuracağı referansları epey düşündürecek bir okuma müjdeliyordu. Edebiyatta keşif yapmayı seven bir okur olarak, Kuzey Denizi kıyılarına bizden birinin yardımıyla açılmakta -fiziken de kulaçlamış olmanın verdiği rahatlıkla- mahsur görmedim. En kötü ihtimalle fazlasıyla bulanık olan bu sulardan hızlıca çıkar yoluma kaldığım yerden devam ederim diye düşündüm. Neyse ki böyle bir durumda kalmadım, anlatının içinde memnuniyetle kaldım.
Yılın başında okuduğum Paul Auster’ın “Yanılsamalar Kitabı”, François-René de Chateaubriand’ın “İnsanın bir tek ve hep aynı yaşamı yoktur. Peş peşe eklenen birçok yaşamı vardır ve çektiği acıların nedeni de budur.” epigrafı ile açılıyordu. Zamanın Dalgaları da sanki bu alıntıya paralel bir izlek tutturacağını duyuruyordu. Başlı başına bu uyum bile seçimimin isabetli olacağını işaret ediyordu.
Kitabın henüz başında adları geçen Borges ve Manguel, kişisel açıdan ilgimi çeken bir ikili oldu her zaman, bazı yapıtlarını da okudum, Otto’nunki kadar uzak hissetmiyordum kendimi. Sebald’ı ise, müttefiklerin savaşın sonu gelmesine ve zaferin kesinliğine rağmen Almanya’yı ve özellikle de sivillerin yoğun olduğu yerleri insafsızca bombalamasının etkilerini anlattığı, kazananların yazdığı tarihi tersyüz eden kitabıyla hatırlıyordum. Bu romanla birlikte kurmaca ve kurgu dışı daha fazla okumam gerektiğini anladım.
Fotoğrafların ve ardındaki gerçeklerin önemli yer tuttuğu romanda, zamanla çekim makineleri ve tekniklerinin gelişimi, doğanın ve yapıların seneler içerisindeki değişimi hikaye ediliyor. Fotografik yapıya koşut olarak bazı ilginç görselleri içeren anlatım biçimini, göstermediği yerleriyse kısa ve net betimlemelerle destekliyor. Hollanda’da geçen ana hikaye ressamlara ve resimlere hakkettiği gibi özel bir parantez açıyor, kimi çok sevilen kimi az bilinen sanat tarihine damga vurmuş önemli tabloları ve çağrışımları, metinlerarası ilişkileri kullanarak anlatıyı farklı kulvarlara taşıyor. Çoğunlukla anılan ülkede geçmekle birlikte zamanın çeşitli dilimlerinde farklı kıta ve memleketlere de götüren bir yolculuğa çıkarıyor. Aidiyet, göç, kimlik, kültür, yabancılık ve yalnızlık gibi kavramlar karakterlerin dilleri ve ömürlerinde önemli bir yer tutuyor. Bulundukları ortama ve yaşadıkları zamana göre değişiklik gösterse de hiç peşlerini bırakmayan olgular olarak hep yanlarında taşınıyor.
Romanın bir yerinde Otto’nun bilincinden akan “Birbirlerinden çok farklı olsalar da Kraus da tıpkı Sebald gibi yazılarında biyografi, otobiyografi, kurgu, eleştiri gibi farklı yazı türlerini bir araya getiren bir alaşım yaratmaktan hoşlanan bir yazardı, öyle ki, an gelip elinizde tuttuğunuz eserin hangi tür bir kitap olduğu konusunda şüpheye kapılabiliyordunuz. Açıkçası benim hoşuma giden kitaplar da bunlardı zaten.” cümlelerinin, yazarın edebiyata yaklaşımını, tarzını ve bu kitabın niteliğini en iyi yansıtan ifadeler olarak değerlendirilmesi gerekiyor.
Günümüzün çok kültürlü ve çok yönlü dünyasında sanatın ve sanatçıların yaratım aşamalarını, hikayesinin bileşimine ilk romanında olmasına rağmen ustalıkla serpiştiren yazarın, güncel meseleleri dertlenen, insanlığın gerilediği çağımıza ilişkin çarpıcı tespitlerini de içeren, biçimsel açıdan da yenilikçi metni farklı okumalara ve yorumlara açık bir roman olarak uzun bir süre zihnimi meşgul edeceğe benziyor.
Hollanda’da yaşamını sürdüren çevirmen Hasan Türksel’in ilk kitabı oldukça başarılı. Otobiyografik öğeler taşıdığını düşündüğüm bu roman, içine ustaca yerleştirilen denemeler ile ilginç bir kurguya sahip. Roman kahramanı Otto, zamanda seğirtmeler yaparak anne, baba, eş gibi hayatındaki kişileri romanına konuk ediyor. W. G. Sebald hayranı bir yazar ne yazarsa okurum, bu kitapta Sebald’la karşılaşmam ayrı bir keyif kattı okumama. Artık ikimci kitabını bekleyeceğiz, tıpkı Amağan Ekici’yi beklediğimiz gibi.
Geçmiş sadece hatırlanır mı, yoksa her seferinde yeniden mi inşa ederiz?
Zamanın Dalgaları, düz çizgide ilerlemeyen bir hatırlayış biçimi. Mektupların içinde, yürüyüşün kıyısında ya da ansızın beliren çocukluk anılarında zaman kırılıyor. Otto’nun zihni yalnızca kendi geçmişine değil, yarım kalmış cümlelere, söylenmemiş duygulara da dokunuyor. Onun iç dünyasında gezinirken, aslında kendi belleğimizde de sessizce dolaşıyoruz.
Roman, farklı seslerin ve eksik kalmış anlatıların ördüğü çok katmanlı bir bellek haritası. Otto’nun annesi Lilly’nin evliliğini geride bırakışı, Melanie’nin geçmişe dönüşü, Otto’nun babasının mektuplarına sinmiş ama dile gelmemiş duygular, anlatının derinlerinde yankılanıyor. Geçmiş yalnızca hatırlanmıyor, yeniden kuruluyor.
Sebalt’ın izinden yürüyen Otto, mekanla anıyı, yazıyla kaybı birbirine örerken, bizi de zamanın dağınık yapısıyla yüzleştiriyor. Bu iç yolculukta, mekanlar kadar kitaplar da ona eşlik ediyor. Satır aralarında Sebalt’in gölgesi dolaşıyor, bazen bir edebi metin, geçmişin unutulmuş kapısını aralıyor.
Zamanın Dalgaları, sadece geçmişe değil, edebiyata da bir bakış sunuyor. Hafızanın ne kadar edebi, edebiyatın ne kadar kişisel olabileceğini düşündürüyor. Belki de bu yüzden roman sona erdiğinde geriye hikayeden çok içine yerleşen bir his kalıyor, sessizlik, eksiklik belki de bize ait kırık bir parça.
“Zamanın Dalgaları”nı ilk defa instagramda görmüş ve Hasan Türksel’in Hollanda’da yaşadığını öğrenince de ilgimi çekmişti.
Hikaye, ana kahramanı Otto’nun Lahey’deki Alberto Manguel sergisine gitmesi ile başlıyor. Sonrasında da Sebald’ın, Borges’in izinden giderek zaman ve hatıra konularını sorgulamamızı sağlıyor. Otto’nun annesi Lilly’nin gençlik aşkının peşinden Yunanistan’a gitmesi, babanın denize aşkı hem çok gerçek hem de çok kalp kırıcıydı. Baba, kitabın ilk yarısında biraz muamma iken ikici yarısında kendisini daha yakından tanıyoruz ve hikaye bir şekilde tamamlanmış oluyor, karakterler için yarım kalmış olsa da.
Kitabın konusundan bağımsız, görene kadar hakkında hiçbir fikrim olmayan ama görür görmez aşık olduğum Vermeer’in Delft Manzarası’nın Proust’un favori resmi olduğunu sonradan öğrenince bu ortak beğeni çok hoşuma gitmişti. James Joyce’un da favorisiymiş, bu kitapta da onu öğrendim, ona da çok mutlu oldum ☺️
Hasan Türksel’in ilk romanı olan Zamanın Dalgaları’nı, ben çok beğenerek okudum. Bundan sonra yazdıklarını da takip edeceğim.
Hasan Türksel'in "Zamanın Dalgaları" adlı eseri, bir ilk roman olmanın çok ötesinde, büyük bir sevgi ve kapsamlı bir çalışmanın meyvesi olduğunu ispat edebilen etkileyici bir kitap.
"Zamanın Dalgaları", yazı diliyle kısa bir süre önce tanıştığım Sebald'in izinden, hayranlıkla olduğu aşikâr biçimde, hem kurgusal hem de tarz bakımından ilerlemeyi başaran derin ve anlamlı bir eser.
Türksel de, romanında, Sebald'in eserlerine yönelik olarak Otto'ya söylettiği gibi, "ne imgenin metni içine aldığı, ne de metnin imgeyi tam olarak açıklayabildiği", farklı hayatlar, ânlar ve mekânlarla örülü bir eser inşa ederek, hem yazı, hem fotoğraf, hem de muazzam sanat eserleriyle (bknz. görseller) okurun beklenmedik ve öznel bir bütüne ulaşmasını mümkün kılıyor.
"Susan Sontag 'Bir resim çekmek, fotoğrafını çekmeye değer görülen şeyle suç ortaklığına girmektir.' dese de onu neden fotoğraflamak istediğimi, çektiğim fotoğrafların pek çoğunda olduğu gibi, henüz ben de bilmiyordum."
Yazar, anlatı bakımından benimsediği bu tutumla, kitabın kendine özel ve yazarına açık olan anlamının ötesinde, okurun istemsizce inşa edeceği bir anlama ulaşmasını sağlayarak algısal yorum ve seçimlerini irdelemesine yardım ediyor.
Bugünle geçmiş zaman arasında dolaşırken, dostluk, yuva, aidiyet, çocukluk ve hepsinden iz ve yaraları okuruna aktarabilen eser, okurun da kendi yaralarının ayırdına varmasını mümkün kılacak bir hüznü resmediyor. Türksel, bir bakıma, bazı anıların "yalnızca bir anı değil, tersine tüm anıların üzerini kaplayan geniş bir gölge" olduğunu fark ettiriyor.
"Zamanın Dalgaları"ndan haberdar olmama giden yolun ne kadar tesadüfi olduğunu dikkate alınca, hayatın, duyusal (gördüğümüz/işittiğimiz/vs.) ân parçacıkları gibi halkalar ve farklı bağlanma çeşitleriyle açtığı yollar üzerinden ilerlediğini düşünüyor ve bu düşünceyi oluşturan süreç gibi farklı görünen unsurların birleşerek yeni bir anlam kurduğu bu eseri daha da içselleştiriyor ve değerli buluyorum.
Edebiyatımızda çok alışık olmadığımız bir anlatım tarzını yakalayabilmiş bu istisnai romanı, yaşamları boyunca dalgalara karşı yüzmek durumunda kalan ve buna rağmen, ne yüzmekten ne de düşünsel derinliklere dalmaktan çekinmeyen tüm okurlara öneririm.
Çağdaş yerli edebiyatta iyi üretimin olmadığı çok söylenen bir şeyse de, az biraz çaba, bir iki deneme yanılmayla kafi sayıda kalburüstü kitaba ulaşmanın mümkün olduğu düşünüyorum. Zamanın Dalgaları da bu sene için aradan sıyrılması gereken, ileride çıkarıp karıştıracağınız, yeniden okuyacağınız, eşe dosta tavsiye edeceğiniz, en önemlisi de kütüphanenizde durmasından zevk duyacağınız bu kitaplardan... Pek çok yazara, sanatçıya ve sanat yapıtına referans verip Sebald için apaçık bir tribute olsa da, Hasan gibi ülkesinden uzakta yaşayan, müze müze dolaşmaya, metinlerin, mekanların, toplum ve şahısların tarihini deşmeye meraklı Tim Parks'ın işlerini düşürdü benim aklıma. Çok beğendim.
Çok iyi kurgulanmış bir kitapla karşı karşıyayız. Zamanın Dalgaları'nın uzun yıllar süren bir çalışma olduğu açıkça görülüyor. Hasan Türksel, bir yandan W.G.Sebald üzerine yaptığı araştırmasını romanına aktarırken, diğer yandan 'Zaman' meselesinin ne kadar kırılgan olduğunu gösteriyor okurlara. Ayrıca Zamanın Dalgaları'nı, üzerinde çokça emek verilmiş sanat disiplinleri yönünden inceleme imkânı da sunuyor bize. Türk edebiyatında eksik kalan bir yanı tamamlaması ya da başka bir deyişle yeni bir alan açması heyecan verici. Yazar iyi ki böyle bir metni kaleme almış!