A'mâk-ı Hayâl, Şehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmi'nin şâheseridir. Bu vasfı taşıyan her eser gibi A'mâk-ı Hayâl de zamanın yıpratıcı tesirine uğramamış, bilakis zaman geçtikçe daha çok alaka gösterilen, daha çok aranan bir eser olmuştur.
A'mâk-ı Hayal, İslâm'a dayalı olan bakış açısı, Hind ve Çin'den Eski Yunan'a bütün kadim kültürleri kucaklayan kapsamı ve hakikatle mecazı, ironiyi birleştiren üslubuyla benzersiz bir romandır. İnsanın en temel meselesi olan hakikat arayışı bu romanda içinde bulunulan zaman ve mekânın hususiyetleriyle, yaşanan hayatın meseleleriyle bağlantılı olarak anlatılmaktadır. Zihni Batı kültürüyle ifsad edilmiş olan Râci, kendini meczup kıyafeti altında gizleyen bir mürşidle, Aynalı Baba'yla karşılaşır. Böylece onu maddî âlemde tımarhâneye; hayal âleminde ise Hindistan'a, İran'a, Eski Yunan'a, kâinatın sınırına ve ötesine sürükleyecek olan macerası başlar.
A'mâk-ı Hayâl'in elinizdeki baskısında; tefrika edilen, fakat daha sonra gazete sayfalarında unutulan şu dört hayal, ilk defa olarak kitaptaki yerlerine kavuşmaktadır: Âbıhayat, Hüsn ü Hayâl, Ebedî Hayâlet, Sa’y ü Ceza.
Filibe doğumlu olan Ahmed Hilmi bu nedenle Filibeli Ahmed Hilmi olarak anılmıştır. Babasından dolayı da Şehbenderzâde olarak anılmıştır. İlk eğitimini Filibe'nin müftüsünden alan Ahmed Hilmi, daha sonra ailesiyle birlikte İzmir'e taşınmıştır. Eğitimini Galatasaray Lisesi'nde tamamladıktan sonra Düyûn-ı Umûmiyye'de çalışmaya başlamış, Beyrut'a atanmıştır. Siyasi bir mesele nedeniyle Beyrut'tan Mısır'a kaçmış, 1901'de tekrar İstanbul'a dönmüş fakat Fizan'a sürülmüştür. Tasavvufa olan ilgisi büyümüş, özellikle Vahdet-i Vücud (وحدة الوجود) düşüncesine inanmaya başlamıştır. Tasavvufi yönü fikirlerini büyük oranda etkilemiştir. Meşrutiyetin ilanıyla 1908'de İstanbul'a dönmüştür. Burada İttihat-ı İslam adlı bir haftalık gazete çıkarmaya başlamış fakat bu gazete uzun soluklu olmamış ve sonunda başka gazetelerde yazmaya başlamıştır. 1910'da Hikmet isimli bir haftalık gazete yayımlamaya başlamış, yine aynı yıl Hikmet Matbaa-yi İslâmiyesi'ni kurmuştur. İttihat ve Terakki Cemiyeti'ni eleştirmeye başlamıştır. Düşünceleri dönemde cemiyetin karşıtı olan görüşlerle de uyuşmadığı için birçok düşman kazanmıştır. Eleştirilerini ve görüşlerini en çok Hikmet gazetesinde yayımlamış, gazeteyi günlük çıkartmaya başlamıştır. Düşünceleri nedeniyle Hikmet gazetesi matbaası ile birlikte yasaklanıp kapatılmış, kendisi de Bursa'ya sürgüne gönderilmiştir. Fakat daha sonra sürgünden dönünce Hikmet gazetesini tekrar yayımlamaya başlamıştır. Yine de gazetesinin ömrü, yayımladığı fikirleri nedeniyle uzun olmamıştır. Ekim, 1914'te zehirlenerek ölmüştür. Zehirlenmesinin nedeni ve durumu tam olarak bilinememektedir. Masonlukla ve siyonizmle mücadele eden ilk kişilerdendir. Dolayısıyla ısrarla karşı çıktığı ve düşmanı olmuş masonlarca zehirlendiği söylenmektedir. Masonlarca zehirlendiği iddiaları ölümünden bir süre sonra ortaya atılmıştır. Gerçek ölüm nedeni bakır zehirlenmesidir.
İş Kültür’ün Türk Klasikleri serisinde okuduğum 5. kitap çok uzun zamandır merak ettiğim, ama basan yayınevlerine bir türlü güvenemediğim için okumadığım Amak-ı Hayal oldu. Ya da günümüz Türkçesiyle söyleyecek olursak Hayalin Derinlikleri.
Bir yanda tasavvuf, diğer yanda var oluşçu felsefenin kendisi. Bu iki yaklaşım aynı eserde bir araya geliyor.
İş Bankası’nın bu baskısı bir nevi genişletilmiş baskı. Farklı zamanlarda tefrikaya gelen devam kurgularını ve sonrasında bu esere ek olarak gelen yazınları da kapsar nitelikte.
Raci adlı varlığını sorgulayan bir genç ile Aynalı Baba mahlaslı mezarlıklarda ikamet eden (kendisi yaşayan bir insan) bir alimin buluşmasını konu alan eser, Aynalı Baba’nın neyi eşliğinde çıktığı sayısız astral seyahat aracılığıyla fantastik bir hal alıyor. Ben tasavvuf demiş olsam da işin içinde Budizm de var, Zerdüştlük de. Hatta çok tanrılı olan pek inanış da bu seyahatlerin uğrak noktası. Örneğin, Roma mitolojisi bunlardan biri. Jüpiter ve diğer tanrıları görmek oldukça ilginç bir deneyimdi.
Raci kimi zaman da seyahatlerinde bir insan değil, hayvan olabiliyor. Bu da bir diğer ilginç nokta.
Böyle bir eseri eleştirmek bana düşmez. Ben sadece şahsi açıdan kafamı kurcalayan bir noktaya değinmek istiyorum.
Raci ister insan olsun, ister hayvan her defasında toplumun önde gelenlerinden birinin ya da direkt kralının oğlu olarak o coğrafyada yer alıyor. Varlığın sorgulandığı bir eserde bunu yadırgadım doğrusu.
Eserin ek kısmında Aynalı Baba’nın kendi notlarını Raci’nin bize aktarışı yer alıyor ki bu noktada eser beni sıkmaya başladı. Belki modum o an bunun için uygun değildi, ancak Raci’nin astral seyahatleri ve sorulan sorularla aranılan cevaplardan sonra daha ders verir nitelikte bu yazılar ve öyküler bütünü beni kitaptan uzaklaştırdı.
Genele baktığımdaysa benim açımdan gerçekten ilginç bir deneyim, ciddi bir emeği okumak oldu. Tekrar ediyorum, bir tasavvuf eserinin bunca kültürüne dokunup onları da “dışlamadan” ya da “hor görmeden” aynı büyük sorunun bir parçası ve hatta cevabı yapmasından etkilendim.
İş Bankası’nın bu serisinde beni en heyecanlandıran ikinci eserdi Amak-ı Hayal. Verilen emeği takdir etmemek ne mümkün.
Bir kitap düşünün. Tasavvuf edebiyatından sayılsa bile fantastik ögeler içersin, sizi hem eğlendirip hem düşündürsün. A’mak-ı Hayal böyle bir kitap işte.
Dindar ve çok iyi kalpli bir annenin eksiksiz özeniyle yetişen Raci’nin içinde, sökülmez bir din duygusu ve sarsılmaz bir ahlaki duyarlılık boy göstermiştir. Çoğu kişinin yaptığı gibi üniversite bitiminde kitaplarını bir kenara bırakmayarak okumaya, yeni şeyler öğrenmeye ve araştırmaya devam etmiştir. Ve böylece, hemen her şeyde bir fikir sahibi olacak seviyeye kadar gelmiştir.
Bütün bu bilgi yığınının altında, bir gün kendisini analiz ettiğinde büyük bir şok geçirmiş, tuhaf bir bileşime döndüğünü hissetmiştir. Küfür ile imandan, ikrar ile inkardan, doğrulama ile kuşkudan oluşan garip bir varlık olduğunu ifade etmektedir. Aklıyla inkar ettiğini kalple kabul ediyor, olaylara sürekli kuşku içinde yaklaşıyorken kendini çok rahatsız hissetmeye başlamıştır.
Bir gün, dermanını aramaktan ümidini kestiği anlarda, evlerinin önündeki mezarlıkta ellili yaşlarında, başında yeşil bir takke olan ve üzerine kırk-elli kadar ayna parçası yapıştırmış bir adamla karşılaşır. Karşısındakine ismini sorduğunda,adam gülümseyerek şu cevabı verir: “Bana Aynalı Dede derler.”
Ve bu karşılaşma vesilesi ile olaylar başlar. Beraber mezarlıkta otururlar, birer Türk kahvesi içerler, Aynalı Dede bir gazel okuyarak ney çalmaya başlar ve Raci hayatını değiştirecek olan rüyalar alemine usulca dalar. Kimi zaman Buda ile beraber Hiçlik Tepesi’ne çıkar, kimi zaman devlerle günlerce savaşır. Kimi zaman Berzah Âlemi’nde Pisagor ile konuşur, kimi zamanda tek gözlü bir yaratık olur. Raci uyandığında, karşısında Aynalı Dede’nin gülümseyen yüzünü görür. Aynalı Dede tekrardan bir gazel okuyarak olayları özetler ve böylece bir bölüm bitmiş olur.
İşte bu şekilde Raci, farklı mekanlarda, farklı boyutlarda, farklı şekillerde, farklı kişiliklerle ve farklı olaylarla sorularının cevabını aramaya çalışır. Belki de kendi sorularınızın da cevaplarını bu kitapta bulabilirsiniz. Ben buldum.
"Zira delileri incelemek, belki de, akıllı olduklarını iddia eden kimselerin yaptığı en akıllıca iştir."
"Ey vahdet! Sonsuz deniz! Dalgalanan sensin. Dalgaların çokluğu içinde görünen yine sensin. kendine bin, yüzbin çeşit isim vermişsen de, gökyüzü, felekler, bedendeki ruh yalnız sensin!"
Osmanlı Türkçesinden günümüz Türkçesine çok başarılı bir şekilde aktarılmış bir eser bu. Herkesin hayatının bir evresinde sormaya başladığı varoluşsal sorularla başlayan roman, birçok farklı kültürün felsefi ve dini bilginlerini (Buda, Dalai Lama vb.) de içine alarak vahdet-i vücut, bir olma, varlık ve hiçlik gibi kavramları açıklıyor. Bütün bunları bu anlatışa çok yakışan büyülü gerçekçilik üslubuyla yapıyor. Mutlaka okunması gerekenlerden! http://egecita.com/amak-i-hayal/
Raci okumuş, bir çok spiritüel yaklaşımı denemiş, aynı zamanda pozitif bilimleri de çalışmış ama içinde ruhani bir boşluk hisseden bir gençtir. Allah'ın varlığı, yokluğu, inançlar ve varoluşla ilgili bir çok noktada şüphe duymaktadır. Sorularına cevaplar ararken Aynalı Dede adlı meczup görünüşlü fakat aslında aydınlanmış (ermiş) olan bir kişiyle tanışır. Onunla sohbet ederken rüyaya dalar. Bu rüyalar belli aşamalar şeklinde bir sırayla gitmektedir. Dünyevi zevklerin peşinden gitmenin (tutkuların bırakılması) insanı bir yere getiremeyeceğini öğrenir, örneğin 1. gün (zirve-i hiç rüyası. Buddha'nın peşinden bir tepeye takılır). Başka bir gün, iyilik ve kötülüğün birliğini ve bu dengenin asla değişmeyeceğini kabullenmek gerektiğini öğrenir. (Hürmüz ve Ehrimen'in kavgası). Öğrenir derken tabii burada yeni bir farkındalık, bir içselleştirmeden bahsediyor. Daldığı rüyalar sonucu tasavvufi aşamalara denk gelen bir gelişme göstererek tüm dünya ve kainatla bütünleşir (aydınlanır). Daha doğrusu bütünle zaten "bir bütün" olduğunu anlar. Aynalı Dede her rüyasından sonra yeni uyanmış olan Raci'ye hayaliyle ilgili bir mani okur. Bu da kitaptaki bir diğer vahdet-i vücut vurgusudur. İki karakter ayrı olduklarından bile asla ayrılmazlar, çünkü aynı yolun yolcusudurlar. Bunun dışında romanda Plato ve Sokrat'tan, Zerdüşt, Musa Peygamber ve Buddha'ya kadar birçok tarihi, dini kişilik ve feylesof karakter olarak yer almakta, kendilerince Raci'nin sorunlarına cevaplar vermektedirler. Bu kişiler aslında onun yolculuğunu zenginleştirmekte, doğru "cevaba" yönelmesine yardımcı olmaktadırlar.
Bu bir aydınlanma hikayesi. Varlığın birliği ve varlığın ve yokluğun aynılığı üzerine bir kitap. Yalnız bunlar tasavvuf geleneğinden gelen pratikler günlük yaşamda uygulamanmadan "kavranabilecek" şeyler değil herhalde. Kendinizi bu yönde geliştirmek istiyorsanız okumanız gereken bir kitap. Üzerine düşünülecek noktalar var. Ben okumakla bu işlerin olacağına inanmıyorum ama tabii ki "anda olmak" (dem bu demdir), varlığın birliği ve şöyle yazdığın zaman aslında deli saçması gibi gelen "varlığın yokluk yokluğun var olması" gibi aslında paradoksal görünen kavramlar bir şekilde özümseyebilirsek ("içselleştirerek kavrarsak") kişisel hayatımıza anlam ve mutluluk katabilirler diye düşünüyorum. Bunun için tasavvufla ilgilenmeye, herhangi bir dinle ilgilenmeye gerek yok. Dininiz ne olursa olsun bundan yararlanabilirsiniz.
Türk edebiyatının ilk felsefi ve gerçeküstü romanı. Yazar kitabını hakikat endişesi taşıyan vicdanlara emanet ettiğini söylemiş. Ahmed Hilmi Bey dini ve felsefi görüşlerini ejderhalar, periler, Anka kuşu, krallar, deliler vs. içeren masal gibi bir romana yedirmiş. Önce ilkokulda elimden düşürmediğim masal kitaplarının tadını alarak okudum. Fakat bu hikaye masal ve hayalden ibaret değil. Neredeyse her cümle sizi düşünmeye, sorgulamaya teşvik ediyor.
En sevdiğim kısım Manisa Tımarhanesi başlıklı bölüm oldu. Buradaki anlatım Abdülhak Şinasi Hisar'ı hatırlattı bana. Yine kitabın içindeki şiirler ile yazarın şairliğini de tanık oluyoruz. Divan edebiyatında hangi biçime denk düştüklerini bilemiyorum ama okuması zevkliydi.
Kitapla ilgili tek eleştirim biraz dağınık bir yapısı olması. Fakat kitabın basıldığı dönem (1910, 1926), yayımlanmasında yaşanan aksaklıklar, sonradan eklemeler yapılmış olması, yazarın el yazısıyla yazılmış bir nüshasının olmaması gibi hususlar durumu görmezden gelmeme yetti.
Eseri günümüz Türkçesine uyarlayan Mehmet Kanar başarılı bir iş çıkarmış. Kendisi edebiyat ve dil alanında epeyce çalışması bulunan öğretim üyelerinden. İsmini Aşk-ı Memnu kitabının dil içi çevirisinden biliyordum. Sunuş yazısında kitabı hangi ilkeler doğrultusunda günümüze uyarladığını anlatmış. Metni orijinal dilinden okuyamam ama burada dil ve anlatım açısından aksayan bir durum yoktu benim için.
Çok eşsiz eserlerden biri A’mak-ı Hayal. Özellikle anlatımı ve hayallerin kurguları eşsiz. Fakat bu edisyonda eski Türkçe çok fazla bu yüzden anlamanız çok zorlaşıyor. Altbilgiler özet niteliğinde bilgi veriyor fakat okuma akışı biraz yorucu oluyor. Bu edisyonun güzel yanı cildi, çizimleri ve ilk kez basılan kısımları. Bitmeden bu nadide eseri edinin derim.
Osmanlı döneminde yazılmış bir Siddharta düşünün, Amak-ı Hayal'e ulaşacaksınız.
''Bir romandan daha fazla felsefi ve tasavvufi bilgi içermesi beklenebilir mi?'' sorusunu sormazdan evvel ''bu bir roman mıdır?'' diye sormak gerekir. Kanaatimce hayır, Amak-ı Hayal bir roman değil. Ortak bir-iki karakterin bağlayıcılık işlevi gördüğü bir masal kitabı aslında. Yapısı ''Bin Bir Gece Masalları'' ile bu anlamda birebir aynı. Aynalı Baba, Raci'ye her gece bir masal anlatmıyor da, her seferinde bir masalı kalbine ilham ediyor. Hatta, nasıl Bin Bir Gece Masalları aynı kurgu ve temaları sürekli olarak tekrar ediyorsa, Amak-ı Hayal de aynı şekilde kendini tekrar eden temalarla dolu. Bunun, kimbilir, belki de İslam'da tekrarın faziletli bir iş olarak görülmesiyle de ilgisi vardır.
Evet, bir masallar kitabı. Burada masalı gerçekdışı, uyduruk anlamında değil; basit, renkli ve fantastik anlamında kullanıyorum. Basitliği yazıldığı dönem ve halkın tasavvuf bilgisi düşünüldüğünde doğal karşılanabilir. Gerçekten de, varlık felsefesi ve tasavvuf ilmi konularında bilgi sahibiyseniz, bu kitap size bildiğiniz hakikatlerin birer masal giysisine büründürülmüş hallerinden fazlasını vermeyebilir. Buna karşılık, bu konulara yeni merak sardıysanız harika bir başlangıç noktası teşkil edecektir. Çünkü, başka eserlerdeki uzun ve soyut tartışmalara doğrudan dalmaktansa, bu eserdeki hikaye ve benzetmeler anlayışınıza yol gösterici bir ışık tutacaktır.
Son olarak çeviriye de değineyim: Kaknüs iyi bir iş çıkarmamış. Filibeli Ahmed Hilmi'nin ''davayı çakmıştım'' ya da ''kafama göre takılıyordum'' gibi cümleler kurduğunu hiç zannetmem. Bunlar pekala ''meseleyi kavramıştım'' ve ''gönlümce yaşıyordum'' diye çevrilebilirdi sözgelimi. Size arasam bunun gibi onlarca örnek bulabilirim. Nitekim çevirmeni Serkan Özburun, böyle bir eseri çevirmek için (eseri çevirdiği tarihi dikkate alıyorum) henüz genç. Hikayelerin sonunda açıklamalara yer verilmesi güzel bir düşünce, buna karşılık açıklamaları kim yazdı bilmiyorum ama, genel itibariyle fecaat. Filibeli hikayelerinden birinde evrimi açıkça benimsediği halde (hatta açıklamada da burada evrimden söz edildiği kabul edildiği halde!), birkaç hikaye sonra bir açıklamada ''burada Batı ilminin evrim ve büyük patlama fikirlerinin ne kadar komik olduğu...'' türünden cümlelere rastlanıyor. Filibeli yobaz değil, hatta ilim sahibi ve çok zeki bir yazar; çevirmen ise onu bir yobaza dönüştürmek için epey çaba sarfetmiş anlaşılan. Şunu da belirteyim, eleştirim yalnızca evrim konusuyla sınırlı değil, genel olarak hikayeler iyi açıklanmamış. Zaten bunca açıklamaya ihtiyaç duyacak kadar karmaşık hikayeler de değil. Hatta açıklamak iyi bir fikir midir? Okuru daha mı çok düşündürür yoksa düşünmekten uzaklaştırır mı? Kendi payıma eksik kalmasın diye her satırını okumuş olsam da, hiç okumamış olsaydım bir şey kaybetmez, hatta sükunetimi daha iyi muhafaza ederdim kanaatindeyim.
Tasavvufu bir dramatik kurgu içinde öğrenmek istiyorsanız Elif Şafak'ın kitaplarını değil, azıcık zahmet çekip Amak-ı Hayal'i okuyun. Pişman olmazsınız.
İlk kez 1910 yılında yayımlanan bir eseri 2024'te keyifle okutmak her babayiğidin harcı değildir, o haseple -işbu incelemenin yazarı henüz kitap etkisindedir, bu dilini mazur görünüz ᝰ.ᐟ- öncelikle Filibeli Ahmet Hilmi'yi tebrik etmek gerek.
Kitap bir süredir elimdeydi ve fakat okumaya başlamamı tetikleyen şey izlediğim bir dizideki iki karakterin kütüphanede karşılaşıp bu kitabı konuşmaya başlaması oldu.
Dizide doktoru dissosiyatif bozukluktan muzdarip, kendisini bile hatırlamayan hastasına bu kitabı anlatıyor, kitabın baş karakteri Ahmet Raci'nin genç, parlak, hayatı sorgulayan, aklı selim bir gençken nasıl delirdiğinden bahsediyor.
Amak-ı Hayal'de kendisi için Galiba merdümgiriz olmuştum diyen Raci adını bilmediğimiz büyük ve güzel bir Osmanlı şehrinde yaşıyor. Şehrin en dikkat çekici yerlerinden biri evine yakın bir kabristan ve Raci uzun süre o mezarlık etrafında vakit geçirdikten sonra bir gün kapısını açık görüp içeri giriyor ve mezarlığı gezerken karşısına çıkan Aynalı isimli bir -kimine göre bir alim/mentör, kimine göre kimsesiz bir meczup veyahut ikisi de- adam ile kahve içip sohbetler ediyor.
Sohbetler ve hayaller iç içe geçiyor. Tasavvuf felsefesinden Hinduizm'e, mitolojiden divan edebiyatına, masallara, halk şiirine, bilim kurgu öğelerine, astral seyahate kadar uzanıyor kitap. Acaba ben var mıyım? diye kendini sorgulayan Raci için arkadaşları - Rakı yetiştirin, Raci çıldırmak üzere! diyorlar. Hatta yakın arkadaşı Sami'ye göre Racinin hastalığın adı HEBETMAN AVANAKLAŞMA (Hebete Fransızca şaşkın demekmiş).
Raci gerçekten de bir süre sonra tımarhaneyi boyluyor. Orada insanları "zararlı deliler" ve "zararsız deliler" diye kategorileyip okuyuca durumlarını anlatıyor ve ekliyor: Bu sistemde binlerce deli olduğunu düşündüm de sakın âlem büyük bir tımarhane olmasın dedim.
Acaba saadet nedir? İşte bunu bilen yoktur. En doğru tabirle dünyanın telaşesinden habersiz mecnunlar mesut sayılabilir.
1910lardan 2024'e ve dizimize dönersek... Doktor ile hastası kütüphane karşılaştıklarında doktor Belki de hakikat parçaladığı şeyi başka bir şeye dönüştürüp bize tekrar geri veriyordur. diyor. Hastası soruyor; Kitaptaki genç?
-Olabilir, diyor doktor. Belki o da dönüşüyordur. Delirmiyordur. Biz onu anlamadığımız için delirdiğini zannediyoruzdur.
Raci de haklı, dizide aklını yitiren yansıması da. Zira Raci'nin tabiriyle yerküre dediğimiz bu geçici ikametgahı derin bir hüzne kapılmadan seyretmek pek mümkün değil. Yine de ben dizi karakterimin artık iyileşmesini diliyorumㅤ♡
Şimdi ben bu kitabı bitirdim ya.. Aslında doğrusu bu kitap hiç bitmez.. Nasıl tanımlamam gerektiğini bilemedim.. İnsanın hayatında sade ama çook önemli bir fener gibi bir şey! Hayata dikkat ettirecek, yolumuzu pırıl pırıl simli rengarenk yapacak bir kitap. Bütüün o yaşam koçları falan filan gerek yok bence. Bu kitabı okuyun. Öyle bir ruh hali ki, benim kelimelerle aktarmama imkan yok..
Nasıl bir kitap peki ondan bahsedeyim biraz. Şehbenderzade Filibeli Ahmed Efendi 2. Meşrutiyet Dönemi yazarlarındanmış. Galatasaray Liseli'ymiş. Batıcılığa ve materyalizme karşıymış. Şimdi zamane çocukları olarak pek merak etmediğimiz ama kültürümüzün çok değerli kavramı "tasavvuf"u sokacağım burada işin içine ancak bir tanımlama yapmak amacıyla değil. Bu kitapta bir sürü hikaye var. Şimdi tasavvuf kelimesini kullandım diye dini anlamlar çıkarmayalım. Hikayelerde Buda da, mitoloji de, fantastik kurgular da bilim de aşk da, her şey var! Hikayeleri hayat-hayal çizgisinin hayal kısmına geçen Raci'ye güzelim şiirlerle ney üfleyerek anlatan Aynalı Baba asıl babamız.. Meczup ya da deli değil aksine kamil ve veli insan Aynalı Baba.. Sanırım artık dizinin dibinden hiç ayrılmayacağım adam. Dönüp dönüp hikayelerini dinleyeceğim kişi.
Kitap bitmesin diye kendimi nasıl zorladım anlatamam size.. Elime alıp alıp "hayır daha değil", diye geri bıraktım. Maalesef bitti.. Ama bitmedi yani, bitmez. Eğer okursanız anlayacaksınız söylemek istediğimi. Herhangi bir alıntı da yapmıyorum çünkü bütün kitabı buraya yazmam gerekir.. Sırf bu kitabı herkes okusun diye kalemimin çok güçlü olmasını isterdim. Güçlü olsaydı da herkesin içinde okumaları gerektiği fikrini uyandırabilseydim. Şimdilik sadece umuyorum ve Haku'ma teşekkür ediyorum..
Hayalin derinliklerinde tasavvufi bir eser, muhteşem bir kitap. İkiyüzlülüğü sevginin, sevgiyi öfkenin, öfkeyi hikmetin, hikmeti nefs-i emmarenin ve hepsini aşkın yendiği bir hayaller bütünü. Defalarca kez okunmaması için hiçbir sebep göremiyorum.
Varlığın ve hayatın anlamına dair anahtarları efsanevi benzetmelere dayanarak anlatan mana ve ruhani kitap! Özellikle muhabbet ile kibir arasındaki savaş günlük hayatta en çok karşılaşabileceğimiz olay. Hatta muhabbetin öfkeye yenilmesi ve günün sonunda tükenmesi kibrinden başka tutanacak hiçbir şeyi olmayanlara çarpıcı bir ders niteliğinde, ne mutlu o idrake erebilene, ama öyle zor ki bu idrakte var olabilmek! . “İnsan küçük bir kainattır.” “Çünkü insanların özü hakikati görme noktasında arpalık soğanına benzer.” “Varlığın mertebeleri: 1-lahut; 2-) zat; 3-)ceberüt; 4-) şahadet; 5-) insanı kamil” “Saadet hayati olduğu gibi kabul edip, insana yüklediği yüklere razı olup, bunun daha iyi olması içim gayret etmektir.” “Alem bir deniz, sen bir gemi, aklın yelkeni, fikrin dümeni, kurtar kendini..” “Hiç olmuş bir kimsenin elini öpebilmek için kendi varlığından sıyrılman gerekir.”
Ana konusu; dinler, felsefi düşünce ve tasavvuf olan kitabı, yine güzel bir grup sohbeti eşliğinde okuduk. ◾ Kitabımızın baş karakteri Ahmet Raci bir arayış içindedir. Bazı soruları ve onların cevapları bulabilmek için uğraşmaktadır. Bulamadıkça da kendini içmeye ve eğlenceye verir. Birgün arkadaşları ile gittiği piknikten dönerken mezarlıkta bir adam dikkatini çeker. Böylece Aynalı Baba ile yolları kesişmiş olur. Aynalı Baba, ona kahve ikram eder ve Ney'ini alır eline. Sesiyle birlikte Raci A'mak-ı Hayal'e (Hayalin Derinliklerine) doğru gezintilerine başlamış olur. Bu gezintileri; başka bedenlerde başka insanlar olarak sürdürür. ◾ Okuduğum kitaplardan çok farklı ve değişik bir kitaptı. Kitabın çoğu Raci'nin hayallerinde çıktığı yolculuklarla ilgili kısa hikayelerden oluşuyordu. Bazı hikayeler çok anlamlıydı: Okurken keyif aldım ve güzel geldi. Ama bazı yerlerde anlamakta zorlandım: Karışık ve dağınık geldi. Sanırım genel olarak baştaki hikayeleri sevdim. Sonlardaki bazı yerler ve düşünceler hoşuma gitmedi. Çeviriden miydi, bilmiyorum ama sonlardaki bir hikayede geçen bir kız ile ilgili kullanılan tabiri sevmedim. Genel olarak akıcı ve bazı yerleri ile güzel bir kitaptı. Ve sanırım anlamak içinde bu yazılma türü hakkında bilgi sahibi olmak gerekiyor.
Kafasını meşgul eden kadim ontolojik açmazlara aldığı iyi eğitime rağmen doyurucu yanıtlar üretemeyen Raci'nin tasavvuf eksenli gerçeküstü yolculuğunu anlatan ve bir asırdan fazla bir zaman önce yazılan bu eserde Buddha'dan Zeus'a, Zerdüşt tanrısı Ahura Mazda'dan Brahmanlara, Antik Yunan filozoflarından modern çağın sosyologlarına son derece geniş bir zaman dilimi ve coğrafyada bu açmazlara yanıt üreten dini, mitolojik ve felsefi figürlerle karşılaşıyoruz.
Açık söylemek gerekirse tasavvuf düşüncesinin bende bu zamana kadar en ufak bir ilgi uyandırmamasının yanı sıra varlık felsefesi dahilinde didişmenin bir noktadan sonra alınacak mesafe ve adım atılacak boşluk bırakmadığına ilişkin düşüncelerim sebebiyle kitaba angaje olmakta zorlandım. Ancak hem transliterasyon hem de sadeleştirme aşamalarından geçmesine rağmen kullanılan dili olağanüstü leziz buldum. Ayrıca, Zeus'un Farsi mevkidaşıyla ağız dalaşına girdiği, ardından Buddha'nın ağırlığını koyarak ikisini birden susturduğu sevimli hikayeleri her an okumak mümkün değil. Hepsi bir yana, o sıralar kısa pantolonla gezen Huxley'in yirmi küsür yıl sonra yazacağı Cesur Yeni Dünya'ya kısacık bir diyalog içerisinde selam verilmesini bir tek ben fark etmiş olamam, değil mi?
"Bununla beraber bir kaza ve rastlantıdan ibaret olan bu hayatta, hafif delileri eğleyecek kadar zevk bulunduğu da inkâr edilemez. İnsanlar, cahillik ve vahşilik devirlerinde icat edilen kelimelere ruh vere vere, bunları hayallerindeki renklerle boyaya boyaya bir duygu zinciri meydana getirmişlerdir. Bunlar binlerce asırdır gelişe gelişe, miras yoluyla bize kadar gelmiştir. Bizler de, gerçekliği olmayan, yalnızca hayalden ibaret olan bu zincirle, hiçbir meziyeti ve hiçbir mahiyeti olmayan bu varlık âlemine binbir çeşit güzel renk veriyor ve kendimizi bir güzel aldatıyoruz. Böylece hayata bir mânâ yüklüyoruz. İşte olanca tiksindiriciliğiyle hayatın gerçek yüzü!"
Öncelikle Turkiye iş Bankası yayınları günümüz Türkçesi basımı ile okuduğumu belirteyim .2 .olarak da bu kitabı bir kere değil birkaç kere okuyacağım ortada.
Anlaşılır bir metin mi ? Yüzeysel okuduğumda tanıdık yüzlere rastlandığım hatta ve hatta izlediğim filmler / diziler okuduğum kitaplarda kitabın izlerini bulduğum doğru .Bu kadarı yeterli mi tartışılır .
Anlayan anlamayana anlatır fikri ile gittiğim Urla Dam kitap kulübünde de ( bu yazıyı okuyup orda olanlara selam olsun ) sabahlara kadar konuşsak işin içinden çıkamayız gibime geldi .
Kendime ve okuyanlara tavsiyem ekinokslarda bu kitabı alın okuyun tekrar tekrar bakalım o günden bu güne neler değişmiş .
"Manisa tımarhanesindeki çilemi doldurmuş ve annemin dilekçesiyle hastaneden taburcu edilmiştim. Çıkış belgemde “Yaptığı şeylerden ve düşündüğü şeyleri söylemesinden mes’ul değildir” yazıyordu.
Ben “her dilediğini sualsiz yapacak ve yaptığından asla sual olunmayacak” bir belgeye ulaşmıştım. Buna delilik mi, velîlilik mi denilir? Siz karar verin." Delilerin veli, velilerin deli yerinde sayıldığı zamanımızda kendi kendime bir kez daha düşündüm: Bu kadar kıssanın yazıldığı dünyada bir hisse niçin çıkarılmaz? Tasavvufa sempatisi olan yada ilgilenen kişilerin kafa yormaktan hoşlanacağı ve katman katman ilerleyen bir roman.
"Alem bir deniz, sen bir gemi; aklın yelkeni, fikrin dümeni; kurtar kendini, ha göreyim seni!" Türk Edebiyatının ilk felsefi romanı olarak kabul edilen bu muhteşem kitabı defalarca okumak ve sindirmek gerek.Kitapta Aynalı Baba isimli meczup görünümlü eren ile büyük bir arayışta olan Raci’nin hikayesi üzerinden Vahdet-i Vücûd tabirine gönderme yapılıyor. Masalsı anlatımı ile çok sürükleyici ve sıradışı bir eser.
A’mâk-ı Hayal'i okudum. Yoğun bir zamanda kitaba başladığım için ve kitabın çoğunu toplu taşımada okuduğum için kitabın tamamını kavrayamadım, ama yine de kitap çok hoşuma gitti. Kitapta en sevdiğim kısımlar: Hürmüz ve Ehrimen'in olduğu bölüm, Buda'nın Hiçlik Zirvesi bölümü ve Jüpiter'in olduğu bölüm oldu. Uygun bir zamanda tekrar okumayı düşünüyorum.
Kesinlikle zamanının ilerisinde bir kitap. Tasavvuf öğretilerini kahramanımız Raci Bey üzerinden farklı farklı diyarlarda anlatmaktadır. Türk Siddhartha demek yanlış olmaz Raci Bey için, hatta tam tersini demek daha doğru olur çünkü bu kitap daha önce yazılmış. Yazarın hayal gücü ve kalemi kuvvetli fakat parça parça yayımlanmış olması nedeniyle bazı iniş çıkışlar mevcut kitapta. Yine temaları oturttuğu kültürler, anti-materyalist ve tasavvuf öğeleri kitabı dolgun bir hale gitirmiş. Benim güzel bir yolculuk oldu. Felibeli Ahmet Hilmi Bey’i bir eseri akıl edebildiği için ayrı, başarıyla kaleme alabildiği için ayrı kutluyorum. Varoluşsal sancılar çeken herkese öneriyorum.
Hikaye, kurgu, perspektif, hepsi çok güzeldi. Okuduğum kitabın yayınevi (KETEBE) "orijinal metin" olarak basmış bir versiyonunu. Dikkat etmeyip o versiyonunu almışım. Dili çok çok zordu, Osmanlı Türkçesine aşina olmama rağmen beynim yandı okurken. 279 sayfalık kitabı bitirmek 3 aydan fazla sürdü. Kısaca kitabı tavsiye ederim, fakat sadeleştirilmiş metnini, orijinal metni değil...
Уловка в този стейтмът, разбира се, има, но тя наистина е по-маловажна от качеството на книгата. Макар това да е книга, писана в самата зора на 20-и век, по времето, когато още са му избивали млечните зъби, а вероятно и от преди тях, и макар стилът ѝ да е предоминантно в характерния маниер на източното разкавачество от едни по-ранни векове, това все пак е книга, която прави това, което по презумпция трябва да прави всяка книга - да разказва живота. И го прави изключително добре.
Защото какво е литературата, ако не един безкраен разказ на живота? Понякога хиперболизиран, понякога минимализиран и миниатюризиран, понякога осмян и подигран, понякога възвеличан или просто възпален, запратен в милион паралелни измерения, абсурдни деноминации, трагични вариации и комедийни пробации, но винаги съдържащ се в себе си като неактивизирана ракова клетка, която държи атомите на екстаза и вдъхновението в орбитата на тленността, за да може изобщо да има изкуство и радост.
И точно това е една от основните, ако не и Основната тема, на книгата на този пловдивчанин. То пък сякаш съществуват изобщо някакви други теми освен тази по принцип...
Развита по притчов, натрапчиво източен начин (като натрапчивата сладост на зряла мандарина), здраво стъпила върху крилете на магията, съня и илюзията, също и на религията, танцувайки по ръба на канона, прескачайки в дворовете на общо взето всички основни религии по света, но и остро бъркаща в окото на модерния, материално-практичен прочит на света, тази книга на мен ми бърка и в едно друго око, за чиято същинска дислокация нямам ни най-малка представа, но чийто перманентен конюнктивит ме държи в постоянна предпоследна фаза на психосоматичен нервен срив.
И това е и всъщност уловката.
Почти патологичният ни отказ - на нас като българи, на нас като балканци, най-вече като тези двете, но и на нас като човеци - да признаваме и спокойно да си присвояваме, т. е. повторно да одомашняваме неща, които винаги са били наши, под една или друга маловажна условност и в неизбежния и всесилен контекст на вселенската общост на всичко, но които не отговарят твърде изящно на политическия, популистически или псевдоисторически наратив. Отказът ни да завъртаме глава на всички страни, когато се обръщаме към миналото си. Може би от толкова гледане само на запад в последно време източните ни мускули са закърнели и ни е физически невъзможно да се обърнем на изток, да, може би не е просто поза. Историята е способна на такива физиологически контузии, особено когато те е ритнала без да иска в съня си. А изтокът и западът, както и северът и югът, придобиват значение и някаква разделност само в съзнанието на въртящия глава, след като вече достатъчно свят му се е завъртял от догми, стереотипи, пропаганди и исторически ракзази.
Това е най-известната и най-успешна книга на пловдивчанина Ахмед Хилми, роден през 1865 г. в Пловдив, син на османския консул в града под тепетата. Ахмед Хилми, който сам с гордост прилепва псевдонима Филибели (Пловдивчанинът) към името си и го прави неделима част от него и от себе си. Ахмед Хилми Филибели - суфист, философ, писател, издател на прогресивна и преследвана от османските власи преса и човек с будна гражданска съвест и позиция, един от първите и най-яростни радетели за идеята на нова, модерна, светска Турция, написал множество романи, пиеси и стихотворения, в които основният лайтмотив е хоризонтът.
Чета го и се чудя каква е логиката да науча за него чак сега, и то единствено благодарение на рядката случайност да съм абониран за Литературен вестник, а за Елиас Канети, например, да знам по подразбиране, по-подразбиращо се и от дишането? Защо да не се гордеем с пловдивчанина Ахмед, а да си кичим по гърдите като медал за храброст американеца Атанасоф? Чие съзнание от двете е било по-свързано с България? И има ли това изобщо някакво значение?
Може би логиката на някакъв неписан, подразбиращ се, предаващ се по наследство като болест отказ от пълноценно дишане с пълни дробове от страх да не вдишаме някоя тежка прахова частица с непродходящ контекстуално-наративен заряд, която да ни задави. Или пък просто поради мързела и безхаберието на времето, което по рождение е мързеливо и безхаберно?
Ама малко се чудих, след което реших просто да чета.