17 Ocak 2000 tarihinde İstanbul Beykoz'da yapılan Hizbullah operasyonu televizyonlardan canlı olarak yayınlandı. Kazılan her mezar ev, bulunan her ceset, domuz bağları, işkenceli sorgu kasetleri, Hizbullah'ı Türkiye gündeminin ilk sırasına yerleştirdi. Bir yıl sonra, 24 Ocak 2001 tarihinde Diyarbakır'da, ilin Emniyet Müdürü Gaffar Okkan ve beş meslektaşı aynı örgüt tarafından öldürüldü. Bu suikast, örgütün belini kırdıklarını iddia eden yetkililere çok sert bir tekzip oldu; aynı zamanda Hizbullah hakkındaki senaryoların daha da artıp karmaşıklaşmasına yol açtı. Bu süre boyunca her kafadan bir ses çıktı, bilgi eksikliğiyle enformasyon bolluğu ve dezenformasyon faaliyetleri elele gitti.
Ne var ki, ister belli siyasal pozisyon ve manevralardan kaynaklansın, ister dehşet duygusundan uzaklaşmak, beladan uzak durmak için gösterilen bir refleks olsun, bu senaryoların gerçekten Hizbullah'ın ne olduğunu ve İslamcı şiddeti anlamakta hiç bir yararı yok.
İşte Ruşen Çakır'ın farklı ve başarılı bir gazetecilikle ısrarla işaret edip görmemizi istediği budur. 1980 Sonrası İslami Hareket dizisinin ikinci kitabı olan Derin Hizbullah, örgütü başka odaklarla kurduğu "derin ilişkiler" temelinde değil, bizzat kendi derinliği içinde ele alıyor. Örgüt ve lideri Hüseyin Velioğlu hakkında gün ışığına çıkmamış bilgiler de içeren kitapta, Mısır, Cezayir, Afganistan gibi ülkelerde yaşananlardan hareket ederek dünyada ve Türkiye'de İslamcı şiddetin geleceği tartışılıyor.
Ruşen Çakır, 1962'de Hopa'da doğdu. Laz. Yazar Müge İplikçi ile evli. Ali Deniz'in babası. Galatasaray Lisesi'ni bitirdi. Gazeteciliğe 1985'te Nokta dergisinde başladı. Tempo, Cumhuriyet, Milliyet, CNN-Türk ve NTV'de çalıştı. TESEV'de Demokrasi, Sivil Toplum ve İslam Dünyası programını yönetti. 2002'den beri Vatan gazetesinde yazmaktadır. Diğer kitapları şunlardır: İmam-Hatip Liseleri, Efsaneler ve Gerçekler (İrfan Bozan ve Balkan Talu ile birlikte; TESEV, 2004), Sivil, Şeffaf, Demokratik Bir Diyanet İşleri Başkanlığı Mümkün mü? (İrfan Bozan ile birlikte; TESEV, 2005), “Mahalle Baskısı”, Prof. Dr. Şerif Mardin'in Tezlerinden Hareketle Türkiye'de İslam, Cumhuriyet, Laiklik ve Demokrasi (Doğan, 2008).
“Giles Kepel’in “selefi cihadcılar” hakkında söylediklerine atıfta bulunmuştum. Kepel’e göre bu radikal İslamcı gruplar şiddet eylemlerini tırmandırdıkça devletin baskı politikası artıyor, buna bağlı olarak dindar orta sınıflar İslamcı hareketten uzaklaşıp rejimlere yaklaşıyorlardı. Bütün bunların sonucunda bu tür grupların, devlette darbe yedikçe kendi içlerine kapandıklarını, kendi içlerine kapandıkça halk tarafından dışlandıklarını, halk tarafından dışlandıkça halka karşı da şiddet uygulamaya başladıklarını gördük.”
“Hizbullah, El Kaide’nin, Avrupa ile Irak arasındaki köptü olarak tanımlanıyordu. Bu analize kızmış Hizbullah yöneticileri bana yolladıkları mektupta : “El Kaide ile hiçbir teşkilati, siyasi ve eylemsel birlikteliğimz ve işbirlğimiz yoktur. Böyle bir şeyin söz konusu olmadığını Türk Devleti bilmektedir” (s.17)
“Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat’ın ölümü, saldırganların elebaşısının şu sözleriyle tarih kayıtlarına geçti: “Adım Halid El İslambuli. Firavunu öldürdüm ve ölümden korkmuyorum” (s.29)
“1988 yılından 1990 yılına kadar şiddetin altyapısı hazırlandı. Bu arada “Abi” yeni stratejiler kurguladı ve bunu etrafındakilere aktardı :”Bizden başka rejime muhalif hareketin kalmaması gerekiyor. Rejimin tek alternatifi olmak, halkın rejime olan muhalefeti tek alternatife toplamak için bu şarttır. Tek alternatife dönüştükten sonra hesaplaşma, rejimle bu tek alternatif arasında olacak” (s.65)
“Cemaatin ortadan kaldırdığı militanların büyük çoğunluğu, örgütün birdenbire alabildiğine büyüdüğünü fark edip frene basmak isteyen “Abi”nin kurbanı olmuştu. Örgüt lideri, Dört üyeyi bir arada tutmaya ikna etmek ancak beşinciyi öldürmekle mümkündür. Onu muhbir olarak suçlayarak yok eder, böylece hepsini kanla birbirlerine bağlarsınız” prensibinden hareket etmişe benziyordu.” (s.91)
“Hizbullah uzmanlarının önde gelenlerinden Gaffar Okkan da olaya komplo çerçevesinden bakanlardandı. Kendisiyle görüşmemizde ben” örgüt” dedikçe o karşı çıkıp “Hop bakalım. Bunlar siyasi örgüt değil, casus şebekesi” diye beni azarladı. Okkan’a göre Hizbullah dünya çapında büyük bir oyunun parçasıydı ve kendileri bu oyunu bozmuştu. Okkan, İran’ı pek de onemsemiyor, perde arkasında bazı Batılı odakların olduğuna inanıyordu. Ne yalan söylemeli, onun da aklına nedense ilk olarak Almanya geliyordu” (s.97)
“Şüphesiz İslam’da yöntem hakikaetle eşdeğerdir” (s.111)
“Hizbullahçılar, ideolojik ve siyasi nedenlerle yalan söylemeyi kural haline getirmişlerdir” (s.137) “...Hizbullah stratejisi gereği hiçbir şey üstlenmez, hiçbir açıklama yapmaz, yapılan eylemlerin kendileri başlıbaşına birer açıklamadır. Eylemin kendisi konuşur. Örneğin arkadan tek kurşun” (s.161)
“Abdullah Öcalan demezdi. Ondan “kerok” diye söz ederdi. Biliyorsunuz “serok” başkan demek “kerok” ise eşşekcik” (s.160)
“Örneğin yeni dönemde testis sıkma, yem de yakılan naylonlaron çıplak vücuda dökülmesi gibi işkence yöntemlerine başvurulmuş. Naylon dökme PKK’dan alınma. Testis sıkma da galiba MOSSAD’dan alınmış. Bunları nereden nasıl öğrendi bilmiyorum” (s.165)