Birleşmiş Milletler’in devletlerin lağvedilmesi yönündeki kararı, limandan henüz ayrılmış olan kuru yük gemisi Kabuk’ta bomba etkisi yapar: Düzeni korumak taraftarı Kaptan, göçmen kökenli İkinci Kaptan ile Aşçı Kadın’ı yanına çekmeye çalışırken, özgürlükçü Çarkçıbaşı makine dairesinde, Lostromo ve Yağcı’nın desteğiyle bir tür isyan hazırlığına girişir. Karanlık sularda yol alırken beklenmedik misafirleri de ağırlamak zorunda kalan Kabuk’un kaderi, karşısına çıkan bir destroyerle değişecektir…
Ödüllü yazar ve çevirmen Fuat Sevimay, Bata Çıka’da, dış dünyayla bağlantısı kopmuş bir demir yığınının tekinsiz evreninde dolaşırken hem devletin dümen suyunda evrilen insan doğasını hem de aynı gemide olmanın anlamını sorguluyor.
“Sevgili seyirciler, sizler ne düşünüyorsunuz? Ben bu stüdyoda yıllarca, önüme ne konduysa, devletin bültenlerini okudum. Siz de bu ülkenin vatandaşısınız. Şimdi bizi kim yönetecek? Bir yandan da evet, birisinin yönetmesi gerekiyor mu? Belki de bunları konuşmak gerek.”
"Bellek durgun şeyleri sever. Akıp giden görüntülerden yakasını sıyırıp, dönüp sönüp bir âna, o tek bir ânın duygusuna takılır."
Fuat Sevimay'ın yeni novellası Bata Çıka, hacminden beklenmeyecek denli çok soru sorduran bir metin. Kitap devlet kanalında öğlen haberlerini sunan spikerin açıklamasıyla başlıyor: bu açıklamadan Birleşmiş Milletler'in son toplantısında devlet başkanlarının bir araya gelip tüm devletleri lağvetme kararı aldığını öğreniyoruz! Spikerin bu büyük haberi verirken yaptığı açıklamadaki absürt detaylar müthiş; o büyük manalar atfettiğimiz koca koca yapıların aslında nasıl her an saçmalamaya muktedir yapılar olduğunu, onların büyüklüklerinin aslında bizim fetişleştirmemizden ileri geldiğini sezdiriyor yazar daha kitabın en başında. Bu açıklamanın ardından dünyanın yuvarlandığı belirsizlikle beraber yayın da kesiliyor, kanal halk türküleri yayınına geçiyor, biz de haberi denizde alan gemi ahalisi ile baş başa kalıyoruz.
Bu andan sonra da işte hepimiz sahiden aynı gemide miyiz sorusu üzerine akıl yürütmeye başlıyor yazar. Bildiğimiz dünyanın kodları yıkıldıktan sonra hiyerarşiden söz edilebilir mi? İktidarı ve gücü nasıl tanımlarız? Küçücük bir gemide bile kanun gibi kabul ettiğimiz statü belirteçlerini böyle bir durumda ne yapmalı? Kadınlar, göçmenler, azınlıklar - toplumların hep daha çok "çeken"leri - ne olur onlara? Tüm kurallar yıkılınca, Hobbesian bir "doğal durum"a döndüğümüzde ne olur? Hırs, arzu, açgözlülük - bu dürtüleri ne yapmak gerekir?
Bu soruları didiklerken bir yandan da gemiye gelen "zengin"ler üzerinden bir sınıfsal eleştiri katmanı ekliyor Sevimay ve "ekonomik demokrasi" kavramını resme ekliyor. Kapitalizmin büyük vaadi (ve yalanı) "fırsat eşitliği"nin karşısına gerçek eşitliği çıkarmadan demokrasinin ancak bir kandırmaca olabileceğini anlatıyor.
Yazar bunları anlatırken okuru siyasal teoriye boğmuyor tabii, gayet gündelik konuşmalar ve olayların arkasında gizli tüm mesele. Ancak bence kitap bir noktadan sonra biraz ritmini yitiriyor, ben o Saramagovari açılışa bayılmıştım, bu devletsizlik fikri etrafında daha çok dolaşsaymış bence çok daha ilginç olabilirmiş. Arz ederim.
Genel olarak bakıldığında eserin ele aldığı konu oldukça dikkat çekici; yazarın vermek istediği temel mesaj ve metin boyunca inşa etmeye çalıştığı anlam dünyası rahatlıkla anlaşılabiliyor. Anlatım dili zaman zaman klişelere yaslanmakta, bazı anlatı unsurları ise yeterince derinlemesine işlenmeden geçilmiş. Bu durum da anlatının kimi yerlerde yüzeysel kalmasına neden olmuş. Belki de yazar bilinçli bir tercihle, metni kısa, öz ve doğrudan tutmayı; tekrarlardan, fazlalıklardan uzak durmayı hedeflemiştir. Genel olarak okuması kolay, akışı rahat bir metindi ve bu yönüyle sürükleyiciydi. Metaforlar net, anlam katmanları oldukça açık seçikti — öyle ki, üzerine uzun uzun düşünmeye gerek kalmadan özü kavranabiliyordu. Ancak belki de tam da bu yüzden, bende bir “eksik kalmışlık” hissi bıraktı. Yazarın sadeleşme niyetini anlamlı bulsam da, metin bazı yerlerde daha derine inebilseydi çok daha güçlü bir anlatı olabilirdi.
İncecik ama derinliğiyle akılda kalan bir novella Bata Çıka. Kitap bittiğinde ilk hissettiğim şey “Ne oldu şimdi?” sorusu oldu; çünkü anlatılanların bir yere bağlanmasını, bir sonuca varılmasını bekledim. Belki de yazarın vermek istediği kesin bir cevabı yoktu, ama ben yine de bazı şeylerin daha derinlemesine incelenmesini isterdim.
Kitapta geçen gemi, adeta küçük bir Türkiye gibi. Her karakter, toplumdaki belli bir insan tipini temsil ediyor: dürüst biri, zorba biri, ezilen bir kadın, aldatılan bir kadın, dolandırıcı bir adam, duruma göre yön değiştiren biri… Herkesten bir parça var gemide. Bu yönüyle açık bir alegori diyebiliriz. Metaforlar sade ve anlaşılır; uzun uzun düşünmeye gerek kalmadan okuyucuya ne anlatmak istediği ulaşıyor.
Devlet nedir, sistem nedir, neden var? gibi temel soruları düşündüren bir metin bu. Ama belki de tam olarak bu soruların cevabını vermediği için eksik hissettirdi bana. Novella türünün sınırlı hacmi içinde anlatabileceklerini anlatmış diyebilirim, ama yine de bir adım daha öteye geçmesini isterdim.
Fuat Sevimay’ın dilini, tarzını ve özellikle metin içindeki oyunbazlığını her zaman sevmişimdir. Yine severek okudum. Belki de yazarın tam olarak yapmaya çalıştığı şey, okuyucuyu suyun üstüne değil, biraz derinlere çekmekti. Ama bazen orada biraz nefessiz kalmak da mümkün.
Bata Çıka Fuat Sevimay'dan okuduğum ikinci kitap. İlki Aynalı kitabıydı ve çok sevmiştim. Hikaye anlaticiligini yine cok sevdim belki ascinin bakis acisindan dokulse ve mesaj kaygisi gutmese bambaska bir hikaye okuyabilirdik, tabii o baska bir kitap olurdu :D Bence konu cok ilgi çekici, arka kapak yazısını okuduğumda kurguyu çok merak etmiştim. Velhasıl kelam sonuna kadar da merakla okudum ancak sonunun bu kadar muğlak bitmesini sevemedim. Normalde de net olmayan sonları sevmem fakat bu kitap bir ayrı sevmedim. Sanki yazarın farklılığı burada ortaya çıkarmış gibi gelmişti. Yani devletler tabiri caizse bir andan kapansa ne olur sorusunu herkes sorabilir ancak cevabinda saklı olan hikayeyi herkes yazamaz. Oradaki hikayeyi okumak ve net bir cevap almak istemiştim.
Sırrı Süreyya Önder in kızı Ceren hanımın konuşmasına ancak bu sabah cigerimin yeteceğini düşünüp izleyebildim. Onun konuşmasından zihnimin içinde "yoksulluğun ve yoksunluğun öfkesi bu sakın içinde nefret biriktirme" cümlesi tüm gün yankılandı ve tüm gün aynı zamanda bata çıkayı okudum ve 53. Sayfada şu cümle çıktı karşıma "Yoksulluk ve yoksunluk; huzurdan, boş zamandan, sevgiden, dostluktan yoksunluk" hiç bir şey için değilse bile bu selamlaşma için eş yıldız ❤️🩹