“Biz burada değiliz, yola vuran gölgeleriz,” dedi. Bu veda sözüyle yola çıktı genç Şaman Subala.
On bir buçuk hayat yaşadı. On bir buçuk hayata kaç hikâye sığar, kaç hayat yaşayınca bilgeliğe varır bir yolcu? Kaç aşk bizi kendimizle tanıştırır? Kaç kez yıkılınca tek başımıza ayağa kalkmayı öğreniriz?
İsmail Güzelsoy, nüvesini onlarca yıl önce oluşturduğu bu “yeniden” eseri Saf – Suya Anlat’ta, bilgeliğin son aşamasının; sahip çıkılmış masumiyetin ta kendisi olduğunu fısıldayan bir anlatı şöleni sunuyor okura. Yüzlerce yıl öncesinden günümüze uzanan yolları ve hikâyeleri izlerken bir yerden sonra yolun ve hikâyenin tek bir şey olduğunu gösteriyor. Saflığın doğasını, bilgeliğin sınırlarını ve tabii ki aşkın sonunun olmadığını da…
Yalnızlıkla lanetlenmiş bir karakter, tüm “unutulganlıklarımıza” karşı “hatırlatmak” göreviyle, yüzyıllar önceden kalmış bir defter yapraklarının arasından sesleniyor. Unutulganlık? Öyle bir kelime yok, ama olsun, yine de güzel.
“Anladım ki mürekkep sudur ve ben meramımı suya anlatıyormuşum hep.”
İsmail Güzelsoy 1963 yılında Iğdır'da doğdu. Ortaöğrenimini İstanbul'da tamamladı. İstanbul Üniversitesi Basın Yayın Yüksekokulu'ndan ayrılıp İsveç'e gitti. İsveç'te yaşadığı üç yıl boyunca İsveç dili ve edebiyatı üzerine çalıştı.
Bu romanı okurken hissettiğim, anlatıcının sadece yazmadığı, aynı zamanda taa içinde duyduğu bir hikâyeyi paylaştığıydı.
İsmail Güzelsoy, bana göre sadece iyi yazan biri değil; iyi dinleyen bir yazar. Karakterlerine gösterdiği özen, onların hikâyesine duyduğu saygı ve anlatıya kattığı o masalsı ritim çok etkileyici... Hepsi birleşince, metin neredeyse sözlü bir anlatıya dönüşüyor.
Roman boyunca hissettiğim şey şu oldu: bu bir “varma” hikâyesi değil, bir yolda olma hali. Saflıkla kararmış olanın, kirlenerek aydınlanana varan iç yolculuğu… Çünkü yol dönüşümdür. Sadece bilgi yetmez "OLmak" için; deneyimlemek gerekir. Ve deneyimi yaşayan kişi, artık yola çıkanla aynı kişi değildir.
Subala’nın yolculuğunu bir tür erginlenme anlatısı gibi gördüm. Gösterişli değil ama derin ve sarsıcı. Bir yerden bir yere gitmek değil mesele; bir halden bir hale geçmek.
Kitabı kapattığımda, o ilk sayfadaki söz yankılandı. Yolun nereye çıktığını söyleyen, ama varmanın aslında bitiş değil başka bir başlangıç olduğunu fısıldayan o cümle: “Yolun sonu aşktır ve aşkın sonu yoktur.” Sadî-i Şîrâzî
Saf: Suya Anlat okuyuculari ikiye bölmüş. Kitabı okumaya başlamadan önce yorumlara bakmıştım ve negatif olan yorumlardan etkilenerek okurken zorlanacağımı, metnin çok zor olduğunu hatta belki bitiremeyeceğimi düşünmüştüm. Okumaya başladım sayfalar akıp gitti dedim ki şimdi böyle ama ilerleyen sayfalarda kesin zorlanacağım. Yok valla çoğu kişinin aksine kitapta beni zorlamayan nokta akıcılığı oldu. Bir sayfa okusam da yüz sayfa okusam da Subala'nın yanında hissettim kendimi, onunla diyar diyar gezdim sanki. Subala'yı çok sevdim. Son sayfayı okurken bahsettiği şarkıyı da açınca sanki Subala'nın on bir hayatında ben de vardım. Sanki Subala'ya ben kavuştum.
Masalsı bir anlatım, düşsel bir dünya ve derinlikli bir karakter yolculuğu… Saf: Suya Anlat gerçekten güzel tespitler ve düşündürücü pasajlarla dolu bir kitap. Subala’nın içsel yolculuğunu, yaşadığı dönüşümü ve gelişimini okumak bana iyi geldi. Özellikle bazı bölümler o kadar hoşuma gitti ki, dönüp tekrar tekrar okudum.
Ancak, bu büyülü anlatıma rağmen kitabın akıcılığıyla ilgili bende bir sıkıntı hissettim. Hikaye mi ağır ilerliyordu, yoksa anlatım dili mi beni yavaşlattı, tam adını koyamadım. Kitap elimde biraz süründü diyebilirim. Belki anlatımın şiirselliği bazen tempoyu gölgede bırakıyor olabilir. Ama yine de, sabırlı bir okuyucuyu ödüllendiren,içsel dünyaya dokunan bir kitap olduğunu düşünüyorum.
Sonuç olarak, güzel bir masal okudum; yer yer büyüleyici, yer yer düşündüren. Sadece, bu masalda yürümek yerine biraz sürünerek ilerlemiş gibi hissettim.
İki olasılık var: Ya İsmail Güzelsoy'un okuduğum ilk kötü romanı (çıraklık eseri diyelim) ya da ben kitabın derin manasını anlayamadım. Büyülü gerçekliği seviyorum ama gerçeklikten bu kadar kopmuş bir kitap beni yordu. Karakterlerin tamamının filozof olması mı , her sayfada en az bir felsefi çıkarım olması mı, yoksa Selçuklular zamanında geçen bir eserde "karantina" kelimesi gibi bir garip dil kullanımı mı beni yordu bilmiyorum. En çok kırıldığım nokta ise hikayenin bir yere bağlanacak olmasına ve yazara olan inancım yüzünden sebat ede ede sonuna gelmem. Sonunda ne mi oldu? Kitabın tamamında geçen ama bir türlü içselleştiremediğim çıkarımların, özlü sözlerin, felsefi mi değil mi anlamadığım düşüncelerin sanki kitaba zorla eklenmiş gibi bombardımanı. Çok sıkıcı buldum. Tabi cahil bir hödük de olabilirim karar sizin.
Sıfırı ararken kendini hiç bulamayacağını fark eden bir zavallı ruhun...... diye uzayan bir cümle istediğiniz noktada bırakın.
Yazarin bir bolumde de belirttigi gibi derin manasi varmis gibi gozukup bana hicbirsey ifade etmeyen yuzlerce cumle olan bir kitap. Bir turlu akmadi, belki de ben anlamadim.
İsmail Güzelsoy, malûm. “Saf” ı 2014’de okumuştum. Bir roman yeni bir kurguyla baştan bir kere daha yazılabilir mi ? Güzelsoy’un hayranı olduğum yazarlık yolculuğunda buna şahitlik etmek pek keyifli oldu. Masalsı bir romandan, romansı bir masala bir yolculuk…
“Meşalemi başucuna sapladım ve ona baktım. Başka hiçbir şey yapmadım. Adını-asla-unutamayacağım’a baktım, hatırladım ve gülümsedim. Geçmişin en kara günahları bir simaya bakınca solup gider ya bazen… Ah, adını-hatırlamayı-sevdiğim! Adını-kendim-sandığım!
“Anladım ki mürekkep sudur ve ben meramımı suya anlatıyormuşum hep.”
İsmail Güzelsoy modern bir masal anlatıcısı bana göre. Tüm kitaplarını okudum. Bazıları çok çok güzel. Ancak tüm diğerlerine kıyasla bu bence en zayıf olanı