(...) Ustalıklı roman akışının yanı sıra kullanılan tarihsel veriler, Vedat Türkali'nin kitabına Ermeni sorunu konusunda gerçekten değerli bir belge niteliği kazandırmış. Soykırımın canlı tanığı Dede'nin siyasal örgütlenmeler üzerine anlattıkları da son derece önemli. Genelde azınlıklar, özelde ise Ermeni, Rum ve Kürt kırımları konusunda TKP'nin, hatta genelde Türk solunun tavrı, bazı istisnalar dışında, pek de tutarlı olmadığından, bu tarihi yaşamış bir Ermeni şahsiyetin bu konudaki değerlendirmelerine keşke daha geniş yer verilebilmiş olsaydı. (...) Her halükârda kitap, 1915'in 100. Yıldönümü'nde bu konuda yayımlanan ve yayımlanması beklenen birçok eser arasında önemli bir yer tutacak. -Doğan Özgüden-
(...) Bildiğim kadarıyla, hassas ve örselenmiş ruhları müzikle tedaviye başlamak iyi bir yöntem. Siz de, sözcüklerin ve yazının müziğiyle benzer bir şey yapıyorsunuz. Sanatın ve sanatçının böylesi bir derman olma, tabiplik görevi de var herhalde. Hastalığıyla yüzleşmeye zorlananlarda, ilk başlarda, büyük öfke patlamaları da ortaya çıkabiliyor. Siz böylesi patlamalara da yüreğinizi siper etmektesiniz kuşkusuz. Bu da henüz insani aşamaya geçememiş sınıflı toplumlardaki (gerçek) aydın-Sanatçı'nın kara yazgısı olmalı. Bir "psikiyatri seansı" gibi algılanmalı yazdıklarınız (...) -Haluk Gerger-
(...) Kürt meselesi, Ermeni meselesi, faşizm, Anadolu isyanları, katliamlar, ırkçılık, sosyalist mücadele, Ortadoğu'da olanlar, Nazi dönemi, Evren dönemi gibi hem güncel hem tarihi birçok konuda (...) ve de Ermeni sosyalisti Paramaz'ın Beyazıt'ta asılması ve son sözleri gibi çok ama çok önemli ve çarpıcı simgelerle (...) onun duygusunun bizim Erdal Eren'imizle örülmesi gibi çok anlamlı, derinlikli bir kurguyla (...) içine düştüğüm bu romandan hazine bulmuş da zenginleşmiş olarak çıktım. -Nihat Behram-
1919 yılında Samsun’da doğan Vedat Türkali, yüksek öğrenimini İstanbul Üniversitesi Türkoloji Bölümü’nde tamamladı. Maltepe ve Kuleli askeri liselerinde edebiyat öğretmenliği yaptı. 1951’de siyasal eylemlerde bulunmakla suçlanarak tutuklandı. Askeri mahkeme tarafından dokuz yıl hapis cezasına çarptırıldı. Yedi yıl sonra koşullu olarak serbest bırakıldı. Vedat Türkali 1944-1950 yılları arasındaki ağır baskı döneminde devrimci sanat çevrelerinde elden ele gizlice dolaştırılan şiirleriyle, özellikle “İstanbul” şiiri ile tanındı. Şiir uğraşını hapishane yıllarında da sürdürdü. 1958 yılında tahliye olduktan sonra sinema alanında çalıştı. 40’ın üzerinde senaryo yazdı ve üç filmin yönetmenliğini yaptı. Yazdığı dört tiyatro oyunu, ulusal gelenek ve değerlere dayanan özgün, öncü nitelikler taşır. Türkülerle işlenmiş epik yapıdaki 141. Basamak, 1970’de Ankara’da sergilendi. Aynı özellikteki Bu Ölü Kalkacak, 1976 yılında İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatrosu’nda sergilenirken yasaklandı. Dallar Yeşil Olmalı, 1985’te yayımlandı. Yazdığı son tiyatro oyunu olan Şeytanın Kaşık Oyunları (2000) deprem konusunu işlemektedir. Vedat Türkali’nin ilk romanı Bir Gün Tek Başına, 1974 yılında yayımlandı. Aydınlar arası hesaplaşmaya dayanan umutsuz bir aşk romanı niteliğindeki ikinci romanı Mavi Karanlık 1983 tarihini taşır. Üçüncü romanı Yeşilçam Dedikleri Türkiye Türk romanında bir dönüm noktası olarak anılmaktadır. 1990’da yayımlanan Tek Kişilik Ölüm, gerçek kişilere ve gerçek olaylara dayalı bir dönem romanıdır. Takip eden on yıl boyunca Türkiye Komünist Partisi’nin tarihi niteliğindeki, İkinci Dünya Savaşı döneminin siyasal yapısının sergilendiği Güven adlı iki ciltlik romanını kaleme aldı; roman 2005’te yayımlandı. 2004 yılında yayımlanan Kayıp Romanlar adlı romanı ise 90’lı yıllar Türkiye’sini, siyasi sürgünden ülkesine dönen emekli bir doktorun gözünden anlatır. Yalancı Tanıklar Kahvesi (2009), 12 Eylül’e giden süreçte geçer. 2014’te Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan Bitti Bitti Bitmedi adlı romanında ise Türkiye’nin tartışmalı konularından olan Ermeni meselesini mercek altına almıştır. Vedat Türkali’nin düzyazıları, söyleşileri, savunmaları Tüm Yazıları Konuşmaları adı altında, 2001 ve 2014’te iki ayrı cilt halinde yayımlandı. Yazarın Kürt sorunu ile ilgili yazıları da Özgürlük İçin Kürt Yazıları adı altında, 2002 ve 2014’te yine iki ayrı cilt halinde yayımlanmıştır. Vedat Türkali’nin, çocukluğundan tutuklanma sürecine kadarki yaşamından kesitler içeren, Komünist (2001) adlı bir de anı kitabı bulunmaktadır.
Edebiyatın neredeyse bütün alanlarında ürenler veren Vedat Türakli, 29 Ağustos 2016’da hayatını kaybetti.
Yazarın okuduğum ilk kitabıydı.Uzun zamandır okumak istiyordum.Bu kitabıyla tanışmış oldum.Anlatılan olaylar son derece acı ve insanlık dışı.Dünyanın her yerinde buna benzer daha fazla acının ve vahşetin günümüzde bile devam etmesi,insanoğlunun kana hiç doymayacağının göstergesi.Kitap yarısına kadar aşırı bir karışıklık içerisinde devam ettiği için çok sevemedim.Kınalı Ada'da Tarık ve Lüsi'nin aşkıyla başlayan hayatta Dede'nin anlattıkları kısımlar akıcıydı.Ermeni meselesi konusunda fikir sahibi olmak isteyenlere kesinlikle öneriyorum.Kitabın bir diğer eksisi;sayfalarca anlatılabilecek bir konuyu acelece bitirmeye çalışan bir anlatıma ve tarza sahip oluşu.
Bu coğrafyada yaşanan acılar da bu coğrafyanın insanlarının taşıdığı umut da bitti bitti, bitmedi. Vedat Türkali'nin uzun ömrü dahi kafi gelmedi tüm bu acıları anlatmaya. Yine de inatla anlatmaya devam etti.
Bu romanda acının yanına umudu koyuyor Türkali, kırımın yanına aşkı, zalimin yanına dostu... '80 darbesinin yaralarıyla başlayıp geri sarıyor bu coğrafyanın acılar tarihini.
Ama hepsinden önce insan var. İç sesleriyle, kendi çelişkileriyle, acıları ve umutlarıyla insan var bu romanında da. Nasıl özlemişim Vedat Türkali okumayı, nasıl da iyi geldi. Çünkü Türkali okumak her şeye rağmen umudu hatırlamak, her şeye rağmen bir yarının olduğunu bilmek gibi. Hele o uzun sofralar, dostluklar ve muhabbetler.
Ve tabii ki İstanbul. Sanki İstanbul'a dair öğrenecek her zaman bir şeyler var. Bizi her zaman şaşırtabiliyor tarihiyle, semtleriyle, insanlarıyla İstanbul.
Romanın ilk yarısıyla ikinci yarısı arasında ciddi bir fark var. Sanki Türkali çok daha uzun ve detaylı bir roman tasarlamış da 95 yaşında olmanın verdiği aceleye kapılmış, bir an önce derdini anlatmak istemiş gibi.
Söyleyecek bir laf bulamıyorum bu romana ilişkin. İnsan nasıl katlanır bu coğrafyanın vahşetine? Şu yaşadığım kan kokulu günlere? İçimde birazcık umut varsa, renkli ve mutlu tebessümler dolu bir geleceğe ilişkin; tek yaslanabildiğim Vedat Türkali'lerdir: Onlar ki yaaşama sımsıkı tutunan, karanlıktan hesap soran, hiç durmadan etrafa renk saçanlar. Paramaz-lar...
Türkali'nin 95 yaşında yazdığı bu romana ne puan vermek, ne de üç beş sevimsiz kelimeyle özetlemek istiyorum. Şu an tek istediğim, yaşamaya çalıştığım coğrafyanın tarihine ilişkin romanda kullanılan kitabi referanslara tekrar göz atmak. Bu ülkenin (kalmışsa) güzel kültürü, mimarisi tekrar tekrar seyretmek. Gidip kilisede mum yakmak istiyorum; katledilen kardeşlerimin anıları için.
Vedat Türkali, anlatımına, konuları işleyişine, üslübuna hayran olduğum bir yazar. Lakin "Bitti Bitti Bitmedi" ne anlatımı, ne konuları işleyişi, ne de üslubu açısından Bir Gün Tek Başına, Güven, Tek Kişilik Ölüm, Kayıp Romanlar ile yarışamayacak bir kitap. Bir dizi enformasyonu arka arkaya sıralamış durumda Türkali.
Bu kitaptaki bilgiler eğer 80'lerde hatta 90'larda bir romana konu olsa, çok konuşulacak bir şey olabilirdi. Türk solunun, Türk Komünistlerinin, TKP'nin Ermeni ve Kürt azınlıklar konusundaki -yanlış- tutumunu ifşa eden, bağımsızlıklarını talep eden ve bunun için savaşan Ermenilere Osmanlı'nın, Abdülhamit rejiminin ve İttihatçıların nasıl kırım uyguladığını, 1938'de Dersim'de, 12 Eylül'den sonra Diyarbakır Cezaevinde Kürtlere neler yapıldığını anlatan bir roman 90'larda çok insana birşeyleri anlatabilir, öğretebilirdi.
Ama 2014 yılında, tüm bunların konuşulur, bilinir olduğu hatta devletin bile kısmen/kaçamak/kısık sesli bir özür bile dilediği, siyasi iktidarın popülist söylemiyle ve tarihi rakibi CHP'yi suçlayacak argümanlarla eleştirdiği bir ortamda böyle bir kitap gecikmiş ve ne yazık ki boşa yazılmış gibi hissettiriyor.
Üstelik 1980'lerin sonunda geçen (Kitapta anlatılan, Diyarbakır Cezaevi İç Güvenlik Komutanı Esat Oktay Yıldıran'ın öldürüldüğü tarih 22 Ekim 1988) dönemde cezaevinde yatıp çıkan birinin, İstanbullu Ermeni bir ailenin, Fransa'da yaşayan Ermeni dedenin günlük yaşamının bugünkü kadar rahat olması çok da akla yatkın gelmiyor ne yazık ki.
Türkali'nin romanlarının özel bir yeri vardır hayatımda. Bu okuduğum romanın da zamanlaması oldukça yerinde oldu. Ancak Kayıp Romanları da çok beğenmemiştim, bu da aradığım tadı vermedi. Kendisine hayran bırakan anlatımlarından üslup olarak uzak buldum. Belki de böyle düşünüyor olmamın nedeni benim için bu anlatı tarzının ustanın pek çok romanından sonra yeni olmaması, artık liseli-üniversiteli o erken gençlik yıllarımın heyecanını taşımamam ve de solun tarihini romanlardan öğrenmeyi bırakmamdan olabilir. Hele ki kadın erkek ilişkilerini anlatış tarzını artık hiç beğenmediğimi fark ettim. Diğer tarihi olaylar da kurgunun içine yerleştirilirken pek çok yorumda dendiği gibi biraz aceleye gelmiş. Yine de ustaya son görevimi yapmış gibi hissediyorum, epey yol yürüdük beraber. Bitti bitti, bitmedi... Hem henüz okumadığım bir romanı ve yazıları var. Hem de mirasını aldıklarımızı geleceğe damıtmanın mesaisi hiç biter mi?
Güven gibi bir başyapıtı yazan yazardan beklentilerim çok yüksekti kitaba başlarken ama ne yazık ki büyük hayal kırıklığı oldu benim için. 1980 darbesi döneminde Diyarbakır Cezaevinde işkenceye uğradıktan sonra ruh sağlığını kaybetmiş bir gençle, genç bir ermeni kadının aşk hikayesi orijinal bir konu gibi geliyor başta ama olmuyor işte. Şirinler ve Gargamel seviyesinde iyi ve kötü karakterlerin olduğu, aşırı zorlama bir aşk hikayesinin arka planına Ermeni soykırımı ile bilgilerin neredeyse ansiklopedik şekilde okura aktarıldığı zayıf bir roman olarak kalıyor kitap. Tek taraflı anlatım hangi tarafı anlatırsa anlatsın etkileyici olamıyor zaten. Yazarın Güven ve Bir Gün Tek Başına kitaplarını çok sevdiğim için bende kredisi çok yüksek, diğer kitaplarını da okuyacağım ama bu kitabı önermiyorum.
Bu kitabin dil ve kurgu acisindan biraz acaleye gelmis gibi olmasinin sebebi, kitaptaki Dede'nin ölmeden önce bütün bildiklerini anlatma telasi gibi, Vedat Türkali'nin kendi bildiklerini anlatmadan ölmeme telasi olabilir. Yine de tarihi icerik degerinden ötürü kesinlikle okunmasi gerek bir kitap oldugunu düsünüyorum. Kolay bir dili var, bir solukta okunur.
Yakın tarihimize ilişkin çok önemli meselere ilişkin dokunaklı bir hatırlatıcı niteliğindeki eser. Peşine okunacaklar listesi hazırlıyorsunuz bir taraftan.
Keşke daha uzun olsaydı. Dede'den dinlemesi lezzetli daha neler neler vardı kim bilir...
Vedat Türkali, Türkce edebiyatta en sevdigim yazarlardan bir tanesi. Bu kitap da güzel kitaplarindan bir tanesi. Yine de ötekilerle, örnegin "Bir Gün" ile kiyaslayinca daha alt siralra koyardim bu kitabi. Son kisimlari biraz didaktik geldi. Kitap mutlu bitti, ama sanki mutlu bitmesi de bir tuhafti. Yine de kesinlikle tavsiye ettigim bir kitap. Icinde Diyarbakir Cezaevi'nden Ermeni Soykirimi'na cografyamizin hikayesi yatiyor.
Başka bir yerde dillendirdiğim üzere: "Yazımı yarım bırakılmış bir roman gibiydi Bitti Bitti Bitmedi. O anlamda evet, bitmemiş... Türkali'nin bizleri alıştırmış olduğunun aksine bir sayfayı bile heyecanla çeviremedim, zira olaylar, kahramanlar, neden anlatıldığı anlaşılamayan, "bir yere bağlanacak mı acaba" diye düşündüre düşündüre kitabın sonuna dek sünüp giden mevzular sanki yazarın Ermeni meselesiyle ilgili söyleyecek sözlerine arka plan olsun diye yaratılmış. O en sevdiğim romanların yazarı "Doğrudan makale yazsam çok kuru olur, ben en iyisi roman gibi bir şeyle halledeyim bu işi" diye düşünmemiştir tabii ama, onu tanımayan biri okusa kitabı şak diye bu yargıya varabilir kanımca. Her şeye rağmen o film izlemek gibi kitap okuma tadını tekrar yaşamak çok keyifliydi, özlemişiz beav!
Dememek olmaz, Nazım yaşasaydı şayet "Tam da senden bahsediyordum be Vedat!" derdi herhalde şu dizeleri hatırlatıldığında:
Yaşamak şakaya gelmez, büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın bir sincap gibi mesela, yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden, yani bütün işin gücün yaşamak olacak. Yaşamayı ciddiye alacaksın, yani o derecede, öylesine ki, mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda, yahut kocaman gözlüklerin, beyaz gömleğinle bir laboratuvarda insanlar için ölebileceksin, hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için, hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken, hem de en güzel en gerçek şeyin yaşamak olduğunu bildiğin halde. Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı, yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin, hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil, ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için, yaşamak yanı ağır bastığından."
Çarpıcı başlayıp, kısa sürede hayal kırıklığı yaratan ve öyle de biten bir roman. Genellikle uzun sayfalı romanlar yazan Türkali'ye yüz doksan sayfa yetmemiş.
Bir romanın ana ögesi kurgusudur. Yazar, romanını yazarken kendi kurgusunu unutup, romandan çıkarsa siz de yazarla birlikte romandan çıkarsınız. Kitabı dışarıdan okumaya başlarsınız. Son sayfasının gelmesini ve bir an önce bitmesini istersiniz.
Bazı önemli hatalar, yapılmamalı romanda. Eğitimli entelektüel mimar Lüsi, öyle bir küfrediyor ki, olmuyor, oturmuyor karaktere. Yine zorlamalı, eğreti ilişkiler ve cinsel ögeler.
Dede sahneye girdiğinde sanki roman bitiyor, bir belgesel başlıyor. Ermeniler hakkındaki bilgiler, öyküler yeterince doyurucu değil. Birtek İstanbul'daki tarihi hanların öyküsü ilgimi çekti. O da fazla ayrıntılı anlatılmış.
Artık hem yerli, hem de yabancı yazarlar, romanda oldukça kapsamlı ve etkili yan öyküler kullanıyor.
Ahmet Ümit, Kavim'de Süryanileri anlatmış kurguyu bozmadan. Orhan Pamuk'un Cevdet Bey ve Oğulları Oğulları, Sessiz Ev ve Kafamda Bir Tuhaflık 'ı adeta yüz yıllık tarihimizin kısa bir özetidir aynı zamanda. Umberto Eco, Gülün Adı ve Foucault Sarkacı' nda adeta tarikatlar tarihi içinde gezdirir sizi, roman tadını bozmadan.
Sonuç olarak henüz okumadıysanız, vakit kaybetmeyin derim. Bir Gün Tek Başına 'yı okuyun yeter.
Her zamanki gibi kanadı kırık, ihtilal kurbanı bir genç.. Hüzünlü, canı yanmış, can yakan hikâyesiyle.. Vedat Türkali'nin burada diğer uzun romanlarına göre farklı bir uslubu var kitabın ana karakteri Tarık -Murat mı desek- gibi azıcık delice. Sanki bu ufak romana sığabilsin diye hızlıca anlatıcı ve kahramanların konuşmaları, iç sesleri birbirine geçmiş durumda. Herşeye rağmen görmüş, geçirmiş bir yüreğin bize ulaşması, tarihi incelemelerle bilmediğimiz ya da bu zamana kadar düşünmediğimiz şeylerin bize sunulması açısından kitabın değerli olduğunu düşünüyorum. Laz'ı, Kürt'ü, Türk'ü, Rum'u, Ermeni'si.. Neden bu etiketleri gözlerimizin içine içine sokarlar? Neden kimse insanı "insan" olduğu için sevmez, anlamak istemez? Koskoca dünyaya sığamadık da mı her yeri bir yandan da mezarlığa çevirerek izlerimizi kazıdık bu topraklara? "Bazı şeyler sahiden söze, yazmaya dökülemiyor." Şahit olmadığımız, akıl erdiremediğimiz bu olaylar yaşandı. "Tarık, tüm bu olup bitenlerden haberdar olmadan yaşayabilmiş olmasına inanamıyordu. Ne büyük acılar yaşanmış ne büyük nefretler birikmişti öyle. Bu halk, tüm bunları hak edecek ne yapmış olabilirdi." Nasıl da kırık döküklerle dolu Tarık'ın karşısına çıktı Lüsi.. Olmadı mı işte bir Ermeni'yle Türk, iyi gelmediler mi birbirlerine, tutunmadılar mı hayata? Bal gibi de oldu.. Elbette böyle hassas bir konuyu ciltlere dökseler bize yetmeyecek. Ama uçurumdan atılan o canların çığlıkları gibi bin sesle doldurdu kalbimi Vedat Türkali..
Büyük yazarın etkilenerek okuduğum bir kitabı oldu bu eseri. Aslında edebi yönden çok kuvvetli değil, kitapta bir eksiklik, yarım kalmışlık duygusu var, yine de bu kitabı doksan beş yaşında yazdığını düşününce daha fazla bir eleştiri getirmemek gerekiyor. Yine de kitabın başı ile sonunun tutmadığını düşünüyorum; kahramanın kendisinin başından geçenler hiç işlenmese ve Ermeni meselesi üzerine Türk tarafının da tezlerini işleyerek daha detaylı yazılsa herhalde daha etkileyici bir eser ortaya çıkacaktı; bu biraz Ermeni Sorununa Giriş 101 gibi bir başlangıç eseri olmuş, yoksa yazarın elinde yeterli bilgi ve malzeme var. Bana öyle geliyor ki editör fazla karışmak istememiş büyük ustanın bu son işine. Netice itibariyle alıp okunması gereken bir kitap, insana kattığı çok; nur içinde yat Vedat Türkali.
80 ihtilanin acilari ve korkularindan siyrilmaya calisan Tarik'in ic sorgulariyla baslayip hayatini degistiren Lusi ile tanismasiyla devam eden hizla okunan, aci olaylarla dolu olmasina ragmen insanin icinde bir umit filizlendiren hikayesi. Cocuk Erdal Eren'in asilmasindan 80 sonrasi cezaevi iskencelerine, Ermenilerden Alevilere bu topraklarda yasayan insanlarin cektikleri bir suru acinin dede'nin agzindan anlatilmasiyla ilginclik kazaniyor kitap. Turkali'nin diger kitaplari kadar surukleyici ve edebi degeri yuksek olmasa da (mesela 'Guven'ler cok kalin iki cilt olmasina ragmen bir solukta okunuyor) ve biraz aceleye gelmis izlenimi verse de (Turkali sonucta 95'i devirdi, anlasilir) kesinlikle degisik bir seyler bulacaginiz bir kitap, tavsiye ederim.
Vedat Türkali'nin tarzını her kitapta hissedebildiğiniz gibi bu kitapta da hissedebiliyorsunuz. Tarihsel gerçeklikleri arka planda verirken bir yandan da insanların ilişkilerine aşklarına sıkıntılarına şahit oluyorsunuz. Sadece ve akıcı dili sayesinde okuduğunuzu hayal etmekte pek zorlanmıyorsunuz.