“Okuyacağınız metin, beklemediğim bir anda çıktığım zor, gerilimli ve hazin hatıralarla dolu bir seyahatin notları. Uzun yıllardır konuştuğumuz, dert ettiğimiz, andığımız ve anlamaya çalıştığımız Doğu Türkistan’da bizzat yaşadıklarım, şahit olduklarım ve gördüklerimin bana düşündürdükleri, müstakil bir kitap olarak şimdi elinizin altında. Böyle bir kitabı kaleme almaktaki öncelikli hedefim, Müslüman Uygurların karşı karşıya bulunduğu dramı ve gerçekliği, mümkün olduğunca anlaşılır biçimde aktarmak. Doğu Türkistan meselesi, hem sahadan doğru haber almanın zorlukları hem de Çin’in uyguladığı çok boyutlu dezenformasyon sebebiyle, ülkemizde ne yazık ki hak ettiği ilgiyi göremiyor. “Gözden ırak olan gönülden de ırak olur” misali, kendi yakın çevremizdeki krizlerin gerisinde ve gölgesinde kalan bir dava Doğu Türkistan. İkinci hedefim, geleceğe ve bizden sonraki nesillere, bugünlere dair bir kanıt ve kayıt bırakmak. İçinden geçtiğimiz dönemde Doğu Türkistan ne durumda? Dünden bugüne neler yaşandı? Yarın neler olabilir? Dönüşümlerin istikameti nereye doğru? Şimdi devam eden süreçlerin somut neticelerini kendi gözleriyle görecek olan istikbalin Müslümanları, 2025 yılında bölgeyi adımlamış birinin satır aralarından epey ipucu yakalayacaktır diye düşünüyorum. Üçüncü bir hedefim de, Doğu Türkistan havzasının coğrafi, tarihi ve kültürel bakımdan daha iyi anlaşılmasına mütevazı bir katkıda bulunmak. Seyahatname’yi okurken, bölgenin, Türkiye’den bakınca belki hiç göremediğimiz ve fark edemediğimiz bir derinliğinin bulunduğuna şahitlik edeceksiniz. Hatta belki bazı isimler ve mekânlar, sizi daha kapsamlı okumalara sevk eden birer işaret fişeğine dönüşecek.”
1980, Anamur doğumlu. Kartal Anadolu İmam-Hatip Lisesi ve İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ni bitirdikten sonra başladığı gazetecilik mesleğini sürdürüyor. Ortadoğu ve İslâm dünyası, uzun yıllardır yoğunlaştığı çalışma sahası. Hâlen Yeni Şafak gazetesinde, haftanın iki günü, sıklıkla seyahat ettiği İslâm coğrafyasının gündemine dair köşe yazıları yazıyor. Aynı zamanda aylık Derin Tarih dergisi ve gzt.com/mecra sitesinin genel yayın yönetmeni.
Yayımlanmış kitapları: - Şam Kitabı - Çocuk Ansiklopedisi - Eski İstanbul Fotoğrafları - 365 Günde Peygamberimin Arkadaşları - Ali Emiri’nin İzinde - Söylemesem Olmazdı - Ortadoğu’dan Notlar - Kırmadan İncitmeden - Kudüs Yazıları - Seyrüsefer - Ortadoğu’ya Dair Yirmi Tez - Neyi, Nasıl Yapmalı? - Hatırda Kalanlar - Biz Bize - Gölgelerin Peşinde / 50 Portre - Dalları Gökte Bir Ağaç - Bir Rüyayı Hatırlar Gibi
Müslüman olmanın ve Türk olmanın (en azından bu topraklarda) ilginç bir hali var. Bir çeşit sorumluluk hissi. Bir rol, dahil olma arzusu. Evvela yakın olanlara belki ama tüm mazlumlara karşı. Bu öğretilmiş bir şey mi, tarihsel süreçlere mi bağlı bilmiyorum. Bir şeyleri değiştirecek durumda olunmadığında bir yük aynı zamanda. Myanmar da, Doğu Türkistan da, Filistin de, açlıktan ölen bir Yemenli çocuk da, pazarda alçakça katledilen bir başka çocuk da hepsi yürekte dokunacak bir yer bulabiliyor. Bir şeyler yapmak istiyorsun. Meydan okumak. Bir yandan da meşhur Abdülmuttalib’e atfen “Ben develerin sahibiyim, Kabe’nin sahibi var.” meselesi aklıma geliyor.
Her ne olursa olsun duyarlıyız. Kitabı hızla sipariş verip okuma listemin zirvesine yerleştiriyorum. Adı üzerinde bu tam bir seyahatname. Yazarın ilk ve tek sefer bölgeye yaptığı seyahat, izlenimleri, planlama ve sonrasında okumalarıyla ilave ettiği tarih, kültür ve sürece dair notları ve işi zenginleştiren fotoğraflardan mamul. Anın ve yazarın bakış açısının öznel şekilde dondurularak tarihe not düşülmesi olmuş. “Bu tarihlerde böyleydi.” Akademik veya derinlik olarak iddialı olmasa da “an” ile ilgili gelecekten bakıldığında kıymetli bir vesika olacaktır.
Nüfus ve yüzölçümü itibariyle çok büyük bir yekun tutmasına rağmen hakkında nisbi olarak az şey bildiğimiz bir ülke Çin. Bu kasıtlı bir politikanın neticesi zannediyorum. Kapalı devre evrenlerinde bize ihtiyaçları olmadan varlar. Bir pazar, nüfuz sahası, müşteri ve hammadde kaynağı olarak bizlerle ilgileniyorlar, her yerdeler ama perdeleri sıkı sıkıya kapalı.
En mahrem tutmaya çalıştıkları yerlerden biri de anlaşılan Sincan bölgesi. “Bu çağda var olamaz!” dediğimiz şeyler maalesef yaşanıyor. Tüm entegrasyona, bilgi ve iletişim çağına rağmen bazı şeyler önlenemiyor. Uygur Türkleri de bundan paylarına düşenleri fena alanlardan. Kılık kıyafet hürriyeti, inanç hürriyeti, seyahat hürriyeti ve daha nicesinin kısıtı…
Kapsamlı bir seyahat blogu yazısı gibi kitap. Okuması kolay, dili sade, öznel ve duygusal. Yukarıda bahsettiğim kapalı devrelikten de kaynaklı olsa gerek bazı bulguları yıllar içinde değişen uydu görüntüleri üzerinden tespit etmiş ve paylaşmış. Bu bölümleri hem beğendim hem de çabayı takdir ettim. Yok edilen (kentsel dönüştürülen?) Türk mahalleleri, kubbesi ve minaresi tıraşlanan camiler, yıkılan ve üzerine alışveriş merkezi inşa edilen külliyeler ve dahi mezarlıklar, eğitim (toplama?) kampları…
Daha ötesinden bahse gerek yok. Meraklısına öneriyorum, detaylar kitapta ve sair okumalarla takviye edilebilir. Ben şimdi Karakarga’nın bastığı “Uygur Türkleri Ölüme Kafa Tutan Bir Halk” grafik romanını tekrar okumaya geçiyorum.
Kendime not: Maalesef böyle sıkıntıları görene kadar kıymetini bilemediklerimin kıymetini daha çok bilmeye, mesela camilerimizle olan ilişkiyi kuvvetlendirmeye karar verdim. Kapatılmış, yasaklanmış, yıkılmış yahut girişlerine yaş sınırı, kimlik kontrolü getirilmiş bölge örneklerini görünce yanı başımızdakilerin kıymetini bilememekten utandım.
Kitaba başlarken aslında az çok ne ile karşılaşacağımı bilmeme rağmen yazılan ayrıntılar ve resimlendirilen detaylar o kadar şaşırttı ki.. Bir müslüman coğrafyanın bilinçli bir propaganda ve toplum mühendisliği ile ne hale geldiğinin en acı örnekleriyle karşı karşıya kaldım. Normal ve olası olarak gördüğümüz, her gün yaptığımız bir çok eylem aslında ne büyük bir özgürlük alanının ürünüymüş.. Bir müslüman olarak yaşayabilmek ne büyük bir özgürlükmüş meğer. Bir cemaat ile namaz kılabilmek, istediğimde camiiye girebilmek ne büyük bir özgürlükmüş.. Görünmez hale gelen şükür sebeplerinin varlığından haberdar oluş ve bu haberdar oluştan derin bir acı ve hüzün duyuştu en güçlü hislerim.. Kitabın özellikle son sayfalarını okuyunca Taha Kılınç’ın bu kitapla ne yaptığını, ne kadar büyük bir kayıt bıraktığını ve bu yolda nasıl büyük risk aldığını daha iyi idrak ettim. Rabb’im Doğu Türkistana seyirci kalan bizlere idraki, bu durumu değiştirebilecek ilmi ve gücü nasip etsin..
Doğu Türkistan hakkında parça parça görüp duyduğum bilgileri, tek bir kitapta bu kadar derli toplu ve detaylı biçimde bulabilmek benim için oldukça çarpıcı bir deneyim oldu. Oradaki insanların yaşamını okudukça, akla gelebilecek neredeyse tüm olumsuz duyguları iliklerime kadar hissettim. Bu konuyu sosyal medyada birkaç saniyelik videolarda görüp, hemen ardından gelen komik bir içerikle unutmakla; bir kitap okuyup gerçekten anlamaya çalışmak arasında ne kadar büyük bir fark olduğunu çok net biçimde idrak ettim. Yazarın mesleğinden gelen bakış açısı ve karakterinden kaynaklanan eleştirel duruşu olmasaydı, bu seyahatnamede anlatılan coğrafya muhtemelen orayı gezen herhangi bir insanın görebileceğinden çok daha yüzeysel yorumlarla aktarılırdı; buna benim de dâhil olduğumu rahatlıkla söyleyebilirim. Bu söyleyeceğimden gurur duymuyorum ama o coğrafyada yaşananlar başka bir dine mensup bir toplumun başına gelseydi büyük ihtimalle “ne yaşamlar varmış” deyip geçerim; hâlime sadece bu konuda şükretmem doğru gelmese bile. Ama bunu yaşayanlar Müslüman ve Türk olunca insanın istemsizce içi sızlıyor. Müslümanların, daha doğrusu gerçek Müslümanların sıkıntısız yaşadığı herhangi bir coğrafya yok bu dünyada ve dışarıdan bakan bir göz bunu haliyle direkt inanca bağlayabilir. Ama bunca zorluğa ve bunca işkenceye rağmen, dininden yeri gelince canı pahasına ödün vermeyen bu insanları görünce onlar adına şeref duymaktan kendimi alıkoyamıyorum. Her ne kadar kıyas yapmaktan kaçınmak istesem de en güncel örneklerden biri olan İsrail’in Gazze’de gerçekleştirdiği soykırımda insanlar öldürülüyor, katlediliyor. Doğu Türkistan’da ise insanlar sanki her gün yeniden ölüme uyanıyor, bitmeyecek bir işkencenin içinde, kaçışın olmadığını bilerek yaşamaya çalışıyorlar. Bunu söylemek haddim değil belki ama bu şekilde yaşamak, bana ölümden daha beter gibi geliyor. Özellikle Türk kimliğiyle özgürlük kavramının tarih boyunca ne kadar iç içe geçtiği düşünüldüğünde, bu baskının ağırlığı daha da derin hissediliyor. Ama elbette bunun da bir sonu olacak, eminim. Çin’in 1984 distopyası yönetim tarzından kurtulacak bir gün Doğu Türkistan halkı. Çin’le dostane olmasa da uzun bir tarihsel mazimiz var; ancak günümüzde bu geçmişi büyük ölçüde unutmuş durumdayız ya da ticaret konusundaki gücünden dolayı görmezden geliyoruz, bilemiyorum. Asıl düşman bugün Batı gibi görünse de gelecekte, geçmişte olduğundan çok daha büyük bir tehlike arz edecek Çin bu gidişle. Evet, Batı ve özellikle Amerika onlardan daha iyi değil ve şu an dünyanın çoğunluğuna resmî ve gayriresmî olarak hükmetseler de, onların yerinde Çin olsaydı dünya şu andaki hâlinden çok daha kötü bir durumda olurdu ve şu anki berbat hâline bile çok daha erken gelirdi. Bu bir edebiyat kitabı olsaydı herkese tavsiye etmezdim, hitap açısından; ama gerçekleri okuyup bilmek açısından bu kitabı benzer gönül bağlarına sahip herkes mutlaka okumalı ve okutturmalı. Taha Kılınç’a emeği ve cesaretinden dolayı teşekkür ediyorum.
5 yıldızı yazara cesareti için veriyorum. Aslında Ketebe’den 1 puan kırmak lazımdı. Bazı sayfaların gözü rahatsız edecek kadar bulanık bir görüntüsü vardı. Bir kaç yerde kelime hatasına denk geldim. Keşke not alsaydım. Onun dışında insan üzülmeden edemiyor ne şartlarda yaşamaya mahkumlar. İnsan özgürlüğü olmadan nasıl yaşar?
Filistin’i sık sık konuştuğumuz bu dönemde, akan kanı çoğu zaman görmediğimiz başka bir coğrafyayı sayfalar aracılığıyla gezmek çok sarsıcıydı. Doğu Türkistan’ın tarihini ve coğrafyasını son derece akıcı bir dille aktarıyor. Kitap, zulümlerin yalnızca televizyonda ya da kısa videolarda gördüklerimizle sınırlı olmadığını, görünmeyen pek çok acının hâlâ yaşandığını hatırlattı bana.