Unutma yetisini kaybetmenin siyah mermerden yapılmış kaskatı bir levha haline getirdiği hayatım bundan otuz küsur yıl önce altüst oldu. Bir gece sabaha karşı bir saatte annemin uyurgezer olduğunu fark ettim. Ama hayatım annem uyurgezer olduğu için değil, annemin uyur halde gezerken bana söylediği şey yüzünden altüst oldu. Annem o gece benliğime öyle bir darbe indirdi ki, bir daha yaşadığım hiçbir şeyi unutamadım.
Annemin annesinden nefret etmesi gibi, ben de annemden nefret mi ediyorum, bu yüzden mi E.’den kopamıyorum, bağımsız bir Şehnaz olamıyorum diye kendime soruyordum. Cevaplarından korktuğum sorulardı bunlar.
Unutamayan bir belleğin kişisel muhasebesi, hayata rengini veren otuz yıllık güçlü bir aşkın anatomisi ve bir ülkenin toplumsal panoraması.
Annesinin uyurgezerliği bilinçdışının labirentlerinde kaybolduğu sanılan aile sırlarını açığa çıkarırken buna tanık olan Şehnaz’ın belleği unutma yetisini kaybeder. Öğrendiği sırlar sadece aile sırları değildir, Osmanlı’dan günümüze uzanan toplumsal ve trajik bir kadınlık durumudur. Ekonomi profesörü Şehnaz kadınların yüzyıllardır süren yok-hayatlarını sorgularken erkeklerin hayattan erken çekildiği kadıncıl ailesinin var olma sürecini bir akademisyen gözüyle ele alır. Kişisel muhasebesini yaparken toplumsal normlara uymayan otuz yıllık aşkının zehirli yanlarıyla yüzleşir, bu sırada aklında bir başka kadın, büyük aşkı E.’nin karısı Eyşan vardır.
Annemin Uyurgezer Geceleri, bireysel hatıraların nasıl toplumsal hafızaya dönüştüğünü güçlü bir edebiyat diliyle sorgularken okurları bu ülkede kadın olmanın düşünmekten kaçındığımız gerçeğini de düşünmeye zorluyor.
Erenköy Kız Lisesi'nin ardından İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden mezun oldu. Üniversite yıllarında çeşitli edebiyat ve kültür dergilerine yazılar yazmaya başladı. Edebiyat üzerine ilk yazılarını 1983 yılından itibaren çeşitli dergilerde yayımladı. 1989 yılında gazeteciliğe başladı. Sokak dergisinde, Güneş ve Yeni Yüzyıl gazetelerinde çalıştı. 1989 yılında "Saklı" başlıklı öyküsüyle Cumhuriyet gazetesinin verdiği Yunus Nadi Öykü Ödülü'nü kazandı. 1999-2004 yılları arasında Yapı Kredi Yayınları'nda yayın yönetmeni olarak çalıştı. 2001 yılında yayımlanan Bir Maniniz Yoksa Annemler Size Gelecek başlıklı yapıtı, 2003 yılında altı Balkan ülkesinin katılımıyla düzenlenen Balkanika Ödülü'nü kazandı ve altı Balkan diline çevrilmesine karar verildi. 2003 yılında Sait Faik'in öykülerinden hareketle yazdığı Havada Bulut başlıklı senaryosu filme çekildi ve TRT'de gösterildi. Aliye ve Binbir Gece dizilerinin senaryo ekibinde yer aldı.
Eserleri
* 1989 - Saklı, Cem Yayınları, 1989, Öykü * 1992 - Kapak Kızı, Simavi Yayınları, 1992, Roman * 1995 - İkiyüzlü Cinsellik, Altın Kitaplar, 1995, Araştırma (Oya Ayman ile) * 1996 - Mağara Arkadaşları, Yapı Kredi Yayınları, 1996, Öykü (ISBN 978-975-3635-16-5) * 2000 - Aziz Bey Hadisesi, Yapı Kredi Yayınları, 2002, Öykü (ISBN 978-975-3635-68-4) * 2001 - Bir Maniniz Yoksa Annemler Size Gelecek, Yapı Kredi Yayınları, 2004, Yaşantı (ISBN 978-975-0806-63-8) * 2003 - Taş - Kağıt - Makas, Yapı Kredi Yayınları, 2004, Öykü (ISBN 978-975-0806-85-8) * 2006 - Evvelotel, Can Yayınları, 2006, Öykü (ISBN 978-975-0706-30-1) * 2007 - Ömür Diyorlar Buna, Can Yayınları, 2007, Yaşam Dizisi (ISBN 978-975-0707-77-3) * 2009 - Bir Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan Kısa Tarihi, Can Yayınları, 2009, Roman Dizisi (ISBN 978-975-0710-24-7) * 2010 - Yeşil Peri Gecesi, Can Yayınları, 2010, Roman Dizisi (ISBN 978-975-0712-18-0) * 2011 - Suzan Defter, Can Yayınları, 2011, Roman Dizisi (ISBN 978-975-0712-97-5) * 2014 - Dünya Ağrısı, Can Yayınları, 2014, Roman Dizisi (ISBN 978-975-0719-28-8) * 2018 - Âşıklar Delidir ya da Yazı Tura, Can Yayınları, 2018, Roman Dizisi (ISBN 978-975-0736-80-3) * 2020 - Osman, Can Yayınları, 2020, Roman (ISBN 978-975-0745-52-2)
Senaryo Düş, Gerçek, Bir de Sinema (1995) Usta (2008) 72. Koğuş (2011)
Annemin Uyurgezer Geceleri yüzünden bana birkaç gece uykusu borcu var Ayfer Tunç’un, zira “bir başlayayım şu kitaba” dedim ve sonrasını hatırlamıyorum resmen. Üç gündür her boşlukta, geç yatıp erken kalkarak, uykumu kurban edip elimden bırakamayarak okudum, bugün bitirdim.
Polisiye sürükleyiciliğindeki bu koca romanı tek kelimeyle özetlemem istense “iktidar” derdim, çünkü anlattığı hikayenin her katmanında mikro ve makro iktidarları didikliyor Ayfer Tunç. Anne-kız ilişkisindeki, romantik ilişkilerdeki iktidarı odağına alır gibi gözükürken arkada ve satır aralarında da Türkiye’deki büyük iktidar ve sermaye değişimini detaylandırıyor, öndeki hikayenin arkadaki toplumsal ve sosyolojik değişimle nasıl ilişkili olduğunu anlatıyor.
Bir ailenin üç kuşak kadınının öyküsünü zamanda sürekli ileri geri giderek okuyoruz kitapta. Paşa kızı bir anneanne, onun öğretmen kızı ve onun da ekonomi profesörü olmuş kızı; anlatıcımız Şehnaz. Bir gece annesinin uykusunda yürümesi ve Şehnaz’ın o güne dek hiç bilmediği aile sırlarını ifşa etmesiyle beraber hikaye önce düğümleniyor, annenin uyurgezerliği sürdükçe de o düğüm yavaş yavaş çözümleniyor.
Bu bol kadınlı hikayede aslında bolca da erkek var. Ölü erkekler, diri erkekler. Bedenen veya ruhen zarar veren erkekler. Bu erkeklerden en önde olanı, Şehnaz’ın hocası ve sonra da sevgilisi olan, evli bir adam olan E. E’nin ismini öğrenmiyoruz zira E. pek çok erkeği ve erki temsilen orada. E. çok tanıdık biri bana sorarsanız, maalesef. Zayıflığını ve zavallılığını bir büyük ego ve kibir maskesiyle örtmüş, acınasılığını acımasızlıkla perdelemiş, muhtaciyetini muktedirlik maskesi altına saklamış bir adam. Şehnaz’ın ona duyduğu ve uzun yıllar aşk sandığı şey de aşk değil, zira iktidar ilişkisinin bu denli asimetrik olduğu bir yerde aşktan söz edemeyiz kanımca, aşka benzeyen ama bambaşka şeylerden müteşekkil bir duygu o. Şehnaz ve E. ilişkisi o kadar iyi yazılmış, o asimetrinin ilişkilerinin her yerine nasıl sindiğini, nasıl biçimlendirdiğini o kadar iyi anlatmış ki Ayfer Tunç satır aralarında, insan okurken öfke, acıma, şefkat karışımı bir tuhaf duygunun içinde buluyor kendini.
Ha gerçi tüm karakterler muazzam yazılmış, kanlı canlı önümde belirdi her biri ve kafamda karşılık buldu, hayatımdan birilerinin yüzünü aldı. Keza aynı şekilde, hayatının kahir ekseriyetini Kadıköy’de geçirmiş biri olarak romanın mekanı olan Kadıköy de sokakları, ağaçları, zaman içinde yiten veya değişen sesleriyle gözümün önünde vücut buldu okurken, böyle bir romanın şehrin en belirgin dönüşümlerden birini geçiren Kadıköy’ü kendine mesken tutması bence hikayeyi şahane tamamlıyor.
Anlatıcımız Şehnaz, kendisinin de işaret ettiği üzere Borges’in ünlü Funes karakteri gibi unutamamaktan muzdarip olduğu için neredeyse bir yüzyıla yayılan bu hikayeyi film seyreder gibi okudum. Bu yorum da Borges’in Funes’e dair söyledikleriyle bitsin madem: “Her şeyi hatırlamanız gerekmez, çünkü sözgelimi benim Funes adlı karakterim sonsuz bir belleğe sahip olduğu için sonunda aklını kaçırır. Hiç kuşkusuz, her şeyi unutursanız artık var olamazsınız. Çünkü insan geçmişinde var olur. Yoksa kim olduğunuzu, adınızın ne olduğunu bile bilemezsiniz. O iki öğenin karışımını aramalısınız. Bellek ve unutuş, buna hayal gücü adını veriyoruz. Cafcaflı bir ad.”
Ne diyeyim, hayal gücünüze müteşekkiriz Ayfer Hanım. Çok, çok, çok sevdim.
Sonra belki daha uzun yazarım ama ilk izlenimim hem çok geveze hem de "kör göze parmak" olduğu yönünde. Bu gevezelik beraberinde tekrar hissini de uyandırıyor. Merkeze konan ilişki de Şehnaz karakteri de ilgimi çekmedi doğrusu. Sonrasında romanın evreni genişledikçe, özellikle sermayenin değişimi, ülkenin değişimi, gücün irdelenmesi ve diğer kuşakların da dahliyle daha bir güzelleşiyor ama hem olması gerekenden uzun hem de kurgu olarak zayıf olduğu için yine de tatmin edemiyor. Zayıf diyorum başka bir yazar yazmış olsa daha farklı bakardım ama Ayfer Tunç olunca ister istemez beklentim yüksek. Çok istesem de aradığımı bulamadım ne yazık ki. Okuyucuya hiç alan bırakmayan, her şeyi ama her şeyi anlatmaya, göstermeye çalışan metinlerle bağ kuramıyorum, bence anlaşamamamızın en büyük nedeni bu.
Oh be nihayet Ayfer Tunç edebiyatı diye çığlık atmak istiyorum çok sevgili okurlar! misler gibi Ayfer be üç yıl önce çıkardığı Kuru Kız adlı rezalet ötesi kitabından sonra nihayet okurlarının eleştiri okları,tokatları ve de zorbalıkları meyvesini vermiş olacak ki Ayfer'im kaybolan yönünü bulmuş Türk edebiyatına yine 'ben buradayım ölmedim daha!' sesleriyle geri dönmüş.
kitabı ilk elime aldığımda gerçekten çok korktum 'eyvah dedim ya yine kötüyse!' ama sonra okudukça içime ılık ılık o Ayfer Tunç sesi girdikçe 'tamam işte bu !' demekten kendimi alamadım sevgili okur nihayetinde yüz yüz verimli olan her topraktan her sene yüzde yüz verim alamayız ben de Ayfer Tunç'u verimli bir toprağa benzettim ama benim için öyle be sevgili okur!
Annemin Uyurgezer Geceleri eski Ayfer Tunç tadında sapasağlam bir girişle başlayıp üç kuşak kadının hikayesini birbirine bağlarken okuduğunuzda tadından yenmeyecek bir hikaye sunmaktan geri durmuyor yazar bize. Kişisel belleğin insanı oyuna,yakın geçmişine tanıklık ederken sizi alıp savurup savurup atan bir rüzgarla dans ediyorsunuz ve kaçınılmaz olan yüzleşmelerden de payınızı alarak okuyorsunuz kitabı.
Hatıraların nasıl bir kaneviçe gibi ilmek ilmek insan beynine işlediğini de, edebiyatın nasıl güçlü bir sorgu aracı olduğunu da zank diye anlayıveriyorsunuz.
Ben çok sevdim okurken çok da lezzetliydi yemin ederim size de afiyetler olsun.
2.5'tan 3, goodreads keşke yıldızlama sistemini değiştirse artık. Elim gitmedi 2 yıldıza. O kadar ama o kadar hayal kırıklığı oldu ki benim için, ben 3 kuşak kadının birbirine dolanan hikayelerini okuyacağız zannetmiştim ama bu kısım romanın %20si anca eder. Bir de gereksiz şeyler hakkında gereksizce çok konuştuğu için romana adını veren geceler sonrası ana karakterin yaşaması gereken kimlik krizine bile hiç değinilmemiş. Şahsen Şehnaz'ın annesi, anneannesi ve büyük büyük annesi benim ilgimi Şehnaz'dan daha çok çekti, Eyşan bile daha okunası bir insandı. Bu kadar kadın karakterin etrafında en sıkıcı kişiliğe sahip kadından onları dinlemek tat kaçırıcı. Ayfer Tunç belki sonraki işlerinde diğer kadınları yazar Yeşil Peri Gecesi ve Osman gibi, ama bildiğimiz kalemiyle geri dönecekse yazar umarım.
3.5 Ayfer Tunç beğendiğim, Kapak Kızı üçlemesinin özellikle Yeşil Peri Gecesi'nden çok etkilendiğim ve tüm kitaplarını okuduğum bir yazar. Bu romanla ilgiliyse "ama" içeren düşüncelerim var. Öncelikle romanın biraz uzun tutulduğunu düşünüyorum. Kadın-erkek, aile, arkadaş, iş hayatı hatta hastanelerdeki refakatçi ilişkilerinde iktidar meselesi üzerine kurulan olay örgüsüne itirazım hiç yok ama buna paralel özellikle akademik hayattaki çürüme/ yozlaşmaya yönelik tespitlerin araya serpiştirilmesi, mesajların açık açık verilmesi benim için akıcılığı bozan noktalardı. Ne kadar zeki, okumuş, kültürlü, güzel de olsa erkek egemenliği altında kendi karakterlerini bulamayan kadınlar(Şehnaz/ Eyşan), yaşanan "toksik" ilişki, bir tür bağımlılığa dönmüş "bitmeyen aşk" meselesi konularında da çok emin değilim, çok özgün gelmedi okuduklarım. E. ile olan kısımlardan bu nedenle hiç etkilenmedim. Kitap benim için iki bölüm gibiydi; Şehnaz'ın E. ile olan aşkı ve ilişkisi ağırlıklı ilerleyen, bu ilişki anlatılırken romandaki üç temel kadın karakterin ilişkilerine de giriş yapan ilk bölüm ile E.'nin neredeyse yok olduğu ve üç temel kadının geçmişlerine yer veren, annenin uyurgezerliğinin detaylandırıldığı ikinci bölüm. Ben açıkçası bu ikinci bölümü daha çok sevdim. Genel olarak ise romanın kendisinin de uyurgezer bir anlatımı var gibi geldi bana. Biraz oradan oraya sürüklenen, E.'den anneanneye geçiveren, annenin yaşadıkları anlatılırken bir anda doktor komşunun geçmişine dair kısa bilgiler veren bir anlatım. Bu, benim için akıcılığı yavaşlatan bir anlatım oldu; bazı detaylar, tespitler ve olaylar hiç ilgimi çekmedi. Galiba ister istemez Ayfer Tunç'un önceki romanlarıyla kıyaslama yapıyorum. Bu nedenle puanım düşük olabilir.
İnsan ruhunu anlatma konusunda en başarılı yazarlarımızdan biri Ayfer Tunç, bu romanda bir kez daha yapmış bunu. Hani böyle birkaç gün bir romanın evreninde kaybolup gitmek istiyorsanız, bu kitap tam da onu yapıyor size.
Bir aile draması olarak başlayıp okudukça katman katman açılan, iç içe geçmiş kadınlık deneyimlerini, bastırılmış hatıraları, toplumsal cinsiyet rollerini size sunan bir hikaye. Bir ailenin birkaç kuşak kadın üyelerinin adeta birbirlerine miras gibi aktardıkları kadersizliklerini anlatıyor yazar. Bunu da dramatize etmeden, içinize işleyen bir dille yapıyor. Her karakterin kendi içinde taşıdığı yaralar, seçimler ve mecburiyetler o kadar tanıdık ki bu ülkede, hikaye bir süre sonra yalnızca bu aileyi değil; belleği, kadın oluşu ve kuşaklar boyunca süren sessiz bir mücadeleyi de okumaya dönüyor.
Roman ilerledikçe, özellikle Şehnaz’ın annesiyle hesaplaşma çabaları ve geçmişi anlama isteği, kitabın duygusal merkezine dönüşüyor. Bunun yanında, yıllarca aşk sandığı ama bir bağımlılık ilişkisine dönüşen E. ile olan hikayesi yer yer beni sinirlendiren, nasıl böyle davranırsın, nasıl bunu kabul edersin diye sürekli sorgulatan bir çatışma yarattı. Şehnaz’ın kırılganlığı, insanın kendini kandırma biçimleri, toksik ilişkilerin nasıl adım adım normalleştirildiği, yıllar sonra ilişkideki dinamikleri adeta itiraf eder gibi kabullenişi, tam da hayatta çoğu zaman olduğu gibi.
Kurgu olarak zamanda ileri gidiş gelişlerle adeta bir yap-bozu parça parça tamamlıyoruz. Ayfer Tunç’un duru Türkçesini okumayı çok seviyorum, bu kitap da yine öyle. Hikayenin de ayrı bir sürükleyiciliği var zaten. Şehnaz ara sıra aklıma gelecek kesin. Belki bu kitap da uzun aralıklarla gelen Kapak Kızı üçlemesine dönüşür, ne güzel olur.
Edebiyatımızda iyi editörlere çok ihtiyaç olduğunun kanıtı gibi bir roman. Oldukça dağınık, gereksiz tekrarlarla dolu ve duygu dolu olabilecek birçok an pas geçilmiş. Hayal kırıklığı…
Her zamanki diliyle insanı hızla içine alan bir Ayfer Tunç romanı. 80’lerde Moda’da yaşamış insanların anıları birebir yansıtılmış, bunu nasıl yapıyor bilmiyorum. Tek itirazım önceki romanlarında bilinç akışı gibi daldan dala atlayarak parantez içi doldurması bu defa konuyu zenginleştireceğine dağıtmış. Hikayeyi beslemeyen yan yollara fazlaca sapılıp haddinden fazla uzatmış gibi hissettim bu kez. Yine de merakla sonunu getirdim.
Çok çok ama çok beğendim. 2 günde, elimden bırakmadan, bir solukta okudum. Kadınlığa dair bu ülkede yaşana gelen (ve hala devam eden) büyük dramın tarihi şahitliğini yapar gibi hissettim. Üzüldüm. Mutlaka okuyun.
3.5⭐️ birisi kör göze parmak demiş çok haklı buldum. Ayfer Tunç un dili yine akıp gidiyo ama bazı şeyler öyle gözümüze sokulmuştu ki akıcılığı dağıttı benim için. E. ile olan ilişki kısımlarında sıkım sıkım sıkıldım, kadınların hikayelerini okuduğumuz kısımlar çok daha keyifliydi
Ayfer’im diyorum başka bir şey demiyorum, gerçekten çok sevdim, bir yandan da kahroldum, kadın olmaya dair çok iyi tespitler var, ayrıca son 15-20 yılda toplum olarak dönüşümümüze dair harika tespitler var. Birçok kadının ve insanın hikayesini eş zamanlı olarak anlatmış, hikayeye birkaç satırda giren kadınlarda bile toplum baskısının yerleşik yaptırımlarını iliklerime kadar hissettim. Kaybolmuş ve mahvolmuş hayatlarını demir gibi dimdik duruşlarının arkasına saklayan binlerce kadının sesi olmuş Ayfer Tunç, harika!
Oysa unutmak insan beyninin hayatı sürdürebilmek için bulduğu en muhteşem çözümdür. Sayfa 12
İnsan, iyi insan olmak için çok çabalamak zorundaydı ama kötülük için çabalamaya gerek yoktu. Sayfa 310
İnsan gömmek istiyor. İnsan baş edemeyeceği kadar büyük olduğu için bilinç düzeyine taşıyamadığı şeyleri zihninin çok derininde bir yere gömmek istiyor. Sayfa 353
Çok güzel bir hikayeyi çöpe bulayıp öyle okura sunmayı uygun görmüş yazar. sanırım Gülseren budayicioglu'nun megaloman erkek karakterleri çok okunduğu için böyle çer çöp dolu bir kitabı üstelik 440 sayfa güzelleyerek okurlarına reva görmüş. oysa unutamamak ne kadar ironik bir tema. herkes unutmayı dilerken unutamamaktan muzdarip olmak... ya da mübadele zamanı göç eden kadinlarin çektiği çileler... peki kıymetli yazarımız bize ne veriyor; 30 yıl metres hayatı yaşayan sözde "solcu, kısmen feminist" bir kadının saçma sapan aşk hayatı... bu kadar cinsellik vurgusu şart mı sayın yazar? ya da kadın bu kadar mı degersiz? profesör olacak kapasitede bir kadın, ikinci kadın olmayı yıllarca nasıl kabul edebilir? aklımızla bu kadar alay etmeyin yahu.
‘Annemin Uyurgezer Geceleri’ bellek, unutma ve hatırlama üzerine kurulu, dört kuşak kadının hikayesini toplumsal değişimi de ihmal etmeden anlatan bir roman. Büyük anneanne Esme, anneanne Hatice Şehbal, anne Ayhan ve torun Şehnaz’ın kaderleri, yaşadıkları ve öyküleri birbirine bağlanıyor.
Romanın ana karakteri Şehnaz, “hiçbir şeyi unutamayan” bir iktisat profesörü. Yaşadığı olayları tüm ayrıntılarıyla anımsayabiliyor. Buna kokular da dahil. Bu öyle bir anımsama gücü ki çok küçük yaşlara kadar gidebiliyor. “Unutamama hastalığı” da denilen “Hipertimezi”ymiş bu hastalığın adı. 2006’da tıbbi literatüre girmiş. Dünya çapında yalnızca birkaç düzine kişide görülen oldukça nadir bir hastalık.
Şehnaz her şeyi anımsıyor ve zaten anımsamak istiyor ama annesi ve anneaannesi yaşamlarını “unutmak” üzerine inşa etmişler. Anne Ayhan anımsamamak üzerine kurmuş hayatını ve ne yaşadıysa bilinçaltına bastırmış. Paşa kızı olduğunu iddia eden anneanne Hatice Şehbal ise geçmişini kendine göre yeniden yazıyor, ayrıntılandırıyor anılarını anlatırken ve anlattıklarına öncelikle ve en çok kendi inanıyor. Büyükanneanne Esme de unutmak isteyenlerdenmiş ama o kadar acı şeyler yaşamış ki bunları belleğinden silmesi mümkün olmamış ve çıldırmış.
Kitabın ismine kaynaklık eden olay, Şehnaz’ın annesi Ayhan’ın uyurgezer olduğunu fark etmesi. “Uyurgezerlik (somnambulizm), kişinin uyku sırasında bilinçsizce kalkıp dolaşması veya çeşitli davranışlar sergilemesidir. Genellikle derin NREM uykusunda ortaya çıkar ve kişi ertesi gün bu olayları hatırlamaz” diye tanımlanıyor. Şehnaz annesini uykuda gezerken yakalıyor. Tam bir disiplin, ahlak abidesi olan, örnek insan ve iyi öğretmen Ayhan Hanım uyurgezerlik sırasında tamamen zıt bir kişiliğe dönüşüyor. Bu durum ve annesinin o haldeyken söylediği küçük cümleler ya da birkaç isim Şehnaz’ın anımsamalarını tetiklediği gibi geçmişiyle ilgili sorular sormasına ve bu soruların cevaplarının peşine düşmesine neden oluyor.
Romanın diğer boyutunda Şehnaz ile üniversitedeki hocası E. arasında yaşanan, 30 yıl süren yasak veya imkansız bir aşkın hikayesi var. E., mesleğinde çok başarılı, saygın, tanınan ve entelektüel birikimi yüksek bir iktisatçı akademisyen. Yakışıklı, etkileyici ve entelektüel. “Mükemmel” görünen bir evliliği, düzenli bir hayatı ve mesleki başarıları ile örnek insan olarak gösterilebilecek bir tip. Dışarıdan bakıldığında nazik, düşünceli ve duygusal. Yakından tanındığında ise kibirli, ukala, olağanüstü bencil, sevgisiz ve saygısız. Hayatta kendinden başkasına önem vermeyen, her şeyi kendi çıkarı için yapan, yorumlayan, işler istediği gibi gitmeyince de hemen kabalaşabilen bir tip. Ama bu özelliklerini ustaca gizliyor. Aşkı için hiçbir fedakarlıkta bulunmuyor, düzenini bozmuyor, karısından ayrılmıyor ve fırsat bulduğunda sevgilisine köle ya da hizmetçi muamelesi yapmaktan çekinmiyor. Çok tanıdık bir tip, belki de ismi o nedenle gizli tutuldu diye düşünmeden edemiyorsunuz.
Şehnaz ile üniversitedeki hocası E. arasında yaşananlar akademide, kültür -sanat ve iş dünyalarında sıkça rastlanan bir ilişki tipi. Romanda herkesin açık adı var ama E.’ninki adının ilk harfiyle belirtiliyor demiştim, çünkü tipikliğin yanında bu kısaltma Şehnaz için anlaşılmaz bir tutkuyla bağlandığı adamın hep bir “bilinmez” veya “tam sahip olunamayan” olduğunu simgeliyor. Bu nedenle de Şehnaz’ın aşkı tutkuya, tutkusu bağımlılığa dönüşüyor ve hemen terk etmesi gerektiğini bilmesine rağmen E’yi ölene kadar bırakamıyor. İlişkinin ne zaman başlayıp ne zaman duracağını, ne kadar süreceğini ve ne kadar yakınlaşılacağını hep E. belirliyor. Şehnaz hep “bekleyen”, E. ise “lütfeden” konumunda. Yani iktidar hep E.’de.
İlk bakışta Şehnaz’ın E.’ye hastalıklı tutkusu garip ve sıradışı gibi görünüyor ama ayrıntılara indikçe bunun da tipik olduğunu ve sadece aşkta değil birçok insan ilişkisinde böyle iktidarlar kurulduğunu ve bu yapıların kolay yıkılmadığını görüyorsunuz.
Ayfer Tunç romanlarında kadın deneyimleri, toplumsal yabancılaşma, beden ve kimlik sorunları, aile ve kuşaklar arası travma, iktidar ilişkileri gibi temaları işler. Biçemsel olaraksa çok seslilik, parçalı zaman kurgusu, grotesk ve karnavalesk unsurlar, gerçekçilik ile post-modern kırılmaların karışımı gibi özellikler öne çıkar. “Annemin Uyurgezer Geceleri”nde de bu nitelikleri buluyoruz.
Ayfer Tunç, çok yoğun, detaylı ve katmanlı bir yapı kurmuş. Anlatı düz bir çizgide değil Şehnaz’ın zihnine uygun olarak sarmallar halinde gelişiyor. Bir koku, bir ses, bir görüntü veya bir kelime onu tetikliyor ve geçmişteki bir âna götürüyor. Sarmallar nedeniyle Şehnaz nasıl farklı zamanlardaki olay ve kişileri sürekli anımsıyorsa metin de aynı olayları tekrar tekrar yineliyor. Bu durum okur için zorlu hatta biraz bunaltıcı yapı oluşturuyor. Ayfer Tunç’un bunu kasten yaptığını düşünüyorum, Şehnaz’ın ruh halini tam olarak anlamamızı istemiş. Bu tekrarlarla, pekiştirmelerle gelişen metnin zorluğunu akıcı ve tempolu bir anlatım ve sarsıcı olaylarla aşmış. Tabii aslında çok farklı kişiliklerde ve toplumsal şartlarda olsalar da dört kuşaktır kadınların yaşadıkları da birbirinin benzeri. Bu benzerlik de bir sarmal ve yineleme oluşturuyor.
Türkiye’nin özellikle son 30-40 yılda yaşadığı kültürel değişimi, orta sınıfın çöküp yoksullaşmasını da aynı evde yaşayan anneanne, anne ve kızlarının yaşadıkları ve Şehnaz ile E.’nin ilişkisi örneklerinde anlatıyor. Roman bu boyutuyla aynı zamanda toplumsal çöküşün de öyküsü halini alıyor. Tabii Şehnaz ve E.’nin ilişkisi akademiye, orada kurulan ilişkilere ve kültürel çöküşün eğitim hayatına nasıl yansıdığına da bakmamızı sağlıyor.
Türkçe yapı itibariyle uzun cümlelere uygun bir dil değil. Yani Almancadaki gibi bir sayfa süren cümleler yazamazsınız. Uzun yazdığınızı sandığınız cümleler aslında cümleciklerden oluşur ve kolayca cümlelere bölünebilir. Anlatıcı Şehnaz’ın içsel monologları noktalı virgüllerle ilerleyen yapısıyla iyi örnek olarak verilebilecek uzun cümleler olmuş. Şehnaz’ın bu monologlarının yapısı ve içerikleri bana Thomas Bernhard’ın yapıtlarını anımsattı. Bernhard’ın kahramanları gibi Şehnaz da çok iyi anımsıyor ve anımsadıklarının da katkısı ile çok ağır ama haklı bir şekilde eleştirebiliyor. Tek eksiği bu eleştirilerini kuvveden fiilie geçirememesi. Tellaffuz bile edemiyor. Zaten toplum olarak da en büyük sorunumuz bu değil mi?
Ayfer Tunç külliyatını bu kitapla tamamlamış olmanın mutluluğundayım ♥ Son kitabıyla bendeki ilk 3 sıralamasını değiştirmese de severek okuduğumu söyleyebilirim.
Hayatlarındaki erkeklerin hayatlarının nasıl devam edeceğini belirlediği, onların izleriyle onlarsız bir yaşamın kahramanı 3 kadın; anneanne, anne ve kızı... Çokça kırılgan ama burnunu dik tutan kadınlar...
Tüm karakterlerin ismi tam anılırken sadece Şehnaz'ın evli, kariyer sahibi yaşça büyük sevgilisinin isminin E. olarak anılmasının sebebi bence kitabın en ince ayrıntısı bence... Erkek hegemonyasının vücut bulmuş hali :/
Hikaye anlatılırken arka fonda dönemin sosyoekonomik ve hatta kültürel değişimleri çok güzel anlatılmış. Altı üstü basit bir ambulans çağırma eyleminden bile değişimin haritasını gözle önüne sermiş hatta...
Kitapta tek sevmediğim şey bazen konunun çok dağılmasıydı. Bazı karakterlerin ne hissettiğini bilememek sıkıntılıydı (mesela Eyşan, mesela anneanne) Ama kendisini sevmeme engel değildi tabii ki....
yazarın son kitabı olan Kuru Kız’dan sonra ilaç gibi geldi. Annemin Uyurgezer Geceleri’ni okurken Kapak Kızı, Yeşil Peri Gecesi ve Osman romanları gibi su gibi akıp giden kitap bittiğinde içinizde bir öküz oturmuş hissi uyandıran ama aynı zamanda tüm sırların çözülmesi ile oluşan bir rahatlama hissi oluşturdu. kelimelerin birbirine olan uyumundan kaynaklı su gibi akan şiirsel bir anlatımı olduğu için çok kısa bir sürede bitebilecek bir kitap diyebilirim. olay yerinin ise çalıştığım benzer kurumla aynı olması ise okumamı hızlandırdı diyebilirim. başkarakterimizin yaşadığı olaylar o kadar inandırıcı ve gerçekçiydi ki hiçbirisine şaşıramadım ve hatta bence yazar daha da fazlasını yazabilir diye düşündüm. öte yandan aile sırları ise bambaşka olaylar zinciriydi. sadece gerçeklerin ortaya çıkması uzun sürmesinin yanı sıra çok oldu bittiye geldi gibi hissettirdi bana. belki de duygular daha açık ve derinlemesine konuşulabilirdi. çünkü kitap boyunca aslında bu anı bekledim diyebilirim. o yüzden bir puanı kırdım.
“İnsana yakışan hiçbir duygunun kalmadığı Diyarbakır Cezaevi’nde, Sağmalcılar’da, Metris’te, büyük-küçük askerî-sivil cezaevi bulunan her şehirde, her kasabada, suçlu-suçsuz, kadın-erkek her tutukluya işkence yapılırken; kimi tutuklular işkenceden ölürken, kimileri yıllar sonra hapisten çıktıklarında hayatlarına koltuk değnekli, tek böbrekli, kalp hastası veya kanser ve hepsi ruhları paramparça bir halde devam edeceklerken; zevkli bir terasta oturmuş manzara seyreden bizlerin de dahil olduğu tuzu kuru insanlar keyiflerine bakıyorlardı. İnanılmaz bir siyah beyazlık içindeydik. Gülen ayvalardık, ağlayan narları görmek istemiyorduk.”
Annemin Uyurgezer Geceleri ufak tefek memnuniyetsizlikler yaşatsa da, anlattığı meseleleri tek bir alanda bırakmamasıyla sevdiğim bir metin oldu. Erkek–kadın ilişkisi üzerinden başlayan hikâye, giderek aileye, topluma ve iktidara doğru genişliyor. Dört kuşak kadın üzerinden anlatılan acı, utanç ve bastırılmışlık hâli sadece bireysel değil; Türkiye’nin sosyolojik ve politik hikâyesine de çok net bir şekilde bağlanıyor.
Kadınların yaşadıklarının kendi suçu olmamasına rağmen bundan utanıp, gizlemeleri, ataerkil baskının ne kadar yıkıcı olduğunu gösteriyor. Acılar nesiller boyunca anneden kıza aktarılıyor; şiddet ve keder biçim değiştirerek devam ediyor. Ve son nesilde bu bir bağlanma problemi/toksik ilişki olarak ortaya çıkıyor. Geçmiş bitmiyor, sadece başka bir yerden kendini gösteriyor.
Tunç, metin boyunca iktidar sorgulaması yapıyor. Kadınların erkeklerle kurduğu eşitsiz ve zarar verici ilişkiyle, ülkenin iktidarla kurduğu bağ arasında ki paralelliği gösteriyor. Bizi mahvettiğini bilsek bile vazgeçemediğimiz, kopamadığımız bir ilişki bu.
Zincir tamamen kırılmıyor belki ama inceliyor. Ve bu da kadınların konuşmasıyla, paylaşmasıyla, utanmadan hikâyelerini yan yana koymasıyla mümkün oluyor.
Ayfer Tunç gene yapacağını yapmış, bu sefer sosyal/ekonomik anlamda ve de feminizm bağlamında daha da doyurdu bu metin beni, “uyurgezerlik” geceleri ile ana karakterin hikayesini anlatışı kurgusal anlamda çok tatmine ediciydi, vakit olsa tek oturuşta okurdum (genelde Ayfer Tunç kitaplarında bu hissi yaşamıyorum, zamana yayarak okumak daha keyifli oluyor benim için). Vallahi Kuru Kız’dan sonra iyi geldi.
Başlarda Annie Ernaux çağrışımı yapan ama yer yer laf kalabalığına dönüşebilen yazım tarzı biraz zorladı, sonrasında azaldığı için metin daha kolay aktı. İyiydi hoştu da sonunda "ikna olmadım." Ne bekliyordum bilmiyorum ama bir şey eksikti. Sanki son 30-40 sayfa yırtılmış da sonunu okuyamamışım gibi bir hisle kaldım.
Kitabın çıkış noktası olan Türkiye'deki toplumsal olayların küçük bir çekirdek aileyi nasıl şekillendirdiği iyi bir ivme olabilecekken, maalesef kadınların yine o güçlü ve karizmatik görünen ama narsisist erkek karakter için kendi kişiliklerinden ödün verdiğini okuduğum bir kitap oldu. Anne meselesi bizde çok dramatize edilen ve tüm suçun anneye atılıp sürekli kadının yetersiz hissettirildiği, anne olunca kadın olmaktan vazgeçilen tema, maalesef dünya genelinde olduğu gibi Türk edebiyat ve görsel sanatlara da ağırlığını koyuyor. Ayfer hanımın yetiştiği koşullar, dünya görüşü gibi zamanının şekillendirdiği zihin akışıyla bu kitabı yazmasını anlasam da, üzgünüm ama Yeşil Peri Gecesi'ni yazmış bir edebiyatçıya bu kitabı yakıştıramıyorum.
Bu kitap büyük ananesinden başlayarak bir şekilde arzularının peşinden gitmek isteyen kadınların şeytanlaştırılması, yalnızlaştırılması ama kuşaklar arasında bilinçdışı farkındasızlıktan kaynaklanan kaderi Şehnaz karakterinin kırması üzerine temellenmiş ve devamında kendisiyle birlikte ailesinin de dönüşümüne katkı sağlamış olsaydı; Türk edebiyatı genç kadınlara umut veren ve aile talihsizliklerini dönüştürebilecek cesaretle harekete geçirebilecek yeni bir kadın karakter kazanmış olacaktı. Ancak Şehnaz karakteri bırakın dönüşümü, "aşk" zannettiği arzu nesnesi E. ile kafayı bozması ve 15 yaşından çıkamamış bir ergen gibi kalması okura hiçbir şey vaat etmiyor. Üstüne annesinin arzularını sayıkladığı ikinci uyurgezer gecesi veya ananesinin arzularının olduğu bölümlerde o yargılayıcı monolog - diyaloglarında maalesef, yazarın çok eleştirdiği toplumdaki iktidar ilişkilerini "polisleşmiş çocuk" üzerinden bir kadın karaktere yansıtıldığını görüyoruz.
Kitabın temposu çok iyi aksa da, karakterin o kadar geçen yıllara ve tüm toplumsal değişimlere rağmen hala ezik bir kadın olarak kalmayı seçmesi gerçekten çok sinir bozucu olabiliyor. Oysa içinde bulunduğumuz zamana baktığımızda, ne istediğini çok net belirten ve sınırlarına sahip çıkan gümbür gümbür bir "z jenerasyonu" geliyor. Üzgünüm ama Şehnaz karakteri bu günden okuduğumuzda bile çok modası geçmiş bir kafa yapısında kalıyor. Ailesinin büyük kadınlarına göre daha refah koşullarda yetişmiş olduğu halde, belki ihtiyacı olan baba şefkatini kuşaklarca göremediği için sadece E. odağında kalması karakteri yüzeysel bir durumda bırakmış. Kitapta anlatılan bir çok karakterin maalesef derinliği yok. Yazarın "Bir deliler evinin yalan yanlış tarihi" isimli bilinçakışıyla ve 100den fazla karakteri, birbirinden farklı olayı anlattığı kitabında bile birçok karakter maalesef bu kitaptaki karakterden daha derinlemesine incelenmişti.
Kitabın tek sevdiğim yanı, eski Istanbul'un anlatıldığı semt hayatı ve gündelik yaşam örnekleri oldu. Onun haricinde babasızlığın getirdiği kuşaklar arası "talihsizlik" Şehnaz ile dönüşebilecekken, maalesef kısır döngüde ile ilerleyen bu kitabı bitirmekte zorlandım.
Ayfer Tunç en sevdiğim yazarlardan biri olduğu için bu romanı okurken beklentim doğal olarak yüksekti. Kötü bir kitap okuduğumu kesinlikle düşünmüyorum; dili her zamanki Ayfer Tunç tarzında, yer yer zekâsına yakışır şekilde çarpıcı ve insanın zihninde yer eden pasajlara sahip. Ancak yine de bu roman, benim için önceki kitaplarının gerisinde kaldı. (Kuru Kız’ı bu kıyasın dışında tutuyorum; gerçekten ismiyle müsemma, kupkuru bir kitaptı.)
Bu romanda beni en çok, “aşk” diye sunulan şeyin beni hiç ikna etmemesi yordu. Akademisyen, analitik düşünebilen ve farkındalığı yüksek bir kadının; evli, womanizer ve narsistik bir erkeğe otuz yıl boyunca tutkuyla “bağlanması” bana hiç mi hiç inandırıcı gelmedi. Bu ilişki, psikolojik derinliği olan bir bağdan çok, karakterin yazar tarafından daha da zayıflatılması, hatta yer yer “salaklaştırılması” gibi duruyor. Okuduklarım bana psikoloji değil, zaman zaman zorlama bir dramatizasyon hissi verdi. Belki de yazar, “bakın işte sizin aşk diye ölüp bittiğiniz şey aslında böyle saçma bir şey” demek istedi; bilemiyorum. Ama E. ile Şehnaz arasında olan o “şey” her neyse, kitap boyunca beni epey yordu ve sıktı.
Bunun yanı sıra yazarın kadınlık, annelik, erkek egemenliği, akademi dünyası, travmalar, yalnızlık, iktidar gibi pek çok toplumsal ve bireysel meseleye aynı anda değinme isteği, bende “tema çokluğu = derinlik kaybı” hissi yarattı. Sanki her konuya dokunulmuş ama hiçbirine gerçekten tam nüfuz edilememiş gibi. Ayfer Tunç’un toplumsal meselelere karşı duruşuna her zaman saygı duyuyorum ve büyük ölçüde onunla aynı yerde duruyorum; ancak bu romanda, “ona da değineyim, buna da değineyim” telaşı biraz fazla görünür hale gelmiş gibiydi.
Ayfer Tunç’a elbette kredim sonsuz. Belki de sorun kitapta değil, onun bende yıllar içinde yarattığı yüksek beklentideydi. Eğer bu romanı yeni keşfettiğim bir yazar yazmış olsaydı, muhtemelen çok daha fazla etkilenirdim. Ama söz konusu Ayfer Tunç olunca, bende bıraktığı his sadece şu oldu: “eh, işte…”
Romanlar, hayatımızda yer ettiklerince yaşıyorlar zannımca. Bir köşe başını dönerken bile onca yaşanmışlığı düşündüren, lüks bir araba kazası gördüğünde tanıdık olmayan ama o çok insani hissi yaşatan, içinde olmadığın ancak yürekten anlamaya teşne’ olduğun o hayatı ve bunun derecesi, romanlar ile varlığımızı tamamlayan şeyler. Evet romanlarda yaşamıyoruz elbette ama yaşamayıp karşıdan ahkam kestiğimiz o hayatları biz gibi içselleştirebiliyoruz, yapabildiğimiz ölçüde. Dil, din, meslek, cinsiyet, para, güç( hayattan ne istediğin ve ne icin savaştığına göre değişen) her şeyden azade sadece insan olduğun ve doğada var olduğun kadar, onu hissedebildiğin ve kendine yer bulabildiğin kadar var olduğunu bildiren bu hayatı ve anlamını kolaylaştıran romanlar… Bir yerlerde bir zaman yaşamış olduğuna inandığım Osman’ dan sonra hayatıma bir Şehnaz bahşeden Ayfer Tunç. “ Geçmişime, geleceğime, hayatımın bütün zamanlarına bakıyorum ve zamanın bir erozyon olduğunu düşünüyorum. Zaman üstümüzden geçiyor, bizi ve her şeyi incecik rendeliyor, her şeyi toza döndürüyor “ Çok etkili muhteşem laflar edip etkilemeyi çok isterim ama hayatından bir erkek için vazgeçmiş, ikisi için bir hayatı seçmiş kalan tüm olasılıkları tepmiş bir kadının hem de buna 30 yılını verişine şahit olmak bunu bir cümle ile anlatmaya yetmeyeceğine beni çoktan inandırdı. “ Ömrümü verdiğim bu aşkın bipolar bir aşk olduğunu düşünüyorum. Acı ve hazzın sürekli birbirini izlediği, ısırgan, tahrip edici, tüketici ama bir yandan da kalbimi en güçlü duygularla çarptıran, her şeye rağmen keşke yaşamasaydım diyemediğim bu iki kutuplu aşk”
Bir solukta okuduğum, başından sona temposunu hiç kaybetmediğim, merakla sonuna geldiğim bir kitap oldu. Anlatıcı Şehnaz’ın toksik aşkı ve bu aşkı yaşarken kendini sertçe ve yerli eleştirmesi çok etkileyiciydi. Göz göre göre, gayet bilinçli bir şekilde kendini bu aşka mahkum ediyor ama yine de bir şekilde kızamadım ben Şehnaz’a.
Yazar Şehnaz’ın bu saplantılı 30 yıllık aşkını anlatırken, 4 kuşak kadının iç içe geçmiş hayatını da anlatıyor. Bu hikaye geçişlerini de çok başarılı buldum. Ailede hiç mutlu kadın olmamış. Mutluymuş gibi davranıp içten içe çürümüşler. Annenin uyur gezerken açığa çıkardığı sırlar aslında yıllardır bastırdığı duyguları, sakladığı mutsuzlukları, yaşayamadığı hayatı ve yaşadıklarına olan öfkesi!
Kadın erkek eşitsizliği, yıllar yıllar öncesinden günümüze kadar gelmiş kadın istismarı, kadının isteyerek ya da mecburiyetten erkek himayesine girmesi gibi kadınsal/toplumsal konular bu ailenin yaşadıkları üzerinden anlatılıyor. Bol bol Türkiye gerçeklerine değinme var.
Duygusal, gizemli ve düşündürücü bir kitap oldu benim için. Çok çok beğendim!
“Horona giren götünü sallar, hiç kusura bakma.. ya çekeceksin ya da bırakıp gideceksin."
“Unutmak insan beyninin hayatı sürdürebilmek için bulduğu en muhteşem çözümdü.”
“ Hiçbir bilimsel dayanağım yok. Kaderin de miras olduğuna, tıpkı genler gibi annelerden kızlara devrolduğuna inanıyorum.”
“ Geçmişime, geleceğime, hayatımın bütün zamanlarına bakıyorum ve zamanın bir erozyon olduğunu düşünüyorum. Zaman üstümüzden geçiyor, bizi ve her şeyi incecik rendeliyor, her şeyi toza dönüştürüyor. “
Post-modern dönem Türk edebiyatının güçlü kadın kalemlerinden Ayfer Tunç’u her zaman yüksek bir edebi tat alarak okudum. Kasım 2025’te @canyayinlari tarafından yayınlanan Annemin Uyurgezer Geceleri ise bende biraz ikili bir his yarattı.
Bir yandan Şehnaz’dan başlayıp annesi Ayhan’a, anneannesi Şehbal’e ve onun annesi Esme’ye uzanan kuşaklar arası kader zinciri; Cumhuriyet’in erken yıllarından 2000’lere uzanan bir zaman diliminde akademinin dönüşümünü, sağlık sisteminin kırılganlığını, ekonomik dalgalanmaların aile hayatına düşen gölgesini ve kadınlık hallerinin sosyolojik yüklerini eş zamanlı olarak izletiyor. Bu yönüyle dönem panoraması güçlü ve tanıdık.
Öte yandan, daha sınırlı bir hacimde çok daha yoğun aktarılabilecek bir hikâyenin yaklaşık 440 sayfaya yayılması, zaman zaman “okurun sezgisine biraz daha güvenilebilirdi” dedirtiyor.
Akıcı, hızlı okunan bir metin; yer yer sürüklüyor ama yer yer de “artık sadede gelsek” hissi uyandırıyor.
Ayfer Tunç severler için yine de güçlü bir izlek, kuşaklar arası hafıza ve kadınlık tarihine dair bol malzemeli bir okuma.
Okuru bol olsun. Sanki biraz da öyle olsun diye entelektüel ton biraz düşürülmüş.
Ayfer Tunç Türkçe'yi çok iyi kullanan bir yazar. Bu romanda da kalemini konuşturmuş. Duyguları, durumları ifade ediş biçimini seviyorum. Bu romanı bana iki ayrı romanı hatırlatti. Bağımlılık meselesinde Kairos (Jenny Erpenbek) , üslup konusunda Bir Deliler Evinin..... Kadınların hayatındaki her türlü iktidar iliskisini ve çaresizliği üç kusak üzerinden aktarmış. Değişen bir sey yok , her kusaktan kadın aynı şeyleri yaşıyor...Toplumsal ve sosyal meseleler /değişimler de bu üç kuşağın hikayesine eşlik ediyor roman boyunca. Adeta bugünkü okurlar için değil de gelecekteki okurları için yazmış, tarihin bir dökümünü çıkartmış gibi. Romanın bu yönü beni biraz rahatsız etti; tanıklık ettiğimiz, yaşadığımız her şeyi tekrar tekrar okumak yordu beni. Bazı yerlerde "buna da değinme be kardeşim" dedim. Bu durum romanın geveze ve boğucu olmasını sağlamış. Ayfer Tunç bunu ya bilerek yaptı ya da her konudaki görüşlerini kendini tutamayıp üzerimize boca etti. Annenin 2. uyurgezer gecesi ve sondaki "Hiç"lik meselesi en sevdiğim bölümler oldu.
Ayfer Tunc'u ilk kez okuma firsati buldum. Bazi yorumlarda fazla ayrintinin okuyucuya alan birakmadigindan bahsediyordu. Ancak ben tam tersini hissettim. Yani sanki cok guzel bir filmi izliyormusumcasina gozumun onunde canlandi her sey, her detay... Ben tam olarak da bunu cok sevdim ve resmi bu kadar canlandirabilmesine hayran kaldim.
Kitapta tam anlamiyla bir olay orgusu var diyemeyiz. Daha ziyade uc donem kadinin, kadinligin hikayesi. Toplumumuzda gordugumuz sosyal curumeyi farkli perspektiflerden ince ince serpistirmis olmasi bence cok dozunda ve lezzetliydi. Son parasiyla film festivalini yakalayan, bunu taksiye binmekten daha insani bir ihtiyac goren, kapisini 24 saat calabildigimiz komsular, birlikte yaslanan uc kusak aileler... O gunleri hem ozledim hem de o gunleden bu denli uzaklasmanin huznunu yasadim.
Ana tema kadinlar olsa da erkeklerin kadinlar hayatindaki rolu ve onlarin kendi hikayesini de cokca bulacagimiz bu romani gonulden tavsiye ediyorum.