“Yeni bir hayat kurmak... Nasıl oluyordu? Önce fikir mi geliyordu? Yoksa bir tesadüf sizi fikrin önüne mi getiriyordu? Yeni bir hayat için mutlaka, kuvvetli bir rüzgâr mı gerekiyordu? Önceki hayatınız artık ‘eski’ mi oluyordu? Eski olanın hükmü kalmıyor muydu? O vakte kadar boşuna mı yaşamış oluyordunuz?”
Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku, Albayım Beni Nezahat ile Evlendir ve Kalfa ile Kıralıça adlı romanlarıyla edebiyatımızda kendine has bir yer edinen İlhami Algör, yine bir romanla karşımızda: İkircikli Biricik.
İkircikli Biricik, yalnızlığın, arayışın, bulma ümidinin, şehirlerin, caddelerin, şarkının ve şiirin romanı… Titizlikle örülmüş bir kurgu; ustalıkla harmanlanmış, sarsıcı bir dil…
"1955 Suriçi istanbul doğumlu. 76'da Ankara'ya siyasal bilgiler basın yayın yüksek okulu'na (şimdi Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi) okumaya gitti. 83'te döndüğünde Suriçi'ni terk edip Beyoğlu'na çıktı. Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku adlı ilk kitabında, Galata Kulesi'nde Müzeyyen'e sarılırken atılmış bir tirad'da kahramanının ağzından Suriçi'nden özür diler. Süha Arın, Can Dündar ile belgesel filmler yaptı. Her yere burnunu soktu. Vietnam'a gitti geldi. Halk arasında "doktor" ve "projeci" olarak bilinir. 50 yaşına geldi, adam olamadı. Olacağı da yok." - İlhami Algör
yenik, yalnız, umutsuz, mutsuz, mutsuzluğu çok değerli olduğu için yalnızca yaşadığı aşk acısıyla filan açıklamanamayan ve bu sebeple tarihin yüküyle, toplumların utancıyla filan anlamlandırılıp varoluş sancılarıyla taçlandırılan, bitik hem de müthiş vicdanlı, acayip duyarlı olduğundan bitik bir kahraman, bir tip: son yıllarda nedense revaçta olan bu tipin bir çeşitlemesini görüyoruz bu romanda maalesef. gördükten sonra başka söz söylemenin anlamı da kalmıyor. tabii seveni sever, isteyen haybeye efkarlanıp ucuzundan dertlenmenin keyfini sürer. ama ben böyle şeyler okumak istemiyorum.
Sevdiğim yazarlara ne oluyor, bir türlü anlamıyorum. Barış Bıçakçı'dan sonra İlhami Algör'ün de soyut fikirlerin arasında kendine bir hikâye çıkarmaya çalışmasını, ama entelektüel bir şekilde gevelemekten başka bir şey yapmadığını görmüş olmak canımı çok sıktı. Bir şey anlatmadan bir anlatı kurmak fikrine yabancı değilim. Ustaca yapıldığında tadından yanmaz bir hikâyeye dönüşebilir, ama bu şekilde değil. Bir sinema salonuna girmişim de filmi izlemek yerine filmin kırk tane fragmanını izlemişim gibi hissettim.
Sadece kurgu ya da olay örgüsü değil, dil açısından da ben bu kitabı müthiş yetersiz buldum. Öyle paragraflar okudum ki hiç mi bir editör çalışmamış bu kitapta da bu paragrafı yazara göstermemiş, dedim. Sadece bir tanesini örnek olarak yazayım:
"Tezgâhta iki çay bardağı duruyordu. Yıkadım. Birini az sonra için ayırdım. Diğerini "belki bir gün Saçı Rüzgârlı gelenim olur, beraber çay içeriz" adlı bir gelecek için yerine yerleştirdim. Geleceğe inandım, sempati duydum, hatta geleceğe gittim. Fakat Saçı Rüzgârlı henüz gelmemişti, mecburen geri döndüm. Nedense sakalına sıçtığım tip gözümün önüne geldi. Çay bardağı yerleştirme işini vitrin düzenleyen kuyumcu titizliği ile uzattım. Böylece sakala sıçma süresini uzattım. O esnada çay bardağı sevilebilir, yakınlık hissedilebilir bir'i gibi geldi. Bir nesneye bu yakınlık niye ki acaba?"
Çok çok zayıf bir Türkçe.
Oldukça rasgele verilmiş, ama belli bir amaca hizmet ediyormuş izlenimi uyandıran bazı kararlar var kitapta. Örneğin anlatıcının adı, sevgilisi ya da arada bir bahsettiği kişilerin adları belirtilmemiş. Ama bazı insanların adları var. Bunun neye göre belirlendiğini ve bunun varsa ne anlama geldiğini kestirmek mümkün değil. Örnek verdiğim paragrafta da görüldüğü gibi bazı cins isimler kesme çizgisiyle ayrılıyor. "An", "bir", "teyze" vs. Bunların da neye göre bu şekilde yazıldığı ayrı bir muamma konusu. Anlatıcının iç sesi veya söylemediği sözler de çift tırnak arasına alınmış. Öyle olunca hangi konuşmanın gerçek hangisinin kafada gerçekleştiğini anlamak için de ayrı bir çaba sarf etmeniz gerekiyor. Hiçbir verimliliği/işlevi olmayan, okurdan ekstra enerji isteyen, rasgele bir yazar/editör tercihi daha.
Velhasıl, büyük bir hayal kırıklığı oldu bu kitap da.
sincan-mamak arası iki otobüs seferi arasında neredeyse bitti kitap. bu açıdan bakarsak gayet hızlı okunabilir diyebilirim, açık ve akıcı bir dil. kitabın bütünlüğüne dair ise fikirlerim bu kadar açık değil. çok dağınık buldum kitabı. anlatamama halinin bu türlüsünü sevmedim diyebilirim. yapılan yorumlardan birinde söylenene katılıyorum, ustaca yapıldığında tadından yenmez olanın böylesini tadınca hoşuma gitmedi. toplumsal eleştiri için de böyle düşünüyorum, dönem romanı olarak tabir edilmeyen bu tarz kitaplarda, doğru şekilde değinilince de hoşuma gidiyor fakat bazı kitaplarda bu maya tutmuyor. alakasız bir örnek olacak ama barış bıçakçı'nın bir süre paralel.. kitabındaki ne tanrı ne efendi'li bölüm kitabın atmosferine de gayet uygunken, sinek ısırıklarının müellifinde cezaevine haksız yere atılanlara değinilen o kısacık bölüm bence uygun değildi. bu kitap için de böyle kimi bölümlerin fazlalık olduğunu düşündüm. ayrıca elifciğim kitabı okuduktan sonra bazı kelimeler irrite etti beni demişti, hangileri diye sorduğumda döt ve sittir kelimeleri dedi. o zaman anlayamamıştım, göt kelimesinden kaçınılması kitabın bahsettiğim atmosferine aykırı geldi bana. gayet yazılabilir ve sırıtmazdı. böylesi sırıtmış. göte göt demediği için bile kızdık kitaba ama durum böyle. kitap gibi dağınık oldu. ama böyle. sevemedim. okuru bol olsun.
Aslında 3,5 vereceğidim ama öyle bir seçenek çıkmadı karşıma. Kendiyle kavgalı bir adamın iç sesi bu, oldukça akıcı ve afilli olmayan ama nevi şahsına münhasır kelimelerle. Son zamanlarda çok işlenen bir yapı olduğu için artık biraz yavanlaşmaya başladı 1,5 puanı buradan kırasım vardı. Yoksa İlhami abinin yazınını severim, albayım beni nezahat ile evlendir sanırım favori kitabı olarak kalmaya devam edecek benim için. Zaman ne getirir bilemiyorum tabii ne de olsa " insanların hiç biri aynı şimdi'de yaşamıyor." Şimdi yazadurduğu belki benim geleceğime denk gelecektir kimbilir.
Çok akıcı bir kitap ama bu akıcılığı bozan nadir bazı kelimeler var, insani rahatsız eden türden. daha sempatik hale mi getirilmeye çalışılmış bilmiyorum ama keşke yapılmasaymış. onun dışında gayet güzel. altı çizilesi cümleleri çok. puan 4 ama 3.5ten 4
Çok sevdim! "Geç ergen ateşi insanoğlunun 'pastırma yazı' dediği şeye benzer. 'Pastırma yazı' güz yazdan sıyrılıp kışa geçerken dönüp son kez geri bakış gibi, masadan kalkarken son bir kadeh atar gibi bir şeydir.."
(eski okuma-2020) Yeni bir hayat kurmak... Nasıl oluyordu? Önce fikir mi geliyordu? Yoksa bir tesadüf sizi fikrin önüne mi getiriyordu? Yeni bir hayat için mutlaka, kuvvetli bir rüzgar mı gerekiyordu? Önceki hayatınız artık "eski" mi oluyordu? Eski olanın hükmü kalmıyor muydu? O vakte kadar boşuna mı yaşamış oluyordunuz?syf31
...Veya geçmiş meğer geçmemiş ise, bir acı şeklinde ruhlara takılıp kalmışsa, acıyı sağaltması umulan adalet kara trene binmiş hiç gelmemişse, geleceği de yok ise, bir çocuk dünyayı iç çekilen bir yer olarak tanımışsa, elinizdekilerin burdenbire yok olabildiği, kimsenin ağzını açıp yok olmala- ra, edilmelere itiraz edemediği bir hayatta elde tutmak diye bir şey'e inanmamış ise...
O esnada otobüs terminallerinde, mahalle aralarında toy oğlanları askere uğurladılar. Ölmeye veya öldürmeye ayakları gitmeyen delikanlıları arkalarından itelediler. Gidenlerin bazıları kan kırmızı bayraklara sarılı tabutlarda döndü. Televizyonlar, tabut başında acı ile yıkık insanlar getirdiler ekranlarına. Erkekler, kahvehanelerde haberleri izlediler. Birinci dereceden maaşlı devlet memurları "gak guk" dediler kameralara. Onlar dudaklarını oynatıp bazı kelimeler sarf edince, ölüm "şerefli bir vazife", hatta "kutsal" bir şey oldu. Böylece kabulü kolay oldu.syf12
"Esasen bende oldum olası 'ulan bu hayatta bir şeyler eksik' duygusu vardır, içimde bir yerlere yapışıktır. Yapıştığı yerde, kel şahısların zaman zaman ellerini enselerine götürüp 'acaba pencere mi açık?' diyerek sağa sola bakınmaları gibi davranışlara sebep olan bir esinti vardır." "iki adım attım, üçüncüyü atamadım. ne olduğunu bilmediğim bir zımbırtı beni tuttu. yol ortasında kazık gibi dikilmek, bir yaştan sonra makbul bir davranış değildir. iki adım kenara çekilip 'beni duraksatan nedir acaba?' salıncağına bindim. salıncağı severim. bazılarına göre kafa karışıklığıdır. bence değil. kendine bir ruh arama hali diyelim. bir ruhun olmadığı için değil. belki bir ruh yetmediği için." "hayattan ne beklediğimi bilmem. önemli değil. bana zamanın akışkan hali lazım.burada ikircikli bir durum var. hayatın nehirvari akışkan bir şey olduğu ve akar iken bana bir şeyler getirebileceği kabulu ile 'valla ne beklediğimi bilmiyorum, zaten bir şey beklemiyorum, cümlesi."
Teşekkür ederim. İncittiğim için özür dilerim. Esasen bende oldum olası, 'ulan bu hayatta bir şeyler eksik' duygusu vardır. İçimde bir yerlere yapışıktır. Yapıştığı yerde, kel şahısların zaman zaman ellerini enselerine götürüp 'acaba pencere mi açık?' Diyerek sağa sola bakınmaları gibi davranışlara sebep olan sürekli bir esinti vardır. Bu ruh keli bende mi var veya hayat mı böyle ? Bilemedim? Bu soruya bir cevap bulamadım, bulup tamam olamadım. Sizi mesud edemedim. Sizi de benim bu hallerim sarmadı...
Rivayete göre, insanlığın kurda kuşa hürmet ettiği zamanlarda, avcılar bir ayı öldürdüklerinde; "Ayı kardeş, seni biz öldürmedik, kargalar öldürdü," derlermiş. O zamanın insanları, ruh denilen şey'in canlı ve incitildiğinde gelip boğazınıza çökebilir olduğuna inanırlarmış. Ayı'nın ruhu intikam için peşlerine düşmesin, kargadan bilsin diye "biz yapmadık, o yaptı," derlermiş. "Buna kargalar bile güler" lafı oradan gelirmiş.
Bir yağ kandilinden dilek cin'i çıkabiliyor ise, anasonlu bir şişeden kendi çapında yetenekleri olan bir cin neden çıkmasın? Çıksa gelse, adam gibi otursa, iki laf etsek. Bir kadeh bir şey ikram etsem. "Nedir bu içtiğimiz sıvı?" "Kötülüklerin anası. İnsan'ı yoldan çıkarır. Yol kenarında cinler yaşar. Yoldan çıkana musallat olurlar." "Yol nedir?" "Uzun ince bi şe ... gece gündüz gidilen." "Allah kolaylık versin. Ben müsaadenizle." "Amin, cümlemize. Yine beklerim."syf10
"Çorap teki aradım. Arar iken, "şeytan aldı götürdü, satamadı geri getirdi" şeklinde bir çorap arama türküsü tutturdum. Sesim bet`tir. Türkü işe yaradı, kayp çorap teki çıktı kendisi geldi. Çorabı giyerken çıplak ayağımın başparmak çıkıntı kemiğini gördüm. "Bir kemiğe bakıp insanın kendi içinde başka birini araması nasıl bir aklın ürünü acaba? diye düşündüm. Düşünceyi "henüz cevapsız sorular çanağı'na attım. Pencereden dışarıya, hava nasıl diye baktım. Rüzgar bulutları sürüklüyordu."
Ben adım lazım değil. Çok gerekli ise "beyhude işlerin pir'i" diyelim. Geceleri ruh çağırır, sabahları geç kalkarım. kalkar tuvalete giderim. Kedi civarda ise, "günaydın üç bacak," derim. Görünürde yok ise seslenirim: "N'aber zilli"
"Anneler, pipi kesme yaşına gelmiş oğullarını sırtlarına pelerin, başlarına uyduruk bir taç ve ellerine ne boka yarıyor ise bir asa verir, Eyüp Sultan'a götürürler. Pipi kesimi vakti gelmiş oğlanlara böyle çakma asalet kostümleri giydiren zihniyetlerin, insanlığı temsilen uzaya gönderilecek şeyler listesinde yeri vardır."(sayfa 103)
"meger ki dunya denilen gezegen esasen bir yurume bandi imis. meger mi her sey bizim kuruntumuz imis. Yurume bandi uzerinde gelip gecen bir vakit'e "hayat" demek, ancak boyle bir kuruntu ile mumkun imis." sayfa 26
“Derken vapur yanaştı. Herkes yoluna gitti. Ben de keyfine kederine dürüm etmiş olarak sokağıma döndüm. Dönerken alışveriş ettim. Beyaz peynir, siyah zeytin, kara ekmek, 202lik rakı aldım. Konu bu mu? Bilmiyorum. Ne desem yalan olur.”
“Başlığın altına, sevilmediği için terk edip giden bir kadının ardından, ruhunda kıymık ile hıyar gibi tek başına kalan bir adamın hallerine dair iki satır not aldım.”
“Uyandığımda , kalbimin yerinde kuru, kavruk bir boşluk vardı. Tedirgin oldum. Kalktım, yatağın kenarına oturdum. Çıplak ayaklarımı gördüm. Yabancıydılar. Yadırgadım. O an, kendim bildiğim kişiyi başka biri sandım. Sanmak ne kelime, inandım.”
“-Gökyüzü karışıksa kuşların işi- dedim içimden.”
“-Bulutlar- dedim, -kardeşlerim, sırdaşlarım..- Tirad severim. Ota boka, kurda kuşa konuşurum. Abartmam. Bir fayda beklemem. Kendi kendine meyhanede doğum gününü kutlamış, gecenin bir vakti evine, koltuğunun altında mezar taşı ile dönmüş, hafif zurna bir adamın halleri diyelim. Konu bu mu? Belki evet, belki değil.”
“..incittiğim için özür dilerim. Esasen bende oldum olası, -ulan bu hayatta bir şeyler eksik- duygusu vardır. İçimde bir yerlere yapışıktır. Yapıştığı yerde, kel şahısların zaman zaman ellerini enselerine götürüp -acaba pencere mi açık?- diyerek sağa sola bakınmaları gibi davranışlara sebep olan sürekli bir esinti vardır. Bu ruh keli bende mi var veya hayat mı böyle? Bilemedim? Bu soruya bir cevap bulamadım, bulup tamam olamadım. Sizi mesud edemedim. Sizi de benim bu hallerim sarmadı..”
“-Bir gece başlar, yarı siyah, yarı kırmızı/ Cigaramı yakar evime dönerim-“
“İç sesim -sahtekarsın- dedi. -kıskançlığa teslim olmuş biri her boku yiyebilir- dedim iç sesime.”
“Açık sözlülüğünüz kabalık kavramını inceltiyor.”
“Doğrudan bir derdim vardı, telafisi dolaylı.”
“Sabah, garip bir duygu ile uyandım. Kalbim yerinde değildi. Ayaklarıma baktım. Yabancıydılar. Dilime uyduruk bir şarkı yapışmıştı.”
“İnsan ruhu bazı durumlarda incinir. İncinen yerde derd oluşur, oraya yerleşir. Derd, kendi zekası olan bir virüstür.”
“Kadın, adamın kayıtsızlığını kendisine karşı algılar ve çekip gider. Adamda bir tür kalp ağrısı bırakır. Mussler önceleri bu ağrıyı kullanılmayan kalbin ağrısı olarak adlandırır ve –kalbini kullanma korkusu-na bağlar. Fakat ilerleyen sayfalarda kahramanın kayıtsızlığının incinmiş bir adalet duygusu sebepli olduğunu ima eder.”
“-Dünyada acıyı en sessiz kim taşır?- diye sorulsa, -işte bu kadın- denilebilecek, bileklerinde mavi damarlar yürüyen şeffaf tenli bir anne.”
“Ölümün hayatın parçası olduğunu söylerler. Annemin payına büyük parça düşmüştü.”
“-Medet pir’im-dedim, Ak gandalf’ı çağırdım.”
“Abbasım, karınca incitmezim. Geçmiş zaman taşıyıcısı. Neye yarıyorsa taşıdığı..?”
“-Bıyık- denilen şey insanlığı temsilen uzaya gönderilecek şeyler listesine girer mi acaba?”
“Pipi kesimi vakti gelmiş oğlanlara böyle çakma asalet kostümleri giydiren zihniyetlerin, insanlığı temsilen uzaya gönderilecek şeyler listesinde yeri vardır.”
“Uygun an’ı bulunca ok gibi fırlayacak, pençeyi takıp kuşu indirecekti. –Kusura bakma- diyecekti kuşa, -kişisel bir mesele değil, derin kurgu, varoluş, fıtrat meselesi, natura mecburiyeti.- Kuş durumu anlayışla karşılayacak, -Anlıyorum-diyecekti, -yeryüzü gerçeği. Zıçayım fıtratınıza.”
“-Erenler-dedim, mum alevine, -bana da makul bir insan olmayı nasip eyleyin. Hiç değilse şu kıymığın izini silin, yalnızlığın nemini ruhumdan alın. Güzel bir kader nasip edin. Yapın bir güzellik artık.”
İlhami Algör ile tanışmama vesile olan kitap “Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku” olmuştu. Sinemaya uyarlandığını öğrendiğim gün, hikayenin kıymetini bilmeyecek birçok kişinin sosyal medya postlarına düşeceğini düşünmüştüm, altını çizdiğim cümlelerin. Olmadı değil ama korktuğum kadar olmadı. Ardından “Albayım Beni Nezahat ile Evlendir”i okudum. Daha da büyülendim diline. Bir müddet okuduğum kitaplarda ondan bir şeyler aradım. Çoğu zaman bulamadım. Yıllar sonra zihnimin onun cümlelerini özlediğini fark ettim ve önce Kalfa ile Kıralıça, ardından İkircikli Biricik’i okudum. İtiraf etmek gerekirse İkircikli Biricik’in ağzımda bıraktığı tat daha güzeldi. Tıpkı özlediğim cümlelerindeki gibi. Bir arayışın, arayıp da bulamayışın hikayesi ancak bu kadar iyi resmedilebilirdi okurun zihnine. “İnsanlığı zamanı parçalara bölme terbiyesi” olarak bahsettiği mevsimlerden “insanlığı temsilen uzaya gönderilecek şeyler listesi”ne kadar pek çok şey uzun süre benimle kalmasını istediğim. Sıradanlığı sıra dışı yapan anlatımı ile beni Kadıköy’de, Beşiktaş’ta, kartal hedyekinin yakınlarında, Salacak’ta hatta Adalar’da bile gezdirdi. Tıpkı bizim şu günlerde deneyimlediğimiz gibi evine sığamayan bir adamın hikayesi. Evine, aynı zamanda kendi yaşamına sığamayan. Onu değiştirmek isteyen, ismini bile değiştirmeyi düşünen, evet çokça düşünen bir adamın hikayesi. Aynı anda hem hepsini okumak ve hikayesine sahip olmak hem de uzun süre okumaya devam etmek, bitirmemek isteyeceksiniz.
“Esnek bir kas. Kan pompalar. Duygu merkezi olduğuna inanılır. Genç canlılarda hormonlar ile alakalı olarak daha hızlı çarpar. Yıllar sonra hormonlar sakinleşir. O esnada bazı insan canlılar, iki insan arasında hormon sebeple alışveriş dışında, başka türlü bir alışveriş olabileceğini idrak ederler. Bazıları ise sonsuz ergenlik ateşine tutulur. Geç ergen ateşi, insan oğlunun ‘pastırma yazı’ dediği şeye benzer. ‘Pastırma yazı’, güz yazdan sıyrılıp kısa geçerken dönüp son kez geri bakış gibi, masadan kalkarken son bir kadeh atar gibi bir şeydir. Böylece insan zamanı bir parçaya daha bölebilir.”
“Masa başındayım. Kağıt kalem Vadisi’nde. Bir şey yapacağımdan değil. Kağıda bakarak ruh çağırıyorum. Kendi ruhumu. Ya da kendimi bir ruh.”
This entire review has been hidden because of spoilers.
Yazar gün içinde aklına gelen iddialı cümleleri biriktirmiş, bir kenara not edip bu kitaba sığdırmış sanki. Beni etkileyen, "hakikaten öyle, ne güzel dile getirmiş" dedirten çok cümle oldu. Ama bende çok da iz bırakmamış olacak ki, kitabı 2.kez okuduğumu daha önce altını kurşun kalemle çizdiğim cümleleri görünce hatırladım. Biraz da yazarda entelektüel olma çabası varmış gibi geldi bana. Çayı nasıl demlediğini her bölümde tekrar tekrar anlatması da biraz canımı sıktı. "Konu bu mu? Sanmam, değil" şeklinde havada asılı kalan, bir şeyler geveleyerek konunun ne olduğunu ve aslında konunun olmadığını hissettirdi. 2,5 puan vermek isterdim.
Kitabı okumadan önce gaflette bulunarak yorumları okudum. Çok can sıkıcı, keyifsiz bir yolculuk beklerken bolca keyif aldım. Sanırım "ruh keli" olanlara ulaşabilmesi amacıyla yazılmış bir kitap bu. Bitmemiş hikayelerden, kendi kafa sesinizden hoşlanıyorsanız gayet keyifli ve akıcı bir kitap. Dili gerçekten bir seviye ağır olmuş fakat bence yazılanları renkli kılan ve bir kedi gibi okuyucusunu seçmesini sağlayan da tam olarak bu. Güldüren bölümler de bu yolculuğun cabası.
“Belki de bana öyle geldi. Belki de 20'liğin cin'i zihnimi çarptı. Olabilir. Bir yağ kandilinden dilek cin'i çıkabiliyor ise, anasonlu bir şişeden kendi çapında yetenekleri olan bir cin neden çıkmasın? Çıksa gelse, adam gibi otursa, iki laf etsek...”
“Geçmiş geri geldikçe beni mutsuz ediyor ise geçmemiş midir? Hâlâ burada benimle mi yaşamaktadır?”
“İnsanın kendisi olduğunu sandığı kişi, bir ölçüde kurgu olabilir.”
Fakat Muzeyyen Bu Derin bir tutku kitabi beni ikilemde birakmisti. Yer yer zorlama ifadeler ve cinsiyetci uslup rahatsiz etmisti acikcasi. Bu kitap da ondan cok farkli olmasa da bazi yerleri hosuma gitti. Bir daha Ilhami Algor okumam diyemiyorum, zira kitap isimleri ile merak uyandiriyor ama ucuncu kez ayni hayal kirikligina ugramak ister miyim bilemiyorum.
Kendi günlüğümü okuyorum hissi uyandıran kitap. Tanıdık bildik dertler ama bittikten sonra hiçbir şey gelmedi aklıma kitapla ilgili. İz bırakmadı diyelim... Belki de ben iz bıraktıracak şekilde okumamışımdır ya da artık öyle bir haldeyizdir ki okuduğumuz hiçbir şey iz bırakmayacaktır.
"Geçmiş geri geldikçe beni mutsuz ediyor ise geçmemiş midir? Hala burada benimle mi yaşamaktadır? Zaman yolculuğu dedikleri bu mudur? Yolcu, zaman'ın kendisi de, yolculuk mekânı ben miyim? O esnada kalbim neden yanıyor?" (sf. 26)
“Bütün insanlar aynı ‘şimdi’lerde var olmazlar.Sadece bugün bir arada görülebildikleri için,dışarıdan öyledirler.Aslında içlerinde daha önceden gelen bir öğe taşırlar,bu öğe duruma karışır.”
"Derler ki; "Eğer bir isim ağızdan çıkar ise, o isme sahip kişinin kulakları çınlar. Çiziktirmek de aynı kapıya çıkar. Eğer o kişi uzakta veya artık yaşamıyor ise hayaleti gelir. Gelirken yanında bir an getirir. Böylece aynı an içinde iki farklı an yaşarsın...
ilhami ağbi, nasıl desem, böyle yazımında bi fonetik barındırıyor, aynı fonetiği ağır roman (metin kaçan ağbimiz) okurken de hissetmiştim, gerçi onda fonetik daha baskın, bunda daha alttan gelen ama gene de güçlü bi melodi var. bana öyle geliyor. ilhami ağbi bana öyle geliyor.
ne anlatmış bu kitapta diye düşünsek. eskimiş bitmiş bir ilişkinin tortuları olsun, tomtom mahallesinde oturup yalnız hissetmenin tezatlığı, işte aileli durumlar, ki bu durumlar bana çok dokundu, ailenin hayatlarımızdaki kaçınılmazlığı, bazenleri de ailevi sorunlar ve mutlak çözümsüzlükleri, yeni tanışılan kadınlar, maceralar hayalleri, hadi işallahları, yazar depresyonları, kedileri ve içsesleri ile içkonuşmaları (bolca)...
bi de işte istiklaller, beşiktaşlar, beylerbeyleri falan.
çok güçlü cümleler hep satır aralarında, nası desem, nasıl okuduğuna göre değişen kitaplardan.
Kendi dünyasında yaşayan bir adamın yalnızlık dolu, bunalımlı, buhranlı günleri anlatılıyor. Hayatı, hayatını anlamlandırma cabası, bir türlü anlamlandıramadığı dünya işleri ve uzaylılarla paylaşmak istediği ilginç bilgiler ... Siyah beyaz dünyasının gri insanı ...
Kapitalizm yanlış anlaşılmıştır . Esasen insanları mutlu etme sanatıdır . Ancak bunu yapabilmesi için insanlığın önce mutsuz olması , değillerse edilmeleri gerekir . Sistem ancak o noktada verimli işler .
biktik bu yeni nesil erkek yazarlarin yalnizlik uzerine sacmasapan bi seyler geveleyip cok sanatsal olduk ehhehe bira kadin varolussal sancu b'oolum diye takilmalarindan. varolussal sanci ceken yallah fransaya