Adalet Ağaoğlu, eleştirel gerçekçiliği ve insan ruhunu derinlemesine analiz eden psikolojik çözümlemeleriyle modern Türk edebiyatının en güçlü kalemlerinden biridir. 'Dar Zamanlar' serisinin ikinci kitabı olarak yayımlanan Bir Düğün Gecesi (1979), Türkiye'nin darbe döneminde yaşanan siyasal ve toplumsal kaosu, bir düğün gecesinde toplanan farklı karakterlerin iç dünyalarındaki çatışmalara paralel bir şekilde işler. Ağaoğlu bu romanda, sadece bir düğünü resmetmekle kalmayıp aynı zamanda bir dönemin ruhunu yansıtırken modern Türkiye'nin sancılarını, bireylerin trajik hesaplaşmalarını ve değişen toplumsal değerleri incelikli bir dille anlatır.
Düğünle birlikte içten içe çöken bir düzenin simgesi haline gelen bu eser, okuru hem bir gecenin hem de bir ulusun hafızasına derinlemesine bakmaya davet eder.
Adalet Ağaoğlu, a writer born in Nallıhan in 1929, graduated from Ankara University's Faculty of Language and History-Geography, Department of French Language and Literature in 1950. Subsequently, she joined Ankara Radio in 1951, where she worked as a dramaturg, radio theater director, and program specialist following the establishment of TRT. He departed from his post in 1970, having served as the head of the Radio Department. Ağaoğlu's foray into poetry commenced with the publication of her work in the 1948 and 1949 issues of Kaynak magazine. She subsequently made her theatrical debut with the play "Bir Piyes Yazalım" (Let's Write a Play), which was staged in Ankara in 1953 and co-authored with a colleague. The initial work of fiction by Adalet Ağaoğlu was the 1973 novel Ölmeye Yatmak.
Üçlemenin ikinci kitabı. Benimse üçlemeden en sevdiğim.
12 Mart darbesinden sonra yazılmış. 70lerin Türkiyesini bilinç akışı tekniğiyle, hem de kalabalık bir kadroya rağmen, her birinin iç sesiyle, hiç karıştırmadan, hepsine ayırt edici özellikler ve diller vererek anlatan bir roman. Hayran olunası bir şey yaratmış Ağaoğlu her anlamda.
Romanda anlatılanlar, eskiye ait bir dönem güya ama şimdi de okunsa hala benzer çemberlerin içinden çıkamadığımızı gösteriyor. Kitap bu anlamda da sosyolojik bir çalışma, inceleme gibi adeta.
Ben Adalet Ağaoğlu'nun en başta söylediğini ve söylenmesi gerekeni en sonda söyleyeceğim. Kitabın ruh hali tam da bu cümle gibi. Aslında hepimizin de ruh hali bu bana kalırsa. Birgün öleceğimizin bilinciyle yaşayarak, hayat denen bu saçmalığın tam ortasında sahip olduğumuz ruh halini özetliyor cümle: "İntihar etmeyeceksek içelim bari!"
işitsel bir yöne hitap etmediği halde bir "tempo" hissettiren kitaplara bayılıyorum. tezel gece yolculuğu yaparken siz de mayışmış halde okuyorsunuz mesela: hakikaten karanlık, tekerlerin tıkırtısı ve ağlayan bebeğini susturmaya çalışan annenin monoton sözleri var, o rahatsızlığa rağmen uyumamak için uğraşmak lazım... düğünde neşeli bir askeri marşla herkesin göbek attığı sahnede sizin de kafanız şişiyor, sıkılıp bir an önce gitmek istediğiniz tüm o düğünlerdeki bunaltıyı yaşıyorsunuz, aynı anda elli tane insanın zıvanadan çıkışını gözlemleyip eğleniyorsunuz. kitabın her sahnede temposunu belirlemesi gerçekten muazzam. baştan sona da gittikçe hızlanan bir tempo var zaten bu arada, ama araya üçüncü bir konuşmacının girdiği sahnelerde bu tempoya kendini kaptırmamış adalet ağaoğlu, gerçekten hayranlıkla okudum.
buna ek olarak her konuşanın kendi dilinin, kendi cümlelerinin, kendi kelimelerinin olması beni her kitapta çok heyecanlandırır. bu da bu tekniğin başarılı örneklerinden biriydi. bir de, aysel'i ilk kitapta zihninin her köşesinde gezinerek fazlasıyla tanıdığımız halde, burada aysel'i bir türlü anlayamayan eşi, abisi, kardeşi, yeğeni ile biz de sanki tanımıyor gibi bir perdenin arkasında kalıyoruz. bunu da yazarın tekniğine artı puan olarak yazmak gerek. sadece belli anılar hatırlandığında bahsi geçen ve düğüne gelmemesiyle gizli başrol olan aysel. müthiş yahu.
tıpkı serinin ilk kitabı gibi elimde süründü bu kitap da, yine kitabın suçu değil, benim ara ara yaşadığım tıkanıklığın suçu. bazı yönleriyle sağlıklı değerlendiremiyor olabilirim ama tümüne baktığımda kitabı çok beğenmeden edemiyorum.
"herkesi yalnız içeri değil, kendi içlerinde de tıkmak istiyorlar. nerdeyse de başarıyorlar bunu. en çok buna tetik durmalı. çünkü bugünlerin bir de yarını var, değil mi? bugünler yarına ağdığında ne olacak? asıl o zamanı korumak gerekiyor. şimdiden... serinkanlılıkla..."
“İntihar etmeyeceksek içelim bari” Türk Edebiyatının belki en bilinen başlangıç cümlelerinden biri. Adalet Ağaoğlu’nun 1974-1978 yılları arasında yazdığı bu kitap “Dar Zamanlar Üçlemesi” adını verdiği serinin ikinci kitabı. İlk kitap Ölmeye Yatmak’ta tanıdığımız Aysel karakterinin çevresindeki kişiler ve daha fazlası Aysel’le ilişkileri, birbirleriyle olan bağlantıları, yaşamlarının dönüm noktalarıyla bu kitapta yer alıyor. “Dar Zamanlar Üçlemesi”nde yazarın hikâyeleri kısa zaman dilimlerinde, hiçbir olay olmadan, ileriye doğru akacak şekilde kurguladığını görüyoruz. Böylece okura aynı zamanda toplumun içinde bulunduğu daralmışlık, sıkışmışlık hissini yansıtıyor. Birbiriyle bağlantılı bir üçleme olmasına rağmen her üç kitabın da ayrı ayrı okunabilmesi, okuyucuda eksiklik, boşluk duygusu uyandırmasını engelliyor. Kitap boyunca izlediğimiz düğünün devam ettiği birkaç saat boyunca hiçbir olay olmadığı halde roman geriye dönüşlerle ileriye doğru akıyor. Çok başarılı bir biçimde kullanılmış olan sahneleme tekniğiyle her karakter sırası geldiğinde öne doğru çıkıyor. Hikâye şimdiki zamanda geçtiği halde, karakterlerin zihninden hem bireysel tarihlerini hem de toplumun tarihsel sürecini izleyebiliyoruz. Bir düğün söz konusu olduğu için çok fazla karakterin metne yerleştirilmiş olması da yazarın farklı zamanları anlatabilmesine olanak sağlıyor. Alkol bağımlısı bir ressam olan Tezel’in söylediği bu cümle ile açılan roman 1970 darbesinin sonrasında, toplumsal yapıyı oluşturan sınıf ve katmanları düğüne katılan davetliler üzerinden canlandırıyor. Dünürlerden birinin sanayici, diğerinin general olması 1970 darbesine bir göndermeyle, düğünü bu iki kesimin ittifakına dönüşen bir gösteri haline getiriyor. Toplumun çeşitli kesimlerini yansıtan düğün davetlileri bu egemen ittifakın çevresindeki halkayı tamamlıyorlar. Prof. Ömer bir vida gibi metindeki tüm karakterleri birbirine bağlıyor. Darbe sonrasında gözaltına alınmış, üniversitedeki görevine son verilmiş ancak bir süre sonra göreve geri dönmüş olması kendisi gibi profesör olan eşi Aysel’le arasında güvensizliğe, iletişimsizliğe yol açan bir uzaklaşmaya sebep oluyor. Karısı Aysel’in yeğeni olan Ayşen ne ailesi ne de solcu arkadaşları tarafından kendisine inanılmayan, çıkışsız solcu aydın genci temsil ediyor. Üstelik eniştesine de âşık olduğu halde sonunda babasına ve onun temsil ettiği egemen sınıfa teslim olmuş, Ercan’la evlenmeyi kabul etmiştir. Aysel’in küçük kardeşi Tezel ise, kırgın, küskün küçük burjuva solcu aydının temsilcisidir, inançlarını kaybetmiştir, düğünü uzaktan izler. Düğüne katılmadığı ve hiç görmediğimiz halde Aysel’in ödünsüz duruşunun Ömer, Tezel, İlhan, Ayşen üzerindeki etkilerini hissederiz. Damat Ercan’ın düğüne katılmayan ve her an olay çıkarması beklenen kardeşi Hakan ise gerilimi tırmandıran bir unsurdur. Romandaki düğüm noktalarını, Ayşen ve Ömer’in ilişkisi, Aysel’in düğüne gelmemesi, Hakan’ın varlığı olarak tanımlayabiliriz. Toplumcu gerçekçi bir roman olarak toplumun tüm kesimlerine eleştiride bulunurken Atatürk zamanında kurulmuş olan Anadolu Kulübünün de bir simge olarak kullanıldığını ve cumhuriyete yönelik eleştirilerin bu kurum üzerinden yapıldığını görüyoruz. Roman neden - sonuç ilişkilerini geriye dönüşlerle, iç hesaplaşmalarla, anımsamalarla veriyor. İç monologlarla anlatılan hikâyelerde; anlatımlarda ilişkilerin samimiyetsizliği ve iletişimsizlik ön plana çıkıyor. Yazarın roman boyunca günlük, mektup gibi farklı anlatım tekniklerinden de yararlandığını görüyoruz. Böylece okuru monotonluktan kurtarıyor, ilginin azalmasını önlerken, inandırıcılığı da artırıyor. Kahramanların davranışları okura duygusal bir atmosfer sağlarken, mekân betimlemeleri de genel olarak atmosferin genişletilmesine katkıda bulunuyor. Cumhuriyet sonrası Türk romanının kilometre taşlarından olan bu eser, Adalet Ağaoğlu’nun ustalıklı anlatımıyla hem edebi açıdan hem de toplumsal açıdan çok önemli ve okunmaya değer bir kitap olarak edebiyatımızdaki yerini koruyor. http://fatmaburchak.blogspot.com.tr/2...
Tezel'i nasıl sevmem ki? Aysel'in“Son diye bir şey yok ki Tezelciğim”, “Önemli olan dışarda kalabilmek çünkü. Hem insanları bu–kadar çabuk suçlama Tezelciğim”, “Acıyı yenmeliyiz Tezelciğim. Acının bizi yenmesine izin vermemeliyiz” sözleri karşısında, "Aile gibidir bir ülke aile!" deyip küfrü, isyanı basan, olduğu gibi, kendi gibi, yaşamayı öğrenen Tezel. Canım benim.
Adalet Ağaoğlu’nun Dar Zamanlar üçlemesinin ikincisi olan “Bir Düğün Gecesi” 12 Mart 1971 askeri darbesi sonrasında yazılmış bir kitap. Burjuva bir ailede yetişen ancak kendini devrimci gençlere benimsetmeye çalışan Ayşen’in, yaşadığı bu ikilem nedeniyle yalnızlaşması ve yabancılaşması..ailesinin bulduğu kurtuluş yolu olan tümgeneralin oğlu ile isteksiz evliliğinin düğün gecesi..Bu gecede pek çok karakterin muhteşem iç sesleri ile çok sesli bir koro haline dönüşen kitap ,12 Mart döneminin tipik kitaplarından farklı olarak,faşist işkencelerin ve yazarın görüşünün ağırlığını taşımayıp;ülkedeki devrimci gençleri,sonradan burjuva olan insanların yaşamdaki duruşlarını net ve objektif bir biçimde ortaya koyuyor.Bana bu kitabı tek kelimeyle anlat deseydiniz,”dolu” kelimesini kullanırdım, zira yazarına hayran bıraktıracak ölçüde “dolu dolu “bir kitap.
İlk kitabın gazıyla serinin ikinci kitabı “Bir Düğün Gecesi”ni de okudum ama ilk kitaptan aldığım tadı alamadım malesef. Bu kitapta yazar, ilk kitapta Aysel’in yakın çevresindeki karakterleri bir düğün vesilesiyle bir araya getirip hem ortamdaki hallerini, hem de flash-back’lerle ama bu defa daha sıkışık bir zaman yelpazesinde ve 1960 darbesi ekseninde tahlil ediyor.
İnternette okuduğum yorumlardan sonra serinin üçüncü kitabına enerjim kalmadı.
Roman, meşhur “İntihar etmeyeceksek içelim bari!” cümlesiyle açılıyor. Cemal Süreya’nın dediği gibi, keşke yalnız bunun için sevseydim bu kitabı… Bu giriş cümlesi edebiyat tarihinde yer etmiş olsa da, Ağaoğlu’nun derdi kesinlikle tek bir aforizma bırakmak değil; bir kuşağın çıkışsızlığını ve ironik umutsuzluğunu görünür kılmak.
Ölmeye Yatmak’ı bitirir bitirmez başladım serinin bu ikinci kitabına. İyi ki öyle yapmışım; karakterleri unutmadan, hikâyelerini ve çatışmalarını yeni bir düzlemde okumak çok yoğun bir deneyim oldu. Net söylüyorum: “bir ara okurum”lara bırakılacak bir kitap değil. Katmanlı, çok yönlü, tam anlamıyla bir edebî ziyafet.
Ölmeye Yatmak için yazdıklarımın hepsi ve daha fazlası geçerli bu roman için. Biçimsel açıdan çok daha zengin: bilinç akışı, iç monologlar, diyalog kırıntıları, günlükler, mektuplar… Zaman kırılmalarıyla tek bir düğün gecesi, koca bir toplumsal panoramaya dönüşüyor. Okur, masalar arasında dolaşır gibi bir bilinçten diğerine kayıyor. Bu çok seslilik, hikâyeyi bireysel dramların ötesine taşıyıp kuşakların, ideolojilerin ve hayal kırıklıklarının ortak resmine dönüştürüyor.
Tarihsel ve politik arka plan da güçlü biçimde hissediliyor. Sahne, 70’lerin çalkantılı Türkiye’si. Aysel’in kocası Ömer’i ve kız kardeşi Tezel’i dinliyoruz ağırlıkla. Kişisel krizlerle örülen anlatı, giderek bir kuşağın çıkışsızlığının simgesine dönüşüyor.
Sonuçta Bir Düğün Gecesi, yalnızca bireylerin umut–umutsuzluk hikâyesini değil; aynı zamanda 70’lerin Türkiye’sinin kırılganlıklarını, toplum–birey çatışmasını ve hayatta kalmanın bedellerini tartıştıran çok güçlü bir roman. Bugün hâlâ güncelliğini koruması, onun edebiyatımızdaki yerini daha da özel kılıyor.
Gerçekten çok başarılı bir tekniği var Ağaoğlu'nun. Hani yazma atölyeleri oluyor ya oralarda örnek olarak okutuluyordur herhalde. ve elbette müthiş bir sosyolojik analiz var tüm karakterlerde. Herkesin yorumunda değindiği gibi o olağanüstü giriş cümlesi 'İntihar etmeyeceksek, içelim bari' bile tek başına roman. Daha ne denir ki?
İyi ki böyle büyük eserler bırakmış gitmeden Adalet Ağaoğlu. Ölümsüzlük diye buna denir işte...
Aysel'in ölmeye yatmasının üzerinden yıllar geçmiştir; küçükler büyümüş, orta yaşlılar yaşlanmış ve yaşlılar son demlere gelmişlerdir lâkin Türkiye'nin siyasi çalkantılı yaşamı hareketliliğini hiç yitirmeden devam ettirmektedir.
Yıllar sonra aynı isimler Aysel hariç bir düğünde yine bir araya gelmişlerdir ve eski defterleri kendi içlerinde açmadan duramazlar. Herkesin geçmişe dönük bir hesaplaşması vardır tam olarak kapatamadığı. En çok da Ömer, Tezel ve gelin Ayşen'in. Ayşen ise İlhan'ın kızıdır, artık büyümüş ve yetişkin bir kadın olarak karşımıza çıkmaktadır.
Kitap, ilk kitap olan Ölmeye Yatmak'tan yazımsal olarak oldukça farklıdır. Tamamen bilinç akışı tekniği ile yazılmıştır ve Tutunamayanlar'ı seven benim gibi okuyucuların yüzünü gülümsetebilir. İç diyalogları oldukça göz dolduran eser edebî anlamda okuyuca bir şölen sunabilir. Bu açıdan bakınca son derece usta bir kalemle karşılaşıyorum ve Adalet Ağaoğlu'nu bu derece efsane yapan şeyin ne olduğunu çok daha iyi anlıyorum.
Adalet Ağaoğlu bir röportajında farklı yazımsal tarzlar denemeyi sevdiğini söylemişti. Dar Zamanlar serisine bakınca bunu çok iyi görüyorum. Zira Ölmeye Yatmak ve Bir Düğün Gecesi tarz olarak birbirinden apayrı. Bu da beklentimizi biraz ters köşe yapabiliyor, serilerde aynı tarzla başlayıp devam etmeye alışkın biz okuyucuları.
Son olarak seri okurken benim gibi bir parça sıkılan arkadaşlar için peşpeşe okumamalarını salık verebilirim. Araya başka kitaplar alarak devam etmeniz daha zevkli olabilir. Okuyacak arkadaşlara şimdiden keyifli okumalar diliyorum.🌿
Dar Zamanlar serisinin ilk kitabı Ölmeye Yatmak'ı beğenmemiştim. Klişelerle ve tamamlanmamış öykülerle dolu bölük pörçük bir romandı. Bir Düğün Gecesi'ni ise soluk bile almadan okudum.
Bir kadın yazarın romanını (ya da öyküsünü) erkek kahramanının bilinç akışıyla yazması her zaman problemlidir. Erkekler için kadın zihnini tasavvur etmek ne kadar zorsa, kadınlar için de erkek zihnini çözmek aynı ölçüde zordur. Romanın ilk bölümünde bu duyguya kapıldım. Neyse ki bir sonraki bölümde Tezel'in zihin akışı beni kurtardı. Roman, daha sonraki bölümlerde ağırlıklı olarak Ömer'in zihin akışı ile devam etse de, iğretilik hissetmedim.
Bir bütün olarak değerlendirmek gerekirse, Bir Düğün Gecesi'ni çok beğendim. 12 Mart faşizminin öncesinde ve sonrasında insan ruhlarının ne kadar örselendiğini anlatan çok başarılı bir roman.
İlk kitap gibi bunu da okumasi zordu ama degiyor dogrusu. Bilinç akisini çok güzel kullaniyor ağaoğlu, rahatsiz edici bir haz duyuyorsunuz okurken, karakterlerle beraber sizin de zihninizi yansitiyor aslinda. derinlerde kalmis düşüncelerinizi okurken buluyorsunuz kendinizi birden. kesinlikle okunmali
“İntihar etmeyeceksek içelim bari,” diyerek başlar Bir Düğün Gecesi. Daha ilk cümlesinden itibaren Adalet Ağaoğlu, okuru sarsıcı bir iç hesaplaşmanın içine çeker. Görünüşte yalnızca tek gecelik bir düğün eğlencesini anlatan roman, gerçekte iç içe geçmiş hayatların ve zaman katmanlarının panoramik bir kesitini sunar. Anlatıcı perspektifi tek bir kişiyle sınırlı kalmaz; çok katmanlı bir kurgu içinde olayları farklı karakterlerin iç dünyaları üzerinden aktararak, okuru her birinin zihnine davet eder. Zaman da bu yapıya eşlik eder; birkaç saatlik bir düğün gecesi, anımsamalarla genişleyerek geçmişin derinlerine sızar. Roman boyunca karakterlerin iç sesleri, diyalogların önüne geçer. Bu iç monologlar hem kişisel çatışmaları ortaya serer hem de görünürdeki ilişkilerin içi boş yanlarını ifşa eder.
Dışarıda müzik ve kahkaha vardır; içerideyse sessiz çöküşler. Bu parlak gece, aslında 12 Mart’ın kasvetli gölgesinde yaşanır. Düğün, bir eğlence olmaktan çok, dönemin sembolik temsiline dönüşür: Emekli bir generalin oğlu ile varlıklı bir sanayicinin kızı evlenir - ordu ve sermaye arasında kurulan yeni düzenin törensel vitrini. Karakterler de bu törenin dekorları gibidir; kırgınlıkla, pişmanlıkla, yarım kalmış ideallerle doludurlar. Ressam Tezel’in içkiyle bastırdığı inançsızlığı, Profesör Ömer’in mesleki ve duygusal savruluşları, Ayşen’in gönülsüz boyun eğişi... Hepsi aynı geçmişin farklı aynalarından yansıyan parçalar gibidir. Ağaoğlu, bu bireysel çözülüşlerle toplumsal çürümenin örtüştüğü yerleri gösterirken; anlatıyı bir bilanço, bir hafıza mekânı haline getirir. Bir Düğün Gecesi, hem biçimsel olarak katmanlı hem de duygusal olarak sarsıcı bir roman; estetikle düşüncenin, sezgiyle analizinin zarifçe buluştuğu bir edebiyat örneği.
Serinin ikinci kitabı da en az ilki kadar harika. Elimden bırakamadan okudum yine.
Ölmeye Yatmak’tan sonra aradan biraz zaman geçmiş 12 Mart askeri darbesi sonrasını okuyoruz. Tam da kitabın ismi gibi bir düğün gecesinde, düğünün yapıldığı salondayız. Ama öyle bir salon ki; içine koca bir ülkenin ruhunu, 1970’lerin politik atmosferini, bireysel yalnızlıkları ve kırılmış hayalleri sığdırıyor. Dışarıdan bakınca herkes gülüyor, dans ediyor ama içeride ne fırtınalar kopuyor. Hem düğün salonunun içinde hem her bir karakterin içinde. Her bir karakter özenle ele alınmış. Her birinin iç dünyası mükemmel yansıtılmış. Hepsi kendi bakış açısından konuşuyor, kendi yaralarını, pişmanlıklarını, öfkelerini getiriyor sayfalara.
Adalet Ağaoğlu’nun dili… Tek kelimeyle nefes kesici. Yer yer şiir gibi, yer yer tokat gibi. Satır aralarında hem ince bir ironi hem de derin bir hüzün var. Anlatım, okuru sadece olay örgüsünde değil, karakterlerin zihninde ve kalbinde gezdiriyor. Çok sevdim. Edebiyatımızın kesinlikle okunması gereken eserlerinden biri.
Karakter bakımından oldukça zengin bir “iç ses” romanı. Kitabın tanıtım yazılarında her ne kadar aydın sorunu ön plandaymış gibi gösterilse de aslında iş adamı, ev hanımı, işçi, memur, öğrenci, büyük anne, kız evlat, erkek evlat, eş vs rollerindeki tüm insanların kendilerine göre bunalımlarıdır söz konusu olan. İç seslerini dinledikçe, farklı sınıflardan bir araya gelmiş karakterlerin ortak sorununun kibir olduğunu düşünüyor insan ve adına aydın denilen kişilerin de bundan muaf olamadıklarını aklından geçiriyor. Bu da tabii ki aydın niteliğini sorgulattırıyor okura. Her bir karakter, maskesinin çıkardığı sesin içindeki ses ile aynı olmadığını fark etse bile, bu durumdan en fazla rahatsızlık duyan adına aydın denilen kişiler oluyor. Bu da sanırım aydın bunalımı olarak niteleniyor ama bu bunalımı yaşayıp aşamayana gerçekten aydın denilebiliyor mu diye sormadan geçemiyor insan. Sorunu bu bağlamda ele alınca elektrik ustası Ali’nin iktisat profesörü olan Ömer’den çok daha aydın olduğunu düşünüyor insan. Maskesini, iç sesi ile en fazla konuşturabilen tek karakterin Ali olabileceğini aklından geçiriyor.
Dar Zamanlar üçlemesinin ikincisi olan bu romanda iç sesini dinleyemediğimiz tek karakter olarak Aysel’i görüyoruz. Diğer karakterlerin hem iç sesleri hem de diğerlerine duyurdukları sesleri ile yargıladıkları Aysel’i dinlemek için serinin diğer iki romanını da okumak gerekiyor sanırım. Kim bilir , belki de hem okumuş takımından olup hem de gerçekten aydın olmayı başarabilmiş tek karakter Aysel’dir.
Belli ki bir dönemden yola çıkılarak yazılmış bir roman bu. Ama gelişmekte olan ülke statüsünü aşamamış bir ülke söz konusu olunca dönem kavramı da çok fazla önemli olmuyor okur için. Hala kime aydın denir diye sorgulayıp tam bir cevap bulamadığımıza göre.
Her bir insanın biricikliğini düşündüğümde, ilkeleri önceden tanımlanmış ideolojilerin tehlikesi daha net bir şekilde göründü bana. Ne kadar çok kalıp o kadar çok iç-dış ses karmaşası diye düşündüm.
İç ses ile anlatma tekniği çok iyi kullanılmış bana göre. Maskeler şimdiki zamanı konuşurken, iç sesler geçmişleri hikayeleştirmiş ve birbirlerini çok güzel tamamlamışlar bence.
Akıcı ve yalın bir dille yazılmış roman, metaforlarla da biraz süslenseymiş keşke. O zaman daha bir keyifle okunabilirdi fikrimce.
Adalet Ağaoğlu "Bir Düğün Gecesi"nde, sanayici işadamıyla emekli bir albayın çocuklarının düğünüyle bir dönemi, dağılan bir ailenin, serinin ilk kitabı olan Ölmeye Yatmak'taki Aysel yerine yakınları üzerinden anlatıyor.
İlk elli sayfayı okurken çok zorlandım. Nihilist Tezel'in iç konuşmaları kafamı fazlasıyla karıştırdı.
"Dar zamanlar" ın ikinci kitabı bir düğün gecesi çok farklı geçmişi ve zihni olan kişiler üzerinden aktarılır. Memleket tarihinde başka bir kesit (70 ler diyebilirim. ) çok yetkin bir şekilde anlatılmıştır.
Dar Zamanlar üçlemesinin ikinci kitabı olan Bir Düğün Gecesi okumaya ilk başladığımda beni biraz yordu. Karakterler yabancı geldi ve ilk kitabı okumamın üstünden zaman geçtiği için acaba “kim kimdi, unuttum mu?” hissine kapıldım. Fakat ilk 100-150 sayfayı atlattıktan sonra su gibi akıp gitti.
Kitapla ilgili sevdiklerim karakterlerin iç konuşmaları, tartışmaları oldu. Hepimiz bir olay sırasında milyonlarca şey geçiririz aklımızdan ama ağzımızdan tek cümle çıkar o da boğazımıza takılır ya, heh Ağaoğlu işte bunu çok güzel anlatmış.
Kitaptaki düğün atmosferi çok başarılı. Kitabı okuduğum süre boyunca o düğünlerin telaşını, kalabalığını, o insan sıcaklığının bunaltıcı kokusunu, insanların var olma çabalarını hepsini çok iyi hissettim.
Son olarak da kitap bence Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyat’ının en güzel açılış cümlesine sahip: “İntihar etmeyeceksek içelim bari.”
Yetmişli yıllardaki kaotik ortamı anlamak açısından benim için önemli bir eser oldu. Adalet Ağaoğlu hayranlık duyuduğum bir yazar. Keşke benim inandığım değerlere biraz daha hassas yaklaşsa.
"... hüzün akşamı beklemeden bastırıyor. Ama art arda kopuşların hüznü değil bendeki. Art arda kopa kopa, kopacak tek şeyi kalmamış olduğunu algılamanın hüznü. Hüzün duyulması gereken her şeyden hiç hüzün duyamamak, altından kalkılması en ağır hüznü yığıyor üstüme"
"Ne denli önlemeye çalışsa da, hüzün elini kolunu sallayarak geldi, çöküp oturdu yüzüne, gözlerine."
"Ne dünden sorumlu, ne yarına borçlu olduklarını ilan etmiş kişilerin küçük koalisyonu çözüldü. Kim kimden daha murdar, kim kimden daha temiz, bunun peşine düşüldü."
"Ama şuramda bir bulantı. Gitmiyor, geçmiyor. İnsanlar arasında durmadan mikrop gibi yayılan bir hastalığın bulantısı bu. Kuşku ve güvensizlik."
"Zaman sen ne büyük öğretmensin, ah saygıdeğer zaman sen ne büyük bilgesin! Gaddar bir bilgesin ama."
"Unuttum dediklerimiz değil mi en unutulmaz olan."
"Yüreğini oyup önüne koymuş. Beynini çıkarıp eline almış. Görebildiği bütün kötü urları kılçıkları, tozları geçmişin biriktirdiği, tarihin yığdığı nice hastalıklı hücre varsa hepsini, elbet bir gözün görebildiği, bir mikroskopun seçebildiği oranda tek tek cımbızla ayıklamış. Buna dayanan yalnızlığa en iyi dayanır"
"Ben şurda bir gencin vurulduğunu, burda bir arkadaşımın tutuklandığını söylüyorum. Hiç duymuyorsunuz sanki, 'kavunlar ne tatsız çıktı bu yıl' diyorsunuz".
"Gençler ölüyor. Bütün soytarılara gün doğuyor".
"Şuramda, en sahici sevinçle en sahici üzünç arası bir yerde, en sahici acısıyla bir yara açılıyor. Gözlüklerimin ardında gözlerim her yanı tarayarak görebildiği kadarıyla bu düğün gecesinden bende kalan bu düğüne tanıklığım değil, yaram. Bu bir canlılık belirtisidir. Taşın kanadığını kim görmüş. "
"Herkesi yalnız içeri değil, kendi içlerine de tıkmak istiyorlar.Nerdeyse de başarıyorlar bunu.En çok buna tetik durmalı.Çünkü bugünlerin de bir yarını var, değil mi? Bugünler yarına ağdığında ne olacak? Asıl o zamanı korumak gerekiyor. Şimdiden...Serinkanlılıkla..."
"Şuramda, en sahici sevinçle en sahici üzünç arası bir yerde, en sahici acısıyla bir yara açılıyor.Gözlüklerimin ardında gözlerim her yanı tarayak görebildiği kadarıyla bu düğün gecesinden benden kalan bu düğüne tanıklığım değil, yaram.Bu bir canlılık belirtisidir.Taşın kanadığını kim görmüş?"
'Kasım ayında, ağır bulutlarla yüklü bir günde hüzün, akşamı beklemeden bastırıyor.Ama art arda kopuşların hüznü değil bende ki.Art arda kopa kopa, kopacak tek şeyi kalmamış olduğunu algılamanın hüznü.Hüzün duyulması gereken her şeyden hiç hüzün duyamamak, altından kalkılması en ağır hüznü yığıyor üstüme."
"İntihar etmeyeceksek içelim bari." Diye başlayan kitap, sonunda herkesin intiharın eşiğinden Nasıl fersahlarca uzakta olduğuyla yüzleştiriyor. Aslında intihara sebep bulmak hiç de zor değil, karakterler asıl zoru yaşamaya sebep bularak -tarlada iğne ararcasına- yaşıyorlar. Hangi dönemi anlattığı belli değil, ancak Türkiye'de kitlelerle solculuğun marjinal diye damgalanmadan yaşandığı günleri anlatıyor. Hala gerçek, hala bizi bize anlatır bir konu. Tavsiyeler şelale! Yazar kalemi, ruhu, empatisi ve örgüsüyle ağızları açık bırakıyor.
İlk kitabını okumamın üzerinden on yıllar geçtiğinden geçmiş referanslarını çok anlamasam da çok da gerekmedi gibi. Kitap başlı başına kendi içinde bir değerlendirme. Küçümsenen düğün ögesi içinde tek tek karakterleri anlatıyor, karakter sayısı biraz fazla geldi ilkten odağımı kaybeder gibi oldum ama saptamalar o kadar güzel ki!
İlk kitap kadar akıcı bulmadım, bazı yerler çok sıkıcı geldi ve zor ilerledim :( Ayşen'in hikayesini daha çok okumak isterdim en ilgiyle okuduğum kısımlar orasıydı.
Üçlemenin ikinci kitabı da bitti gitti...Bu kitapta ise;12 Mart 1971 darbesi sonrasında yaşananlar yine karakterlerimizin hayatları ekseninde anlatılıyor.Yine her bir karakter zaman zaman ön plana çıkıyor ve kendi ağzından yaşanılanlara dair bakış açısını dile getiriyor.Kitap ismini,Aysel’in yeğeni ( İlhan ağbisinin kızı ) Ayşen’in düğünününde yaşananlardan başlayarak tüm karakterlerin iç sesleriyle anlattıklarıyla devam ediyor.İlk kitaptan bugüne Türkiye şartları çok değişmiş,İlhan avukat/müteahhit olarak hayatına dört başı mamur bir zenginlikle devam ederken kızkardeşleri Aysel ve Tezel ile aralarına büyük görüş ayrılıkları girmiştir.Devrim için çabalayan gençlerin üniversitelerde ve sokaklarda yaşadıkları ve hissettikleri,okuyucuya çok iyi aktarılmış.Dönemi çok iyi anlatması ve sosyolojik tespitleri adına inanılmaz güzel bir kitaptı.Sadece kitabın son sayfalarında,Aysel’in kocası Ömer’in içsel konuşmaları biraz bunalttı beni.Yine de mutlaka okunmalı...
Adalet Ağaoğlu saygım katlanarak büyüyor. Çok güzel yazmış, dil, karakterler, bütünlük. Etkileyici. 3’lemenin 2. Kitabında olaylar yine tek bir günde tek bir olay anında geçiyor. Otel odasında ölmeye yatan bir Aysel’den bu sefer Ömer’e düğün gecesine geçiyoruz. Dönemi okuyoruz, arka planda döneme dair bilgiler geçmiyor sadece biz o dönemde yaşıyoruz. Karakterlerin hisleri, bakış açıları başka bir dünyadayız. İlk kitap modernliği anlatan, çağdaşlaşma yolunda ülke için asla yeterli olmayan naif idealistlerin hikayesini anlatırken, bu sefer post modern boşvermiş, yıkık, nihilizme kayan post modernist Tezel’e geçiyoruz. Anything goes, her şey oluyor, bir yandan da hiçbir şey olmuyor. İntihar etmeyeceksek içelim bari! Tüm umutlar, idealizm 70 darbesiyle yıkılıyor. İçeride olanların gururlandığını, devrim için en azından bir şey yapabildiklerini hissettikleri, dışarıda kalanların suçluluk duygusu ile yetersizlik tekrarları.. Gelmeyen, gelemeyen bir devrim, kaybolan umutlar, suçlamalar ve yetersizlik. Ötekileştirme sürekli, kaybolan umutlar için bir suçlu arama.. Aysel düğün içimizde olsun yeterki demişti Fitnat Hanım’a, dışımızda değil. İçine kapanan, yalnızlaşan bir dünyada hayatta kalabilme romanı.