Liest sich von Anfang an locker und flüssig, hat aber etwas gedauert bis ich mit dem Erzähler und den anderen Figuren warm geworden bin. Inwieweit das Buch die 90er in Berlin getroffen hat kann ich nicht beurteilen, da ich weder aus Berlin noch ein Kind der Wendejahre bin, allerdings gab es viele kleine Momente bei denen ich dachte "Das kommt mir bekannt vor!"
Set just after the "Wende" in Berlin and told from the perspective of young Hasam, this is an interesting take on life in Berlin in 1989/90. Hasam sees himself more as a Berliner than a Turk, seeing that he's spent the better part of his life in Berlin and not Istanbul.
It's as much about coming of age and figuring out what on earth you want to do with your life as it is about growing up Turkish in Berlin, the events that shaped the early 90s in Berlin so significantly,and just ordinary life, like how wonderful and painful family can be.
Loved, loved, loved the Berlin setting, of course. There isn't really a strong plot there but I enjoyed the flow and perhaps the location coupled with the Turkish angle and historical setting was enough to keep me interested.
Made me laugh out loud a few times, that's always a good sign. :)
Unterhaltsamer Bildungsroman aus einer türkisch-deutschen Perspektive, der einen interessanten Einblick in die Nachwendezeit in Berlin bietet.
Das Buch hat mir gefallen, auch wenn es für seinen Inhalt etwas zu lang war und sich relativ langsam entwickelt. Dennoch empfehle ich es weiter: farbig und humorvoll.
Yade Kara’nın Selam Berlin romanı Berlin Duvarının yıkıldığı dönemde geçiyor. 89/90 yıllarının Berlin'inde, tam duvarın dibinde bir evde yaşayan bir aile. Dönemin Berlin'ine hakim olan hava, arka sokaklar, yeraltı kültürü, Türk işçiler, iki arada bir derede gençler, günlük yaşamda ırkçılık, kafalarındaki kültürel klişelerin teyidini bekleyen, komünizmden kapitalizme çok hızlı geçişi yadırgamayan insanlar...
İyi gözlemlediği kültürel klişeleri yer yer eğlenceli bir bakış açısıyla eleştiriyor yazar. Batının da Türkiye’nin de kafasındaki Türk kökenli genç imajı sorgulanıyor Hasan’ın/Hansi'nin ilk gençlik sancılarında. Hayattaki yerini arayışı, ilk aşkı ve hayal kırıklıkları, ne Türkiye'deki Almancı Türk imajına ne Berlin'deki kebapçı, bıyıklı, gösterişçi, kara kafalı Türk stereotipine uymayışı tüm bu temalarla birlikte anlatılıyor. Kadın erkek ilişkilerinin, aile ortamının işlevsizliği ve ikiyüzlülüğü de vurgulanıyor fakat kültür, ırk, kuşak çatışmaları kadın erkek ilişkilerinden daha iyi işlenmiş romanda bence. Cora gibi bazı yan karakterlerin daha detaylı irdelenmesini isterdim. Her halükarda, daha çok okurun ilgisini hak eden bir roman.
Göçmen/göç edebiyatının (kendi kuşağından) erken örneklerinden olarak görebileceğimiz Yade Kara'nın "Selam Berlin" metni otobiyografik bir tanıklığa dayanıyor. 2003 yılında yayınlanan (ve hemen ertesi seneden itibaren çeşitli ödüller alan) kitap, Duvar öncesinden sonrasına Berlin'de göçmenlerin hayatına gündelik hayatına, Duvar-sonrası yaşamlarına dair değerli kesitlerle örülü bir anlatı sunuyor. Bu anlatının içinden konuşan Yade Kara; Avrupa'nın en büyük kentlerinden birinde bulunmalarına karşın Kreuzberg gibi kendi içine dönük bir göçmen mahallesinde yaşayan göçmenlerin hayatında Türkiye'nin kapladığı alanı, nasıl bir manzara teşkil ettiğini usulca (ama kimi yerlerde dönemin ya da belki kendi kuşağının Türkiye'yi bir öteki olarak egzotikleştiren desenlerine kayarak) betimliyor.
"Bir milyon kişinin yaşadığı, iki kıta üzerine kurulmuş yedi tepeli şehir. Bu istanbul yüzünden San Franscisco – Katmandu arasındaki hippi rotası İstanbul’dan geçiyordu ve Amerkalı, Kanadalı ve Avrupalı insan sürülerini Sultanahmet Meydanı’na topluyordu. O zamanlar kadınlar mini eteklerle, yüksek topuklu ayakkabılarla ve kabarık saçlarla dolaşıyor, erkeklerse fayton büyüklüğünde Chevrolet’lere biniyordu. Annem ve babam Beyoğlu’nun kafe ve barlarına dalmışlar ve büyüleyici bir şehrin tadını çıkarmışlardı. Babam her zaman şunu söylerdi: 'İstanbul buruşuk derisinin alında hala eski güzelliğini taşıyan yaşlı bir odalık gibidir.' Bundan hiç şüphem yoktu. Ama o İstanbul artık yoktu. Şimdi on iki milyon insan yaşıyordu orada. Çok kalabalıktı. Darmadağındı. Burada yaşamak iğrenç bir şeydi. Saldırıya ya da tacize uğramak korkusu duymadan sokaklarda dolaşamazdım. Sürekli gözlerim, burnumu, antenlerimi, duyargalarımı dört açmak ve dikkatli olmak zorundaydım... Bu şehir kaosa karşı son bir güçle, son güzelliğiyle direnmeye çalışan, tecavüze uğramış bir metrese benziyordu. Her şey birbirine çarpıyordu" (s. 11).
"Annem Berlin’i fazla taşralı buluyordu, bu yüzden Ediz’le İstanbul’da kalmayı tercih etmişti. İstanbul’un yanında Berlin bir kasabaydı. Ama kavranabilir bir kasabaydı, çevresini saran duvarıyla birlikte. Bunu seviyordum. İstanbul tam anlamıyla çıldırmıştı" (s. 12).
"İstanbul’dakiler farklıydı, bu konuda haklıydı Ediz. Arabaları, videoları ve L’Oréal sarışını kadınları vardı. Partilerde eğleniyorlar, bikinilerle kumsalda dolaşıyorlar ve akşamları dallas izliyorlardı. Sürekli fiyatları, enflasyonu ve karları hesaplıyorlardı, bir yandan da çocuklarını İngilizce ve bilgisayar kurslarına gönderebilmek için kuruşu kuruşuna hesaplı davranıyorlardı. Dinamiktiler ve Batı’ya ulaşmaya çabalıyorlardı. Buna karşın Kreuzberg’dekiler şeref, aile ve gelenekler gibi değerlere sarılıyorlardı. Bazıları çocuklarını Kur’an kurslarına gönderiyordu. İstanbul’daysa bu çoktan tarihe karşımıştı. Kreuzberg’in, Berlin’in, Avrupa’nın tam ortasında yaşıyorlardı, ama Doğu’ya, Mekke’ye bakıyorlardı. Burada Türkler İstanbul’dakilerden daha Türk’tü. Edi oradayken Berlin doğumlu olduğunu genellikle gizliyordu" (s. 147)
"Berlin, duvar, Doğu, Batı, annemin umrunda değildi. Duvarın hemen dibinde oturuyor olmasına rağmen. Diyordu ki: 'Aynı sürünün kurtları birbirini ısırmaz, ama başka sürülerin kurtlarını öldürürler.' Onun duvarın yıkılışıyla ilgili tek yorumu buydu. Yıllar sonra sık sık bu cümleyi düşündüm. Hoyerwerda, Solingen ve Möll’de alevler yükselip de aileler tümüyle kömür olunca" (s. 113).
Hasan (Hansi) torna a vent'anni a Berlino dopo alcuni anni trascorsi nella patria dei genitori, la Turchia. E' il 1990, il Muro è appena caduto e Berlino nasce a nuova, e non necessariamente migliore, vita. Nella baraonda Hasan scoprirà un nuovo fratello e la fragilità degli affetti, quelli verso gli amati e quelli verso le città. Scritto in un linguaggio semplice e diretto, con molti spunti di comicità, il libro nella sua leggerezza discute di amore e razzismo, integrazione e rifiuto. E di città. Chi ne esce un po malconcia è Berlino. Nonostante l'evidente amore dell'autrice per la sua città.
3’5 || el primer libro de literatura fulle n alemán k me leo en alemán fuaa k ilusión y encima la historia se desarrolla en berlín y me he puesto super moñeka pensando en lo mucho k quiero y me gusta berlín k ganas de volver, y cuando menciona al final frankfurter allee aaaaaaa- me puse super contenta 🌟
Probabilmente mi ci voleva una scrittrice di origine turca, per leggere con occhi ben aperti del trauma costituito dal crollo del Muro per la gente comune che abitava a Berlino. Rimarrà deluso chi cerca qui la politica: il punto di vista è quello di un 18enne di media ignoranza pieno di ormoni che pensa solo all'amore e a cosa fare della sua vita (l'agenzia di viaggi paterna? studiare archeologia? fare l'attore? il presentatore tv?).
La storia, poi, è ricca di humour e molto accattivante, sia come romanzo di formazione (difficile non immedesimarsi nell'assenza di ideologie, nelle cazzate, incertezze, cambi di rotta e pigrizie mentali del protagonista) sia come storia di famiglia, se per famiglia intendiamo il guazzabuglio turco-tedesco attorno al protagonista, ciliegina sulla torta la tardiva e traumatizzante scoperta della bigamia del padre che, al riparo del Muro, non solo faceva affari con la DDR ma aveva là una seconda donna (tedesca!) e un altro figlio. Difficile anche non vedere l'idiozia insita nel razzismo, quello che Hasan e i suoi amici spesso incontrano a Berlino: se soltanto i razzisti si rendessero conto che la gente cui rifiutano di servire una birra, o che cercano di cacciare, o cui sputano addosso, o che picchiano a sangue, ha i loro stessi problemi, sogni, paure, manie...
Molto godibile, infine, la satira dell'universo cinematografico tedesco, istoriato in due personaggi assolutamente negativi. Uno è Wolf, il Maestro venerato e riverito che sa solo sparare luoghi comuni, il provinciale colto che non capisce assolutamente niente della realtà che lo circonda, ma è sempre alla ricerca di un nuovo Pittoresco, appassionandosi un anno alla sua idea di cultura turca, l'anno dopo a un recupero dei milioni di ebrei che crede popolino Berlino. E quello femminile di Cora, la femme fatale morbida e profumata come caramello, in realtà dura e prevaricatrice con gli amanti che usa e getta per fare carriera o per semplice capriccio, una rappresentazione durissima della donna tedesca ambiziosa senza un secondo da perdere.