27 Mayıs 1960 askeri darbesinden önce Türkiye içten içe kaynıyor. Kenan, yıllar önce gizli komünist partisine girme suçlamasıyla polis sorgusunda çabucak yılgınlığa düşmüş, eski çevresinden tümüyle kopmuştur. Karısı ve çocuğuyla korunaklı bir yaşam sürdürmektedir. Aslında mutsuzdur, içi ile barışık değildir. Bir meyhanede tanıştığı genç Günsel, içinde çürümemek için direnen ne varsa hepsini ateşleyiverir. Aşk, direniş, devrim günleri… Yaşam, Kenan'a kendini bir kez daha sınama olanağı verir.
1919 yılında Samsun’da doğan Vedat Türkali, yüksek öğrenimini İstanbul Üniversitesi Türkoloji Bölümü’nde tamamladı. Maltepe ve Kuleli askeri liselerinde edebiyat öğretmenliği yaptı. 1951’de siyasal eylemlerde bulunmakla suçlanarak tutuklandı. Askeri mahkeme tarafından dokuz yıl hapis cezasına çarptırıldı. Yedi yıl sonra koşullu olarak serbest bırakıldı. Vedat Türkali 1944-1950 yılları arasındaki ağır baskı döneminde devrimci sanat çevrelerinde elden ele gizlice dolaştırılan şiirleriyle, özellikle “İstanbul” şiiri ile tanındı. Şiir uğraşını hapishane yıllarında da sürdürdü. 1958 yılında tahliye olduktan sonra sinema alanında çalıştı. 40’ın üzerinde senaryo yazdı ve üç filmin yönetmenliğini yaptı. Yazdığı dört tiyatro oyunu, ulusal gelenek ve değerlere dayanan özgün, öncü nitelikler taşır. Türkülerle işlenmiş epik yapıdaki 141. Basamak, 1970’de Ankara’da sergilendi. Aynı özellikteki Bu Ölü Kalkacak, 1976 yılında İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatrosu’nda sergilenirken yasaklandı. Dallar Yeşil Olmalı, 1985’te yayımlandı. Yazdığı son tiyatro oyunu olan Şeytanın Kaşık Oyunları (2000) deprem konusunu işlemektedir. Vedat Türkali’nin ilk romanı Bir Gün Tek Başına, 1974 yılında yayımlandı. Aydınlar arası hesaplaşmaya dayanan umutsuz bir aşk romanı niteliğindeki ikinci romanı Mavi Karanlık 1983 tarihini taşır. Üçüncü romanı Yeşilçam Dedikleri Türkiye Türk romanında bir dönüm noktası olarak anılmaktadır. 1990’da yayımlanan Tek Kişilik Ölüm, gerçek kişilere ve gerçek olaylara dayalı bir dönem romanıdır. Takip eden on yıl boyunca Türkiye Komünist Partisi’nin tarihi niteliğindeki, İkinci Dünya Savaşı döneminin siyasal yapısının sergilendiği Güven adlı iki ciltlik romanını kaleme aldı; roman 2005’te yayımlandı. 2004 yılında yayımlanan Kayıp Romanlar adlı romanı ise 90’lı yıllar Türkiye’sini, siyasi sürgünden ülkesine dönen emekli bir doktorun gözünden anlatır. Yalancı Tanıklar Kahvesi (2009), 12 Eylül’e giden süreçte geçer. 2014’te Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan Bitti Bitti Bitmedi adlı romanında ise Türkiye’nin tartışmalı konularından olan Ermeni meselesini mercek altına almıştır. Vedat Türkali’nin düzyazıları, söyleşileri, savunmaları Tüm Yazıları Konuşmaları adı altında, 2001 ve 2014’te iki ayrı cilt halinde yayımlandı. Yazarın Kürt sorunu ile ilgili yazıları da Özgürlük İçin Kürt Yazıları adı altında, 2002 ve 2014’te yine iki ayrı cilt halinde yayımlanmıştır. Vedat Türkali’nin, çocukluğundan tutuklanma sürecine kadarki yaşamından kesitler içeren, Komünist (2001) adlı bir de anı kitabı bulunmaktadır.
Edebiyatın neredeyse bütün alanlarında ürenler veren Vedat Türakli, 29 Ağustos 2016’da hayatını kaybetti.
Üniversitenin ilk yılında hocamız ilk dersinde bu kitabı ve Esir Şehir üçlemesini okumayanlar ve okumaya niyeti de olmayanlar şu kapıdan çıkıp gidebilir dediği gün tanıştım bu kitapla. Hayatımın farklı dönemlerinde farklı yargılarla okudum hem de. İlkinde Günseli'ye deli gibi kızdım, Kenan'dan nefret ettim. Henüz 18'dim. İkincisinde aşık olduğum adamla nişanlıydım, tekrar okuduğumda Nermin'e kızdım. Günseli için üzgündüm. Bugün otuz olmama az kalmışken Anar'ın cümlesi geliyor aklıma. "Niçin insanlar beş katlı bir binanın altıncı katı da olduğuna inanmaz ki?" Ve bugün zamana yüklüyorum suçu. Kimseye de kızmıyorum, zamana bile. Arka plandaki Türkiye tarihi ise her zaman aynı acıyı hissettirdi ne yazık ki! Bana kâr kalan şeylerden biri de sanırım "iç ses" oldu. Okuduğum andan beri iç sesim bana beni anlatıp duruyor.
Bir Gün Tek Başına, Kenan, Günsel, Nermin, Rasim, Sermet, Handan (Burak hariç) istisnasız her bir karakterine nefret edemeden antipati beslediğim, ağız dolusu sövmek istediğim, inanılmaz bir edebi yolculuktu benim için. Oldum olası Türk edebiyatına çekinceli yaklaşırım. Bilmiyorum, birşeyler oturmuyor bende. Vedat Türkali bu önyargımda bütün barajları yıktı. Hala inanamıyorum 750 sayfalık bu su gibi, şiir gibi anlatıma.
Hep geçmişe özlem duyarız ancak geçmiş de algılayabildiğimiz kadardır ya. Benim bilincim '80'den sonra başlıyor ancak buna rağmen 1960'ların Türkiye'sinde, sokaklarında dolaşmak çok hoşuma gitti. Şahsen kendim de Şişli Camisi etrafında büyüdüğüm için (evimiz pasajı geçince bir arka sokaktaydı) inanılmaz keyif aldım 2 milyon nüfuslu İstanbul turu atmaktan. Okurken bir an şunu düşündüm: Kenan ve Günsel'i birer farklı renkli nokta olarak haritaya oturtsak ve İstanbul'da gezdiği rotaları işaretlesek acaba nasıl bir tablo çıkardı karşımıza?
Şunu anlamıyorum: Okullarda tarih neden 1923'ten sonra bitiyor? Neden (utançlarla dolu) yakın tarihimizi öğrenmek için özel bir çaba sarfetmek zorundayız? Ülkece gençlerimiz gereğinden fazla politikaya ve yaşam zorluklarına maruz kalıyorlar zaten. Bari burnumuzun neden boktan kurtulmadığının arkaplanını da öğrensinler.
Yazarın diline gelecek olursam ne kadar övsem az. "İçtepi", "ivecenlik", "tanıtlamak" gibi öğrendiğim çok tatlı kelimelerin yanısıra açıkçası daha önce böyle bir yazım şekliyle de karşılaşmamıştım. Yazarın kendi düşüncelerini okurun gözüne soka soka diyaloglara yedirmesi bana çok sırıtır. Ancak öyle olsa bile beni hiç rahatsız etmedi. Sadece Kenan ve Günsel'in tek paragrafta 3 sayfayı bulan kendi iç çatışmaları kitabın sonuna doğru yormaya başladı.
Çok rahat söyleyebilirim ki Vedat Türkali'nin dili olmasaydı bu aşk üçgeni ve arkada dönen olayları okumak 750 sayfalık bir eserde çok katlanılır olmazdı. Karakterler o kadar gerçekti ki her birinden, düşüncelerinden, omurgasızlıklarından, iç düşüncelerinden, herşeyinden ayrı ayrı nefret ettim, tiksindim.
Bir dipnot olarak da Kenan 2021 Türkiye'sinde bu kadar dışarıda yemek yese, rakı içse, taksiye binse herhalde 5-6.000 lirayı sokakta bırakırdı. Kitapçıdan edindiği gelirle bu kadar lüks yaşaması gözümden kaçmadı. Lüks demişken bu burjuva düşmanlığı da nedir, niyedir? Tanım olarak "kentlerde yaşayan, üretim araçlarını ellerinde bulunduran ve kendi başına üretim ve kazanç yollarında çalışarak kendine oldukça geniş bir geçim sağlayan kimse." Bu kadar kötü, ezikleyecek, aşağılayacak birşey mi bu? Gelir kısmını geçtim duygusallık bile burjuvazi diye tenkit ediliyor. Bu tanımdan yola çıkarak bugün hepimiz burjuva değil miyiz?
Beni tekrar Türk Edebiyatı'na ısındıran harika bir kaçamaktı. Kesinlikle tavsiye ederim...
27 Mayıs darbesinin öncesini anlatan muazzam bir roman. Siyasi roman deyip geçemeyeceğimiz, bunun çok ötesinde bir eser bana göre. Dönemin karışıklığını devrimci iki ana karakterin iç karışıklığı üzerinden anlatmış Vedat Türkali. Roman üçüncü tekil olarak yazılmasına rağmen Kenan ve Günsel'in sürekli birinci tekil olarak yazılan duygu ve düşüncelerini okuyoruz. Yani hem üçüncü hem birinci tekil olarak yazılmış bir roman diyebiliriz. Bu da kahramanlarımızın iç dünyasını, yaşadıkları çelişki , mutluluk ve acıları çok daha iyi anlayabilmemize, karakterlerini derinlemesine çözümleyebilmemize yaramış. Nadiren bazı romanlar o kadar ayakları yere basan ve sağlam romanlar oluyorlar ki bir cümle eklesek ya da çıkarsak roman o etkisini kaybedecekmiş gibi hissettiriyorlar. Edebiyatın büyülerinden biri de bu sanırım. Bu romanda da o duyguyu ilk sayfadan son sayfaya kadar hep hissettim. Konuyu bir yana bırakın, sosyalist, sosyal demokrat, muhafazakar vs ne olursanız olun edebiyattan keyif alan biriyseniz bu romanı sevmemeniz çok zor. Çünkü hissettirdiği duygular son derece insani ve bütün olaylar yanı başımızda yaşanıyormuşçasına gerçek. Türk edebiyatının yüz akı eserlerinden biri.
Roman eleştirmeni Fethi Naci, 100 Yılın 100 Romanı adlı kitabında, bu romanla ilgili şöyle demiş; “ilk kez bir gerçekçi romanda, ileri dünya görüşü, romana yama gibi eklenmemiş.” Ve övgülerin yer aldığı bu eleştiri yazısını da şöyle bitiriyor; “mutlu son, bu romanın içeriğine aykırı zaten.” Ben de pek fazla mutlu son beklemiyordum fakat yine de sonu sürpriz bir mutsuz son oldu. Ama Fethi Naci’nin dediği de doğru. Son yıllarda okuduğum en iyi romanlardan biri. Bilinç akışı denen bu roman yazma yöntemini de ben seviyorum. Oğuz Atay’da, Vüsat O.Bener’de ve biraz da Yusuf Atılgan’da da benzer yöntem var. Roman kahramanlarının gerçekçiliği, kahramanların zaafları, zayıflıkları, çelişkileri ile ustaca oluşturulmuş. Evet, kitap uzun. Fakat akıcı Türkçe ile yazılmış olmasından ötürü okuması hiç de zor değil. Önyargılıydım kitabı elime almadan önce. Sol siyasi romanlarda beylik kahramanlıklar, klişe sözler, duygular olma olasılığı bana hep yüksek gelir ama bu kitap sadece siyasi bir roman değil. Aşk romanı da bir o kadar. Elbette Vedat Türkali okumaya devam edeceğim.
Bir Gün Tek Başına, 1950’li yıllarda geçer. Kenan, Günsel ve Nermin’in hayatları, Menderes yönetiminin artan baskısı ve dönemin toplumsal gerilimi içinde şekillenir.
Eski bir devrimci olan Kenan, idealleriyle yaşamın gerçekleri arasında sıkışır, yalnızlığı iç çatışmaların derinleştirir. “Ne için, neden sustum?” ya da “Neden hala bu yalnızlık?” diye sorduğu sorular, onun karmaşık ruh halini açığa çıkarır.
Günsel ile yaşadığı yasak aşk, Kenan’ı hem tutkuyla hem de suçlulukla karşı karşıya bırakır. İdealleri ve sorumlulukları arasında gidip gelmesi, kararlarını bulanıklaştırır ve hayatını çıkmaza sürükler. Aynı zamanda dönemin politik baskısı da ilişkilerini belirleyen bir faktör olarak yer alır.
Roman, Kenan’ın kendiyle hesaplaşmalarını, Günsel’in aşk ve idealleri arasındaki bocalayışını ve Nermin’in ailesini ayakta tutma çabalarını ustaca bir araya getirir. Bu kişisel hikayelerin arka fonunda ise 1950'lerin sonlarında Menderes yönetimin baskıcı ve siyasi atmosferi vardir. Özgürlükler kısıtlanır, muhalif sesler susturulur. Böylece bireylerin iç dünyası ile dönemin politik gerilimlerini içi içe geçer.
Karakterlerin ruhuna dokunan, düşündüren ve dönemin yoğunluğunu hissettiren Bir Gün Tek Başına, Vedat Türkali'nin 1974 yılında yayımlanan ilk romanıdır. Yayımlandığı yıl büyük ses getirmiş 1974 yılında Milliyet Yayınları Roman Ödülü ve 1975 yılında ise Orhan Kemal Roman Armağanı'na layık görülmüştür. Lise yıllarında okumuş ve etkilenmiştim. Şimdi yeniden okuduğumda da aynı etkiyi hissettim. Bu muazzam kalemle tanışmak için bile okunabilir. Umarım siz de okur ve benim gibi seversiniz.
'Bir Gün Tek Başına' sanırım her Türk okuyucusunun karşısına birçok kere çıkan, bir an evvel okunması gerekiyormuş dürtüsünü oluşturan, mihenk taşı olarak gösterilen kitaplardan biri. Bende dönem dönem karşıma çıkan bu kitabı okumayı, çeşitli sebeplerle ertelemiştim. En etkili sebebi ise, kuşkusuz uzunluğu ve politik bir roman oluşu arasında kurduğum ilintinin zorlayıcı bir okuma tecrübesi sunacağına dair görüşümdü. Fakat yanılmışım. Sanılanın aksine çok sade bir dili var romanın. Film roman dediğimiz tekniği bir adım ileriye götüren yazar, bir nevi edebileştirilmiş; tam teşekkürlü, derinlikli bir senaryo örneği koymuş ortaya. En önemli ayrıntı diyaloglarla birlikte iç monologlara da aynı oranda yer verilmiş olması. Bu edebi anlamda farklılık yarattığı gibi aynı zamanda romana özgün bir stil de kazandırmış. Bilinç akışı yöntemi, bir dönem, özellikle sol görüşlü yazarlar tarafından fazla bireysel ve anlaşılmaz bulunduğundan, Türkali'nin burjuva-dilinden uzak, bambaşka bir yöntemle olayı tamamen anlaşılır kılmak amacını taşıyarak, bilinç akışına alternatif yaratmaya gayret ederek özellikle böyle yazdığını tahmin ediyorum. Elbette o kadar katmanlı bir şey çıkmamış ortaya ama okuması keyifli bir sonuç olduğunu söyleyebilirim. Birde Türkali'nin Yeşilçam'da senaryo ile olan tecrübelerini göz önünde bulundurursak; bunun yazım stilini son derece etkilediğini ve daha çizgisel, doğrusal akışa sahip bir dile destek olduğunu öngörebiliriz.
Türkiye'yi 27 Mayıs'a götüren son bir yıllık periyodu (1959) kendine zaman seçen roman, bir aşk hikayesi üzerinden dönemin olaylarını, bireyler üzerindeki etkilerini ve sosyolojik sonuçlarını ayrıntılarıyla bize aktarmaya çalışmış. Dönemin insan tiplerini, hepsinin kendine has özellikleriyle tek tek anlatmaya çalışmış Türkali. 27 Mayıs'ı darbe olarak değil, ihtilal olarak ele almış ve bu anlamda kendi fikrinin de altını doldurmuş. Özellikle romanın, politik olarak zengin olan son bölümü; kesinlikle kitabın en etkileyici kısmıydı.
Aklımdan kolay kolay çıkmayacak bir sadelikte örülmüş olan romanda, birey olma ya da olamama konusunda büyük gelişmeler ya da bocalamalar yaşayan karakterler, bize o kadar tanıdıklar ki; bu özellik bir süre sonra romanı, roman olmaktan çıkarıp gerçek bir hikaye okuyormuş hissiyatına eviriyor. 27 Mayıs'a giden yolda aydın ve öğrenci kesiminin zihniyetini tüm açıklığıyla bize sunan romanda, bu gruplar içerisindeki farklı yapıdaki insan tiplemelerinin de eleştirel bir bakışla aktarıldığına tanık oluyoruz. Özellikle romantik devrimciler olarak adlandırabileceğimiz, dönemin ruhunu taşıyan ama bir yandan da harekete geçmek noktasında kişisel çıkarlarını her daim daha fazla göz önünde bulundurma ihtiyacına hapsolmuş herkes, roman boyunca yinelenen 'küçük burjuva duyarılılığı' söylemi ile bir çatı altında toplanmaya çalışılmış. Var olan sistemin karakterler üzerinde yarattığı baskı ve davaları sonucunda istenen, arzulanan olası yeni sistemin yine olası gelecek baskısı her daim bireysel kararları, tutkuları, düşünceleri en küçük an da bile son derece güçlü bir şekilde etkilemektedir. Böylelikle dakikası dakikasına kendi ile çelişen, ikilemlere düşen kararsız, mutsuz bir yandan da umutsuz insanlar romanın parçaları haline gelmiş.
Darbelerin meşrulaştırıldığı görüşüyle eleştirilen 27 Mayıs, aynı zamanda demokratikleşmenin önüne büyük bir engel oluşturmasının yanında, belli bir bakış açısına göre gerekli ve zorunlu görülmüştür. Bu yüzden halen devam eden darbe mi ihtilal mi tartışmalarının çıkış noktası olmuştur. Şimdiye kadar bu noktada yazarlar birleşmişlercesine, dönemin gelişmelerini gerekli ve haklı bir bulan bir söylem içine girmişlerdir. Vedat Türkali de nedenleri ve nasıllarını romanının içine yedirerek hepsine kendince cevaplar vererek; davanın haritasını çizmeye çalışmıştır. Bu anlamda haklı bulunur ya da bulunmaz bu politik bir tartışmanın konusunu oluşturur. Ben olaya yalnız edebi açıdan bakarak, düşüncenin iletilmesi noktasında ne derece başarılı olduğunu ele alıyorum. Bu anlamda bir bütünlük içerisinde, özellikle romanı kestiği tarihin ironisiyle güzel bir aktarım sağladığını düşünüyorum yazarın.
Bir çok açıdan uzun uzadıya tartışılabilecek, beğenilecek ya da beğenilmeyecek iyi bir roman 'Bir Gün Tek Başına'. Üzerine düşünüp demlenmeden ilk izlenimlerimi yazmak istedim. Herkese iyi okumalar!
Tutunamayanlar'i okurken bilinc akisi tekniginden o kadar korkmusum ki, su halini okumak resmen mutlu etti beni. Bu kadar samimi, bu kadar gercekci bir dil.. Hem 23 yasindaki kizi, hem de 45 yasindaki adami ne guzel anlatmis. Her haliyle, butun celiskileriyle. Yalniz merak ediyorum Nermin'i nasil anlatirdi; onu da daha yakindan tanimak, kafasindakileri ogrenmek isterdim.
Kitabi bitirmem cok uzun surdu, biraz daha kisa olsaydi keske dedim aslinda bazi bazi... Son yildizi ondan veremedim.
Menderes - Erdogan, simdiki Geziciler - o zamanki Devrimciler paralleligi aradan bunca zaman gecmis olmasina ragmen, ulkede pek bir degisiklik olmadigini gosterdi bana bir kez daha. Turkali zamani asan bir roman yazmis diye sevinmeli mi, memleketin haline uzulmeli mi...
Devrim, sosyalizm hakkinda karakterlerin dusuncelerine katilamasam da keyifle, istahla okudum. Iste ne kadar guzel yazmis Turkali, yuzune vurmadan, zorlamadan, yazdiklarini okurken hic rahatsiz olmadim. O zaman da boyleymis demek ki dedim, ogrendim.
Bir de bekle bizi Istanbul diye cikinca misralar karsima, Edip Akbayram'in sesi geldi kulaklarima, bir hazine kesfetmis gibi irkildim. Meger Turkali'ninmis..
Ömrümde okuduğum hiç bir romanın karakterinden Kenan'dan tiksindiğim kadar tiksinmedim. Romanın en güzel yeri meyhanedeki işçilerin onu bi temiz dövdüğü bölümdü bana kalırsa. Türk solunun en dejenere köşelerini TR komünizminin duayen isimlerinden Vedat Türkali kadar iyi anlatan yok. Mavi Karanlık'ı okurken de aynısını düşünmüştüm. Ama bunu niye yapmış, orasını henüz çözemedim işte.
Ne zaman harika bir roman okusam kafamdaki kimi soruları yeniden gözden geçirip yeniden cevaplarım. İyi edebiyat nedir? İyi edebiyat bana neler hissettirir? Ondan ne beklerim ve bana neler verir? bilmek mi, duymak mı, yoksa hissetmek mi? Edebiyatı neden okudum, okuyorum ve bundan sonra neden okumaya devam edeceğim? Bir Gün Tek Başına bana bu soruları daha okumam bitmeden sordurmaya başlayacak kadar iyiydi.
60 ihtilalinin hemen öncesini anlatan, Türkali'nin ilk kitabı. Ağır bir kitap; ağırlığı karakterlerinin çok gerçek olmasından kaynaklanıyor. Sürekli kuşku dolu, güvensiz, yaşadığı hayatı neden böyle yaşadığını bilmeyecek kadar kafası karışık Kenan ile idealist, genç, devrimci ve aşık Günsel. İkisi arasında (dolaylı olarak) kalan Nermin. Hayat gibi durağan, yer yer sıkıcı, nadiren sevindirici bir kitap.
Teknik olarak bilinç akışı ile günlük konuşma dilini, insanın kafasında nasıl cümlelerle konuştuğunu düzyazıda bu kadar sade ve anlaşılır yazan az kaliteli eser vardır diye düşünüyorum. Üslup olarak böyle bir kitap yazabilmeyi isterdim, bildiğin kıskandım Türkali'yi.
Döneme hem siyasi hem de insani bir bakış atmak için harika bir seçim olabilir Bir Gün Tek Başına. Kitabın ismi bile güzel.
İlk olarak söylemem gerekiyor ki, özellikle başlarda kolay bir okuma olmadı benim için. O zamanlar da söylemiştim zaten; anlatılan şeylere/yerlere ait hissedemiyordum kendimi. Bir süre böyle geçti okurken. Muhtemelen kitabın ortalarından itibaren, kişiler ve onların yaşadıkları sanki hayatın içindenmiş gibi gelmeye başladı, öyle bir gerçekçilik vardı dilde. Kolay kolay yansıtılamayacağına inanırım insanın iç çelişkilerinin, düşüncelerinin; zor gelir, insanın kendisi de anlar mı ki kendini her zaman? Yine de bu kitap müthiş bir ustalıkla ortaya koymuştu bunları. Erkeğinkini ayrı, kadınınkini ayrı hem de...Ruhlarındaki tüm o gelgitler öylesine incelikle; ortak yanları ve farklılıklarıyla ortaya dökülmüş ki, böylesine bir güçten etkilenmemek çok da mümkün değildi benim açımdan. Yordu zaman zaman ruhlarındaki ağırlık, kimi zaman heyecanlandırdı, kimi zaman üzdü, kırdı, kimi zamansa düşündürdü, hatta çoğunlukla düşündürdü.
Belki bu roman birçok şeydi, herkes kendince çekip çıkarır o şeyleri elbet ama benim şu anda hissettiğim ve kitap boyunca da düşündüğüm şey, bu romanın öncelikle bir "eş" dramı olduğuydu. Eş dramı diyorum çünkü en çok karı-koca ilişkisine (ilişkisizliğe belki de?), onların konuşmalarına yoğunlaşan, çocuğu belki de bilinçli bir şekilde tüm bu yetişkin karmaşasından uzakta tutma çabası içinde olan bir anlatımı vardı romanın. Açıkçası, evli olanların bir başkasıyla olan ilişkilerini okumak eskiden beri çeken bir şey olmamıştır beni, yorar ve ruhen zorlar. Hep savunduğum bir şey vardır; söyleseler ya derim aldatacaklarına, bitti deseler, yürümüyor deseler?..Gördüm ki bazen bu da çözemiyormuş bir şeyleri, yetmeyebiliyormuş bir kadına bunları duymak, sürdürmek isteyebiliyormuş her şeye rağmen inatla artık sadece imzaların evli olduklarına inandıracağı ilişkiyi, belki sevgisinden, belki de ortada sevgi kalmaması pahasına...Dışarıdan bakan bir göz belki daha kolay der Nermin'in tavrı için "Değmezdi." diye ama herkesin inandığı doğrusu farklı olabiliyor bazen. Kenan'sa zaten çelişkiler, güvensizlikler içinde bir karakter; eşini aldatmasından çok tutarsızlığından bahsetmek isterim ben. Sahiden kimdi Kenan? Korkak mıydı cesur mu? Günsel'e gelince aşık, Nermin'e gelince direnemeyen (belki de direnmek istemeyen?) eş miydi? Baba mıydı sahi? Dost muydu birilerine? Sürer gider belki böyle...
Arka plandaki -önemli de bulduğum- dönemin siyasal çalkantıları bana göre çok yeterli olmasa da ve katıldıklarımdan çok eksik bulduklarım, o düşüncelerden farklı düştüğüm yerler olsa da, güzelce serpiştirilmişti hikayenin içine. Hatta tam ortasındaydı aslında olaylar kitabın. Öyle ki, iki farklı düşünen insanın (Nermin'le Kenan örneğindeki gibi) beraberliklerinin zaman içinde nerelere gidebileceğini de sorgulattı bana. Gerçekliği koydu önüme bir bakıma. Belki hala romantik düşünüyor bir yanım; karakterler önemli bu konuda diyor, iki kişinin aynı anda devam etmeyi istemesi gerekli, birbirlerine saygı duymaları, sevgiden öte bir bağ kurmaları gerekli belki diyor. Belki o zaman aşılır bazı şeyler, yeter ki istesinler diyor. Yine de bilemiyorum, her zaman demek ki böyle olmuyor.:)
Kitabın hangi bölümüne denk düşüyor bilmiyorum ama bu kitap bana yazarlığın, belki de kişiye çok aykırı gelen bir konuyu bile ona okutabilmek olduğunu düşündürdü. Zevk aldığınız kitapları okursunuz, düşüncelerinize uyuyordur, sizdendir, kendinizi güvende hissedersiniz betimlenen ortamda. Yazarın da işi bir nebze kolaylaşır sanki böylece, tabii ki kelimeleri nasıl kullandığı, üslubu vs. çok temeldir okunmasında bir yazarın fakat demek istediğim, siz zaten yakınsınızdır konuya, çok dikkat çekmiyorsa okumadan bırakılmaz genelde öyle kitaplar. Böylesiyse daha zordur, okuyucu bırakabilir, vazgeçebilir, bir anda kapatabilir kapağı. Bana sonuna kadar "Bitti." dedirtmeyen yazara teşekkürlerimle...
Vefatindan 1 2 yil evvel, Kabalci'da ayak ustu okumalarim sirasinda tanistim Vedat Bey'le. Bitti bitti bitmedi, diyordu. Kimi bekledigimi dahi animsiyorum okurken de, kendisini esasli okuyusum bu gunlere kismetmis, bu kitabiyla.
Anlatimi itibariyle olaylarin tamamen yanibasinizda geciyor olmasi ne guzel, bilincakisi uzerine gidilmis ve dozajinda siyasallasmis romanin Kenan adina bizlere ve insanlara soyleyecegi cok sey var. Kenan, cocuksu. Kenan, icten. Kenan hepimizin ic sesi. Kendimi biraz olsun, teknikten oturu zaman zaman Oguz Atay okuyormus gibi hissettim, bence bu kotu bir sey de degil. Boylesine insanin icine isleyen bir roman neden 4 yildiz aldi benden? Bana gore 350 400 sayfada haydi haydi anlatilabilecek olan hikaye, zaman zaman tekrara dusulerek 700 kusur sayfada tamamlaniyor ve okuyucu adina cok zor bir deneyim ortaya cikiyor. Bu yorumu yapmak haddime olmasa dahi. Belki de elestrilebilecek tek yan da bu olsa gerek.
Kitabı ilk defa 98de okumuştum. Kenan ve Günsel'e, etraflarındakilere ve arka plandaki Türkiyeye 2024 yılından bir daha bakmak iyi oldu. 10 yıl sonra bir daha okurum, bakalım Kenan'a nefretim baki kalacak mı?
60’lı yılların berbat Türkiye’sindeyiz. Rahmetli Menderes’in yarattığı korku imparatorluğu burası. İsmet Paşa sağ ve Atatürk’le beraber, hani derler ya tırnaklarıyla kazıya kazıya düşman elinden (ve Osmanlı) kurtarıp kurduğu ülkede muhalefete düşmüş. O kibar, o nazik, o centilmen Menderes’in elinde ülke gençliği inim inim inlemekte. Gençler hergün birbirini öldürmekteyken hükümet sessiz sessiz izlemekte. Yazar elbette ki bu kadar açık seçik anlatmıyor ancak kitabın tamamına sinmiş olan halet-i ruhiye bu. İşte böylesine bir Türkiye’de yeni bir aşk daha filizleniyor. Kenan’la Günsel’in aşkı... Kenan 40 yaşında. Evli ve bir çocuk babası. Cağaloğlu’nda kitapçılık yapıyor. O dönemlerde oldukça tehlikeli bir iş. Kitaplara silah muamelesi yapılırken kitapçılık ise silah tüccarlığı. Kenan fena halde depresif bir adam. Oldukça mutsuz. Nedensizce. Karısı Nermin’den de nefret ediyor. Birgün arkadaş meclisinde Günsel’le tanışır ve aşk başlaaaarrr. Günsel İstanbul Üniversitesi felsefe bölümü öğrencisi. Daha 20’li yaşlarının başında. Tam bir aktivist. Demokrasi özgürlük ve adalet peşinde. Oda çok sever Kenan’ı. Kenan Günsel’den sonra zavallı Nermin’e resti çeker ve evi terkeder. Nermin ise nolursa olsun erkeğini kaptırmamaya kararlıdır. Çünkü Kenan’ı canı kadar sevmektedir ve üstelik masumdur. (Tartışmalı bir mevzu. Aldatılan, hatta dövülen sonra da sevişilen kadın Nermin me yapabilirdi?) Günsel’le bir garsoniyere yerleşen Kenan’ı büyük bir sürpriz beklemektedir. Evet. Nermin hamiledir. Ve kısacık ömrünün sonuna kadar asla öğrenemeyeceği bir gerçek daha vardır ki, oda Günsel’de hamiledir. (Maşşallah sana Kenan:) Günlerce uğraşır Nermin’den ayrılmak ve Günsel’le evlenmek için. Ama Nermin ayrılığa yanaşmamaktadır ve Günsel’de eylem protesto peşindedir. Karakolda dayak yemekle meşguldür. (Hemde hamile hamile. Aferin Günsel sana) Kenan’ı kimse anlamaz. Bir dost sesi duyamaz, yaşa be Kenan, koş mutluluğunun peşinden diyen. Herkes akıl verme peşindedir Kenan’a. Üstelik bir gün gelir Günsel (salak afedersiniz) onu gizli polis olmakla ve kendisini ve arkadaşlarını gammazlamakla suçlar. Zaten ağır depresif olan Kenan artık bu yükü kaldıramaz ve banyoda bileklerini kesiverir. İşte böylesine bir Türkiye’de bir aşk daha böylece bitiyor.
This entire review has been hidden because of spoilers.
Kitabı aralıklarla 2 ay gibi uzun bir sürede bitirmeme ve araya giren baska kitaplara rağmen, elime her aldığımda kaldığım yerden hiç ara vermemiş gibi başlayabildim, karakterleri sanki yıllardır tanıyormuş gibi sahiplendim. İnsanların düşüncelerini, hissettiklerini, karmaşalarını o kadar sahici anlatmış ki, kendimden korktuğum anlar oldu :)
Vedat Türkali’yi çok geç okumaya başladım. Fazla angaje veya sloganvari eserler yazdığı düşüncesi sanırım bu gecikmede rol oynadı. Oysa fena yanılmışım. 27 Mayıs 1960 öncesindeki bir yılda geçen bu roman kesinlikle bir başyapıt. Gerek dönemin toplumsal dinamiklerini, gerek bireylerin iç dünyalarını, çelişkilerini çok iyi bir şekilde yansıtmış, ayrıca bunu gayet duru ve güzel bir dille kaleme almış Vedat Türkali. Modern Türk romanına ilgi duyan herkes mutlaka okumalı derim.
uzun zamandır okumak istediğim bir kitaptı bir gün tek başına ve çok uzun bir sürede okudum, fazlasıyla ara verdim fakat yine de kitaptan kopamadım, hangi sayfada kaldıysam anında o ana ışınlandım. bunu yalnızca iyi kitaplarda yaşayabildiğimi düşünüyorum. kenan, günsel, rasim, nermin, handan, baba… hepsi o kadar gerçekti ve vedat türkali istanbul’u, kenan ile günsel’in beraber geçtikleri her yeri o kadar iyi anlatmıştı ki ben de kitap boyunca onlarla beraber o yerleri dolaştım durdum. türkali’nin kullandığı teknik de dili de okumayı keyifli hale getirdi, bilinç akışı tekniğine fazlasıyla doydum. anlatıldığı kadar varmış bir gün tek başına.
Bu kitaba, kitap incelemeleri yaparken tesadüfen rastladım.
Kitap gerçekten çok sürükleyici, elimden bırakamadım. Vedat Türkali, bilinç akışı tekniğiyle ele aldığı kitabında karakterlerin dünyasını çok güzel çizmiş ve duygusal iniş çıkışlar çok güzel yansıtılmış.
Kitap, kişisel hesaplaşmalarında başarısız olmuş karakterlerin (kişisel yorumlamama göre) etrafında örülü bir aşk hikayesi ile 27 Mayıs’a kadar olan dönemin çalkantılı ideolojilerini ve günlük yaşamını İstanbul coğrafyasında ele alıyor.
Yazarın öyle bir gayreti var mıydı bilmiyorum ama dönemin sosyokültürel ve siyasi yapısını anlatmakta karakter yaratma kadar başarılı bulamadım. Yine de o döneme ve olaylara birer soru işareti bırakmakta çok başarılı. Türkiye’nin yakın tarihi için okunması gereken bir eser olduğunu düşünüyorum.
2021'de bitirdiğim en büyük roman, 'büyük roman'. Kenan ve Günsel'in kafa sesleri üzerinden anlatılan o çapraşık insan doğası, tarihi ve sosyal dönem gerçeği, aşk, cinsel çekim, iticilik, kültürel-duygusal-zihinsel-ideolojik arada kalmışlık, etiketlemeler, herkesin bir anda her şey ve hiçbir şey olması ne kadar rahatsız edici derecede gerçekçiydi. Tasvirlere, tespitlere, karakter derinliklerine hayran olarak, ara ara gülerek, bazen okkalı küfür sallayarak dinledim 24 saat uzunluğundaki kitabı. Evet, sesli kitaptan böyle uzun bir romanı dinlemenin de bir ağırlığı oldu, okumak daha dinlene dinlene gidebilirdi belki, ama seslendiren Murat Özgen'e de şapka çıkardım, müthişti gerçekten. Dinlemedim, yaşadım romanın oyuncularını. Yaşar Kemal'den dilimize yadigar bazı fiiller, sıfatlar gibi Vedat Türkali'den de evecenlik, tanıtlamak gibilerini ilk defa duyup öğrendim. Ve her nitelikli dönem romanını okurkenki hissiyatla hep aynı yerlerden mi sınava giriyor ve hep aynı sınavlardan mı sınıfta kalıyoruz diye düşünüp durdum.
Kütüphaneden Yalancı Tanıklar Kahve'sini ödünç almak için gittiğimde ödünç masasındaki Beyefendi "Önce Güven'i okumadıysan onu okumalısın " dedi ve sonra Bir gün Tek Başına'yı tavsiye etti. Bahsederken gözleri o kadar heyecanlı bakıyordu ki dayanadım listemin dışına çıkıp okudum. Kitap akıcı güzel olmasına güzel ancak 17 ya da 18'imde okusaydım eminim daha farklı bir etkisi olurdu bana. Geç bir yaşta okuduğum için sanırım beklentimin altında kaldı. Okuyacaklar çok geç kalmasınlar :) Kenan benim için anti-kahraman oldu yer yer iki yüzlü buldum da diyebilirim. Dönemin kasvetli havası romana da yansımış.
Bence Vedat Türkali edebiyatımızın tartışmasız en iyi isimlerinden bir tanesi. Bu zamana kadar hangi kitabını okusam hayran olarak kapattım. Karakterlerin iç hesaplaşmalarını aşırı iyi yazıyor, okurken çok net anlıyorum vermek istediği duyguyu.
Bir Gün Tek Başına, 27 Mayıs Darbesi öncesinde yolları kesişen Kenan ve Günsel’in hikayesini anlatıyor. Bir aşkın arka fonunda ülkeyi darbeye götüren olayları, ülkenin durumunu, karakterlerin ideolojik yanlarını ve o günün şartlarında bu ideolojilerin ne kadar filizlenebildiğini okuyoruz. Menderes iktidarının baskısını, okurken üzerimizde hissediyoruz. Ülkenin bu karışık durumunda Kenan ve Günsel’in iç dünyalarına yolculuk yapıyoruz. Bir kitap hem nasıl bu kadar gündelik hem de nasıl bu kadar siyasi olabilir derseniz cevap olarak Vedat Türkali’nin kalemi derim. Kendisinin de siyasi bir geçmişi olduğu için anlatmak istediği ideolojiyi sade bir şekilde anlatabiliyor, kafa karıştırmadan.
Bu kitabı ve Türkali’nin diğer kitaplarını da şiddetle tavsiye etmek istiyorum. Okuyacak arkadaşlara şimdiden keyifli okumalar dilerim.
Bizim bu küçük-burjuva duyarlılığımız, bunalımlarımız, duygusallıklarımız, onurumuz, bencilliğimiz, itoğluitliğimiz der Kenan.
Bir Gün Tek Başına, hem bir dönem romanı hem de bir ilişkiler romanı. 27 Mayıs 1960 darbesi öncesindeyiz. Roman boyunca Kenan'ın (bazı bölümlerde Günsel’in) düşünce akışını takip ediyoruz. Bu nedenden dolayı kitap yavaş ilerliyor. Uzunluğu ve yazım tekniğinden dolayı bazı yerlerinde sıkıldım, yine de romanın etkileyiciliğini arttırdıklarını düşünüyorum. Okumasam olmazdı dediğim bir roman oldu. Dönemsel ve siyasal tarafından ziyade, ilişkiler üzerine düşündürdü.
Kenan ne burjuva kültürünü hazmeder ne işçi sınıfıyla anlaşabilir. İkisini de yaşamayı beceremez zaten. Kendi gerçek benliği ile ideal benliği arasında sıkışıp kalmış gibidir. Öyle ki iki hayat arasında kalması ile ilişkilerinde sembolik bir paralellik vardır. Günsel ve Nermin: Biri devrimci diğeri ise burjuva. Günsel'e aşık olması ideallerinin tezahürüdür. Başkasına aşık olması düşünülemezdi. (İnsan kendini aşık mı eder?) Ama karısı Nermin’den de kopamaz. Nermin bırakmaz Kenan'ı. Roman sonunda bu arada kalmışlık çözülecektir. Kenan'ın dışındakiler, diğerleri çözer bunu üstelik. Ötekileşir. İtilir. (Rasim “iki yanlı bozuk çalıyorsun” derken, Baba küçük-burjuvanın iki kişilikli olduğuna dem vurur.)
Kenan eksiktir. Öz eleştirileri, beceriksizlikleri, kararsızlıkları, çocuklukları. Düşe kalka bir yol. Bu eksiklik yer yer bizi boğar, sıkar. Yadırgadığımız, kızdığımız, bunaldığımız olur. Yine de en sonunda bir burukluk hissederiz Kenan için. (Bu duygular korkularımız kaynaklı mıdır acaba? Yapsa/yapmasa her şey düzelecek?)
Albert Camus Sisifos için mutlu olduğunu düşünmeliyiz onun der. Belki biz de içip dağıtıp aşık olduğunda, burjuva hayatını yerle bir etmeye kalkışıp başaramadığında ve hatta kafayı gözü yardığında mutlu olduğunu düşünmeliyiz Kenan’ın. Hep beceremediğinde, hep yapamadığında, hep olduramadığında mutludur O. Yerini bir türlü bulamamanın mutluluğu.
This entire review has been hidden because of spoilers.
Yine çok uzun bir roman ( 600 küsur sayfa) ve yine bunun bu kadar uzun olmasına gerek var mıydı hissi. Maalesef çok uzun romanlarda sıklıkla rastladığım tekrara düşme bu romanda da vardı. Ne acı artık bitse keşke diye elindeki kitabın gözünün içine bakmak... "Bir Gün Tek Başına" hem bir dönem hem de bir aşk romanıydı. Vedat Türkali toplumun farklı kesimlerinden farklı farklı insan tiplerinin tahlilini çok iyi yapmış ve bir kahraman yaratmaya çalışmadan olanca gerçekçiliğiyle aktarmış. Karakterlerin düşünce akışının bu denli gerçekçi verilebilmesi romanın en sevdiğim yanıydı, gerçi bir yerden sonra o da biraz boğucu gelmeye başladı. Sonunda adıyla örtüşen bir hisle bitirdim romanı, olaylar ortak yaşansa da insan kafasının içinde dönüp duranlarla hep tek başına.
60 lı yıllar Türkiyesine bakış. Kitap oldukça uzun. Hikayeler, duygusal gidip gelişler, karakterlerin iç değerlendirmeleri oldukça ayrıntılı bir şekilde anlatılmış. Ana karakter Kenan'ın mutsuz yaşamı üzerine dönemin siyasi olayları detayında yazılmış bir kurgu. Sonunun beklenmedik bir şekilde sıradan bitmesi, sıradan bir film senaryosu olabilecek izlenimi verdi. Karakterlerin ana sorunun dönemin insanları üzerinde oluşan mutsuzluk olduğunu düşündüm. Zaman zaman sıkılsam da genel olarak akıcı bir eser olduğunu söyleyebilirim.