Yılmaz Güney'in gerçek adı Yılmaz Pütün'dür. Kendi ifadesine göre Pütün kırılması zor sert meyve çekirdeği demektir. 1937 yılında, köylü bir ailenin iki çocuğundan biri olarak dünyaya geldi. Babası Siverek Desman Köyü'nden olup Annesi Muş'un Varto ilçesindendir. Kendisi Adana'da büyümüş ve Adana birçok filmine konu olmuştur. Adana'da bir süre Kemal ve And Film şirketlerinin bölge temsilcisi olarak çalıştı. Üniversite okumak üzere İstanbul'a gitti ve Atıf Yılmaz ile tanıştı. Bu süreçte bir yandan da hikâyeler yazıyordu. Daha sonra Atıf Yılmaz'ın da desteğiyle sinemada çalışmalarına başladı.
Yılmaz Güney, 1959 yılında Atıf Yılmaz'ın yönetmenliğini yaptığı Bu Vatanın Çocukları ve Alageyik isimli filmlerin hem senaryosunu yazar hem de filmlerde rol alır ve oynar. Karacaoğlan'ın Karasevdası'nda da yönetmen yardımcılığı yapar. Yeni Ufuklar ve On Üç gibi dergilere de öyküler yazan Yılmaz Güney, bir öyküsünde komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle yargılanır ve 1961 yılında bir buçuk yıl hapis cezasına mahkûm olur.
İki yıl sonra tekrar kaldığı yerden devam eden Yılmaz Güney, o dönemde daha çok macera filmleri çeker. Filmlerinde ezilen, hor görülen bir "Anadolu çocuğunun" otoriteye başkaldırısı vardır. Bu dönemde Çirkin Kral lakabını alır. Bu dönemdeki en önemli Lütfü Akad'ın yönettiği ve kendisinin yazdığı bir film olan Hudutların Kanunu'dur. Bu dönem boyunca oyunculuğunu geliştiren Yılmaz Güney, abartısız ve yalın oyunculuk anlayışı bu dönemde artık oturtmuştur.
Yılmaz Güney, 1971 yılında Efraim Elrom'un öldürülmesinden sorumlu olan başta Mahir Çayan olmak üzere diğer Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi üyelerini sakladığı gerekçesiyle 2 yıl hapse ve sürgüne mahkûm edildi. Yılmaz Güney içeride kaldığı süre boyunca sinema ve sanat ile ilgili fikirlerini; şiir ve öykülerini o dönemde çıkarmaya başladığı Güney dergisinde yayınlamıştır. 1974'te cezaevinden çıktı. İki yıldan fazla cezaevinde kalan Yılmaz Güney aynı yıl Arkadaş filmini çekti. Yine aynı yıl Endişe adlı filmi çekerken Yumurtalık ilçesindeki bir gazinoda ilçe yargıcı Sefa Mutlu'yu öldürmekten tutuklandı ve 25 Ekim'de Ankara 1. Ağır Ceza Mahkemesi'nde başlayan yargılamaların sonucu 13 Temmuz 1976'da 19 yıl hapis cezasına çarptırıldı.
Beş yıl hapis yattıktan sonra 9 ekim 1981 tarihinde izinli olarak çıktığı Isparta Yarı Açık Cezaevinden yurtdışına firar etti. Yılmaz Güney'in hapisten kaçışı da filmlerini anımsatmıştır. Hapse girmeden önce çekmiş olduğu Şeytanın Oğlu filminde: bir günlük bayram izininde dışarı çıkan ve kayıplara karışan bir adamın hikâyesini anlatmıştır. Filmine benzer bir yaşantı tecrübe etmiştir. Bir günlük izin ile hapisten çıkan Güney, Antalya'nın Kaş ilçesinden Yunanistan'a bağlı Meis adasına, oradan da İsviçre'ye kaçmıştır. Daha sonra Fransa'ya geçer ve yaşamının geri kalanını orada geçirir.
Cezaevinde sinema ile olan ilgisi devam etti. Bu dönemde yazdığı Zeki Ökten tarafından çekilen Sürü ve yurt dışında ve yurt içinde büyük ilgi gören ve Şerif Gören tarafından Yol çekildi. Cezaevindeyken GÜNEY adlı bir sanat-kültür dergisi çıkardı. Yol'un kurgusunu tekrar yaptı ve Cannes Film Festivali'nde ödül aldı. Yurt dışına kaçtıktan sonra Fransa'da Duvar filmini çekti. Güney'in, 1976 yılında Ankara Merkez Kapalı Ceza ve Tutukevi'nde tanıklık ettiği, çocuklar koğuşunda çıkan ve tüm cezaevine yayılan bir isyanın sinemaya aktarıldığı Duvar onun son filmi olmuştur.
Son yıllarını Paris'te geçiren Güney, mide kanseri nedeniyle 9 Eylül 1984'te yaşamını yitirdi. Mezarı Paris'te bulunan Père Lachaise Mezarlığı'nda 62. kısımda bulunmaktadır.
Yümaz Güney’in romanı (1971) • Yazar bu romanında, ağasına bir Tanrı gözüyle bakan Halil adlı bir tutmanın dramını anlatıyor, bugüne kadar alışmadığımız öfkesiz, serin kanh, alçakgönüllü bir gözlemci tutumuyla. Bu dram, Halil’in daha küçükken, bir kan davası yüzünden babasının bir duvar dibinde vurularak öldürülmesiyle başlıyor. Anası Halil’i Siverek’in bir köyünden kaçırıp, Adana’nın Yenice köyüne getiriyor ve çok geçmeden onu "bir don, bir gömlek ve trahomlu iki gözle bırakıp" öbür dünyaya göçüyor. Halil’in kaderi, uyanıp bilinçleninceye kadar, çizilmiştir artık: Kadir ağanın çiftliğinde, tutmalar arasında bir tutma olarak yaşayacaktır uzun yıllar. Yazları damda, kışlan ahırda, hayvanlarla birlikte yanyana yatıp kalkarak, çiftlik işlerinde çalışarak askerlik çağına ulaşacaktır. Romanın asıl olayları, Halil’in askerden dönüşü ile başlıyor ve ağa-tutma, ağa-köylü ilişkilerinin gelişimi içinde Halil’in akla karayı seçer duruma gelmesi, o toz kondurmadığı, o her şeyini borçlu olduğunu sandığı ağasından, onunla birlikte topraktan kopup; korkulan, çaresizlikleri, umutsuzluklan, kör inançlan bir yana atıp kaderini kendi eliyle çizmek, çizebilmek amacıyla köyü bırakarak, hayatını kentte kurmaya karar vermesiyle sona eriyor. • 1972 Orhan Kemal Roman Ödülü’nü kazanmış eser üzerine iki değerlendirme; Vedat Günyol’un, yukardaki özeti aldığımız Çalakalem (1977) ve Fethi Naci’nin Edebiyat Yazıları (1976) kitaplarındadır.
Çukurovadaki köylülerin hayatını, yokluklarını, çaresizliklerini ve çıkmazlarını akıcı bir dille anlatan bir roman. Diyalogların çok olması benim hoşuma gitti. Akıp gidiyor roman. Halil-Emine arasındaki ilişkiyi okurken çok ahh ettim, çok gözlerim doldu. Ağaların köylülere karşı tutumları, acımasız davranmaları ancak köylülerin de bir olamamaları üzdü beni.
Okurken beni tek rahatsız eden nokta şuydu: Diyalogların arasında kahramanların iç dünyaları da anlatılıyordu. O iki dil bana uyumlu gelmedi ve okurken "Halil böyle düşünceler içinde olamaz ki yaptıkları bu düşünceleri desteklemiyor" dedim mesela.
Çok acı çekmiş bu coğrafya, çok haksızlık görmüş, çok yokluk çekmiş...
يلماز كونيه الذي ولد من رحم المعاناة فكبر و كتب عنها عن الريف الكردي ...... عن ظلم الإقطاعيين عن الصرخة المحبوسة في حناجر الأكراد عن الدمعة التي تؤرق وسادة الفلاحين
لقد صور غونيه علاقة الكردي بالطبيعة وقد برع في تصويرها أيما تصوير وأنا أقلب صفحات الرواية كنت أشم مع القرويون عبق الزهور البرية , رذاذ المطر الخريفي , لهيب الشمس الحارقة صيفا , الطرق الترابية , ظلال الأشجار الوارفة, نسمات الصباح المنعشة
بطل الرواية خليل الحوذي يتيم الوالدين , قوي البنية , شديد العنفوان , معتد بذاته . الذي يعود من خدمته العسكرية إلى قريته ينيدجه في أضنه , إلى منشئه في الاسطبل .... نعم اسطبل .. يتقاسم هو و أصدقائه النوم في الإسطبل مع الدواب ما الفرق بينهم ؟ لا شيء كلاهما يعملان لخدمة إقطاعي القرية.
القرويون الذين يكدون صيفا مقابل بضع ليرات وحفنة قمح يسدون بها الجوع والبرد القارس جميعهم يشتركون بالملامح ذاتها ضمور الوجه العينين الغائرتين يعكسون التراجيديا الكردية
يصور يلماز سذاجة القرويون و طيبة قلبهم وتعلقهم بقبور الأولياء علّها تمد يد العون لهم
في مالاتشا قبر لأحد الأولياء يقال له صديق الولي , اعتاد القرويون كل ربيع زيارته , كانوا يقدمون له الديوك أضحيات ويوقدون الشموع ويقومون بالنذور , كما كانوا يقطفون الخبازة و النرجس , كانت هذه المسرحية تتكرر كل يوم
أما نساء القرية الساذجات اللاتي يعاون أزواجهن و آبائهن في الأرض ,
يصور قصة أمينة التي اغتصبها ابن الآغا فيعرض عنها خليل وتصبح مثار الريبة والشك لرجال القرية فتبقى حبيسة بيتها سنة كاملة بسبب العار
كل الناس تنظر إلي نظرتهم إلى بغي , خليل , كل الناس , كلاب القرية لا تفارق باب داري , لا يمر يوم دون أن يأتوا إلى نافذتي صائحين بكلام بذيء
سخط القرويين على أوضاعهم المزرية تدفع بعضهم للهجرة لأضنة علهم يتحرروا من استبداد الاقطاعيين فالحداثة دخلت يوريغير وقريبا سيستبدل الاقطاعيين الفلاحين بآلات الحصاد والعربات بالسيارات ستجد ميول يلماز اليسارية في الرواية
أتعرفين ماذا ؟ يجب الامساك بالرب ذاته , واجاعته خلال ثلاث شتاءات , ثم نضع في يده معولا في غاية الثقل , ونجعله يعمل تحت الشمس , ويأكل على مائدتنا نفسها ويقاسي ما نقاسيه ثم من المناسب أن نلقنه درسا قاسيا لا يستطيع بعده أن يغادر الفراش قبل شهر و سترين بعدئذ أنه سينقلب إلى حمل وديع لا يعثر على ما يفيده
لقد عوّل يلماز على الجيل الجديد وخاصة تعليمهم لتغيير المجتمع الكردي فكان الطفل رمزي الذي يعمل صيفا و يدرس شتاء لئلا يصبح عبدا للاقطاعيين كباقي رجال القرية ويذكر كيف ذهب العم قنبر والد رمزي للمدرسة ليأخذ تقييم ابنه ويجلس خانعا فاقدا الثقة بنفسه بين الآغوات والاقطاعيين وهم يوبخونه لارسال ابنه للمدرسة ليحيلوه أجيرا عندهم في المستقبل
غريب أمرك يا قنبر , فكر جيدا , أنت فقير , فماذا يجديك تعليم ولدك ؟ سواء كان ذا شهادة أم لم يكن , فسيبقى دائما ابن فقير ..... ضعه في العمل دون تلكؤ , فأنا ألاحظ أنك تدلله إلى حد كبير . اضربه بشدة من حين لآخر . عليك أن تشتمه ليعتاد الشتم , ينبغي تعويده قنبر صدقني قنبر , اصفعه صفعتين شديدتين من آن لآخر . لأنه إذا أصبح ذا صبوة فهو الذي سيعاني من ذلك فيما بعد , ورب العمل ليس أبا عليك منذ الآن أن تزجره عوده منذ الآن على الضرب , على الصفع , على الخيبة , على كل شئ
بقي ان اشير ان الرواية كتبت في السجن وقد نالت جائزة اورهان كمال عام 1970 م
Yılmaz Güney, görsel sanat araçlarının sözel sanat araçları üstündeki yengisinin bir simgesi olarak görülebilir belki. Çoğunluk onu sinemacı olarak tanırken, o, aynı zamanda edebiyat tarihine girmiş ve girmeye devam edecek bir romancı ve öykücü. Yılmaz Güney’in 1971’de yayınlanan ilk romanı ‘Boynu Bükük Öldüler’, filmleriyle koşut giden bir anlatım ve olay örgüsüne dayanıyor. Ancak, sinema dili sıklıkla olayları gösterir ve anlatmaz. Anlatmaz anlatmasına ama gerekirse anlatabilirdi de. Olaylar bir anlatıcının ağzından aktarılabilir; fakat bu, genellikle göstermesi beklenen filmsel anlatının hantallaşıp ağırlaşmasına yol açar. Romanın ise gösterme şansı yoktur; yalnızca anlatma olanağı sözkonusudur. Bunun için iyi bir film anlatıcısı ile iyi bir romancı nadiren aynı kişilikte birleşir. Yılmaz Güney bu açıdan özel bir konuma sahip.
Kitaba yazdığı önsözde Fethi Naci, dengeli bir yorumda bulunuyor. Ustanın ilk romanının eksik yönlerini de dile getiriyor; fakat güçlü yanlarının ağır bastığını söylüyor. Onda bir Yaşar Kemal tadı buluyor. Gerçekten de hem anlatımda hem de geniş dağarcıklı yerel dil kullanımında bu tat içkin durumda. Kimi köy romanlarında görülen karikatür düzeyinde yüzeysel kişiliklerin Güney’de görülmediğini söylüyor, ki bu, yerinde bir yorum. Güney romancılığı, sinemacılığının izleklerine ve anlatım/gösterim araçlarına fazlasıyla benzer izlekler ve araçlar kullanıyor. Ancak başta belirttiğimiz gibi, film anlatıcılarında olmayan roman dili ve anlatım güzellikleriyle Güney’cil sinema dilinden olumlu anlamda ayrılıyor; hatta bu dili çeşitlendirip geliştiriyor da diyebiliriz.
Önsözde ilk romanların özyaşamöykülerinden izler taşıdığını söylüyor Fethi Naci. Orhan Kemal için de geçerli olan bu durumu ‘Boynu Bükük Öldüler’de de bir ölçüde hissediyoruz. Başkişimiz Halil, Güney gibi Siverek doğumlu. Çocukken ailecek Adana’nın bir köyüne göçmek zorunda kalırlar. Halil, Türkçe’yi sonradan öğrenir. 3 yıl askerlikten sonra köye döner. Annesinin kemikleri bile kalmaz daha sonra, çünkü tarlaya çevrilmiştir mezarlık. Boynu büküklerin ölülerine sahip çıkmaya bile hakları yoktur. Topraksız köylü olarak zaten hayata geriden atılmak zorunda kalmıştır Halil. Üstüne de küçükken yetimlik ve öksüzlük binmiştir. Halil, anasız babasızken yanlarına aldıkları için ağalara minnet duymaktadır.
Köyün öğretmeni, imamın oğludur; Köy Enstitüsü’nde okumuş, köyüne dönmüştür. Köyde pantolon giyen tek kişidir. Aynı zamanda romandaki tek iyi insandır belki de. Köylü çocuklarıyla ağa çocukları aynı okulda okumaktadır. Öğretmenle ağalardan biri arasında tartışma çıkar; zaten konumları düşünüldüğünde çıkmaması beklenemezdi. “Biz çok okumuş adam gördük çook. Önümüzde el uvalayan, boyun büken çook okumuş adam gördük. Hem de ne mühendisler, ne avukatlar, ne doktorlar gördük. Benim param var, param. Bu para bende oldukça daha çok okumuş adam boyun eğer bana.” der ağa (s.137) ve bu, romanı özetleyen cümlelerden biri gibidir. Yenice Köyü, ağalık zulmünün hüküm sürdüğü, dayağın ve köleliğin sıradanlaştığı, birbirini ezmenin geçer akçe sayıldığı bir insanlık cehennemi olarak resmedilir. Ağalığın pedagojisi köyün en ufak kovuğuna kadar sinmiştir: “Köylü kısmını küçükken döveceksin ki dayağa alışsın. Kötü söz söyleyeceksin ki kötü söze alışsın.” der ağa (s.130). Halil’in minnetine karşı kötülüklerin daha baskın çıkması er ya da geç kaçınılmaz olacaktır.
Anlatının omurgası, ağalarla köle köylülerin çözülmez çelişkileri üzerinden gelişecek; ağaların genç kızlara ilişmesiyle doruğuna varacaktır. Bu cehennemden kurtulmanın tek yolu, kimilerinin yaptığı gibi büyükşehire (Adana’ya) göçmek olacaktır. Roman, bizi Adnan Menderes döneminde ABD’den getirtilen tarım makinelerinin gelişinden önceki son yıllara götürür: Arabacılar, at arabaları, öküz arabasıyla yolculuklar, makine yokluğunda karın tokluğuna aşırı çalıştırılan köle köylüler... Makineleşme de er ya da geç şehre göçü tetikleyecektir.
Yenice Köyü, köylü erkekler için bir cehennemse, kızlar ve kadınlar için bin katı daha beter bir cehennemdir. Hem erkekler hem kadınlar muhafazakar değerlerle kuşatılmış durumdadırlar. Azime gibi kişiliklerde bu değerlerin kadınlar tarafından da içselleştirildiğini görüyoruz. Romandaki kadınlar erkeklerden daha erkekçi değer yargılarına sahiptir. “Elalem ne der” düşüncesiyle hayatlar kolay kolay ve hızla karartılır... Kadına şiddet sıradan bir olaydır ve elbette erkeklerin okuma şansının çok çok düşük olduğu bu köyde (ağa çocukları dışında bir tek Remzi’nin okuma şansı olur), kız çocuklarının okuması zaten söz konusu bile değildir. Sınıfsal çatışma, cinsiyet rolleri ve kültürel çatışmalarla binbir boyut alır; ama ağa-köle köylü diyalektiği, özünde değişmez. Kitabın sonundaki horoz kavgası bölümü ise, Güney tarafından, bir maç anlatır gibi heyecanlı bir biçemle ve sınıf çatışmasına gönderme yaparak verilir. Bu bölüm, hem romanın son kilometre taşı olarak hem de bağımsız bir öykü olarak okunmaya değer.
Güney’in bir yazısında ‘komünizm propagandası’ yaptığı iddiasıyla atıldığı hapiste 1961’de 24 yaşındayken, 16 ay gibi bir sürede yazdığı kitap, 1963’teki yayıncı arayışından başlarsak ancak 8 yıl sonra gün yüzü görebiliyor. “Zaten ünlü bir sinemacı; illa ki bastırır” gibi bir durum söz konusu olmamış. Bazen, piyasa dalkavukları yerine, özgür sanat için direnen sanatsal kişiliklerin değerini geç anlıyoruz; özellikle de öldükten sonra. Yaşarken sevgimizi saygımızı esirgemesek ne olurdu...
Yılmaz Güney romancılığı, yoksulluğu okurun gözüne gözüne batırarak onu sıkan, hatta yumruğunu sıktırmak yerine moralini bozan, onu güçsüz hissettiren bir drama dizisine de toplumsal gerçekçi şovlara da hiç mi benzemiyor. Kişiliklerinin iç dünyasına giriyor; dışarıdan gözlemlenip kağıda dökülen, yazar ne isterse onu yapan yazınsal kuklalar değil onlar. Ama işi yine de zor Yılmaz Güney’in; çünkü romancı olarak tanınmak, sinemacı olarak tanınmaktan çok daha zor. Herkes film izleyebilir, okuması yazması olmayanlar bile; ama romana geldiğimizde, okur-yazarların içinde bile küçük bir azınlık okur romanları. Onlar da onbinlerce yüzbinlerce roman arasından nasıl bulacak Yılmaz Güney’i... Yine de Güney romancılığı, siyasal bilincin daha yüksek olduğu 70’lerde örgün eğitim düzeyi düşük olanların evlerine girebiliyordu.[ Örneğin bkz. https://vimeo.com/179968190 ] Yüksek eğitim düzeyi ve ilgi gerektiren romanın ezilenlerin evine girebiliyor olması... İşte Yılmaz Güney romancılığının başarısının bir ölçütü de bu olmalı.
Halil yetim ve öksüz bir çocukken ağa onu büyütür ve askere gönderir. Halil askerden döndüğünde tüm yaptığı iyilikler için kendini ağaya borçlu hisseder. Bunun için onun tarlasında ırgat olarak çalışır. Bir gün çocuklu beraber geçmiş olan Emine'yi görür ve güzelliği karşısında mest olur. Hiç o işlere bulaşmak istemeyen Halil, gönlüne söz geçirememiştir. Emine'yle ilgili hayal kurar fakat sonra maddi durumları aklına gelir ve hayal etmeyi bırakırdı. Onların sevdaları masumdu fakat masumluğuna leke süren ağanın oğluyla aşkları yara alır. Boynu Bükük Öldüler ağalık, köy, köylünün geçim sıkıntısı üzerine durmuştur. Tarımda makineleşmeyle köylünün düştüğü zor durumu gözler önüne sermiştir. Yılmaz Güney'in amacı ne kadar gerçekliği tüm çıplaklığıyla anlatmak olsa da kadın karakterin tam bir ezik olması, namus kavramını iki bacak arasına yüklemesi gerçekliğin değerini düşürmüştür. Çünkü çok korkak bir kadın bile haksızlık karşısında bir tepki verebilir. Sırf bu yüzden kitabı çok beğenemedim
This entire review has been hidden because of spoilers.
Yine bir ezilmişlerin hikâyesi ama bu sefer Yaşar Kemal'den değil...
Bir ilk roman olmasına karşın başarılı bir eser vermiş Yılmaz Güney. İçinde yaşadığı coğrafyadaki bükük boyunluları, maksadına eremeden ölenleri ve kavuşamayanları anlatmış.
Halil ile Emine'nin aşklarını, ağaların zulmünü, fakirliği, cahilliği, umudu ve zorbalığı anlatan bir kitap.
Kalemine sağlık Çirkin Kral!
Kitaptan bazı karakterler: Halil, Emine, Hıdır, Aliye Ali Osman, Süleyman, Derviş, Kamber, Remzi, Çakal Omar, Halime, Uzun Mahmut, Azime, Ali Durmuş Ağa, Arap Seyfi . . .
Köy hayatı,ağa-işçi kavramı ve görünürde olmayan ama zayıf gelirliler için oldukça ağır hissedilen sınıf çatışması çok güzel işlenmiş. Köylü gibi hissettirebildi her karakterde elle tutulur bir canlılık mevcuttu. Yaşar Kemal misali Türk köylüsüne nesne gibi değil insan gibi bakmayı başarmış.
Okurken dertlendim.. ne çok çekmiş köylüler ne acımasızmış bu hayat. Gururları yerle bir edilip insanlığı elden alınan kişiler tutunmuşlar bir dala hayatta kalmaya çalışıyorlar. En çok oğlunu okutmayı isteyen kamberin çabaları üzdü. Halil ve Eminenin aşkı sona doğru saçma gelmeye başladı. Ortada şiddet var ve ben bunu asla normal karşılayamam. Dayak yiyen emine hâlâ halilim de halil diye sayıklıyor like gurl what’s wrong with youu? Bu hikayede yanan ali oldu😩
Kitapta geçen diyaloglar çok samimi geldi bana okumaktan zevk aldım, akıcıydı👍🏽
This entire review has been hidden because of spoilers.
Yılmaz Güney'in feodaliteyi Yüreğir toprakları üzerinden anlattığı duygu yüklü bir köy romanıydı, Boynu Bükük Öldüler. Romanın başkahramanlarından Halil, Siverek'ten göç eden yetim bir Kürt. Emine'ye olan aşkı, işine olan bağlılığı, ağasına olan minneti ve feodalitenin acımasızlığını isyansız kabullenişi... Romanı okurken Siverek'den göç eden Halil'i Yılmaz Güney'in kendisiymiş gibi hayal ettim ve hep bir sonraki sayfada bu zulme, haksızlığa ne zaman isyan edecek, diye düşünürken kitabın bitişi canımı sıktı. Emine'nin Halil'e olan sevgisi, bu uğurda her şeyi göze alıp Halil'le kaçmak isteyişini okurken, bu kadınların artık sadece romanlarda yaşadığını anladım!