Soms luister ik naar muziek uit onze kindertijd, en ik zou willen dat de muziek haar weer in mijn herinnering kan terugroepen, maar de muziek roept niets op, want we waren niet samen, we hebben niet dezelfde jeugd gehad. - het broertje.
Een achtjarig meisje wordt vermist. Bij het horen van het amber alert weet haar vroegere lerares meteen dat ze dood is. Ze herinnert zich Diana nog goed, het meisje dat stelselmatig door haar ouders werd mishandeld. Steeds werden de verdenkingen gesust door de uiterst geloofwaardige ouders met logisch klinkende verhalen, en door de ingestudeerde verklaringen van het kind zelf. Iedereen die het meisje heeft gekend doet verslag. Zelf heeft ze slechts een stem in het politierapport.
En son söylenecek şeyi en başta ifade etmek gerekirse tokat gibi bir hikaye demek yeterli olur sanırım. Artık şaşırmadığımız insanın içindeki saf kötülüğü en iyi anlatan kitaplardan biri kesinlikle. Maalesef toplumumuza çok da yabancı gelmeyen aile içi geçimsizlik, iletişimsizlik ve şiddet sarmalına giren, aile demeye pek de uygun olmayan bir grubun yaşadığı kaybın romanı.
Son derece hassas büyütülmesi gereken özel bir çocuğun, güç şartlarda geçirmek zorunda kaldığı ilk yıllarını, çevresinde ve okulunda onunla temas edenlerden dinliyorsunuz. Bir yanıyla herşeyin açık ve net diğer yanıyla son derece puslu ve karmaşık olduğunu görüyorsunuz. Aşılması kolay olmayan engellere takılıyor, her seferinde sil baştan alınmasına isyan ediyorsunuz. Aile bütünlüğünün korunması, bürokrasinin ağır çarkları, kendini anlatamanın zorluklarının durumu değiştirmeyi imkansız hale getirdiğini üzülerek anlıyorsunuz.
Kendinizi; duygularınızı kontrolden çıkaran, sabrınızın sınırlarını zorlayan ve yüreğinizi sıkıştıran satırlarla başbaşa buluyorsunuz. İnsanlık ile hukuk arasında açılan makasın içinizi parçalayan kesiklerine maruz kalıyor, hiçbir çıkış yolu bulamamanın öfkesini yaşıyorsunuz.
Romanın kendi içerisinde çelişkili görüşlere sahip ve inisiyatif almaktan kaçınan sinik karakterlere yer vermesi, sonuç almayı geciktiren sistemin boşluklarını deşifre etmesi, ajitasyona kaçması çok muhtemel olgulara yüz vermemesi eseri çok daha etkileyici ve sarsıcı kılıyor. Kitabın Türkçe’ye uyarlanan ismi de çok uygun bir tercih. Dilimize kolay unutulmayacak bu eseri kazandırdığı için çevirmene de teşekkür etmek gerek.
Alexandre Seurat ve ‘Sakar’a elbette kalpten, kafadan, ciğerden, böbrekten yıldızlı 5… Gerçek hikâyeden yola çıkılarak kaleme alınan ‘Sakar’ çok iyi yazılmış bir metin. Böylesine ‘damar’ ve gerçek bir olayı bu kadar soğukkanlı bir şekilde kaleme almak inanılmaz. Kapağından belliydi çok seveceğim zaten. Vurulmuştum kapağına. Bir çırpıda okusam da epey uzun bir süre aklımdan çıkmayacağı kesin. Kendinize bir iyilik yapın ve ‘Sakar’ı okuyun. Evet hüzünlü ama hikâyenin gerçek olması işi bambaşkalaştırıyor, yazarın mesafesi müthiş iyi geliyor…
Epey kısa ama bir o kadar da etkili bir romandi. Konu hassas olunca yürekleri dağlıyor ister istemez. Aklıma (sanırım Hakan Gunday'in) çocuk insanın atasıdır sözünü getirdi. Daha mutlu bir dünya için onları mutlu etmeli ve iyi yetiştirmeliyiz.
Fransa'da gerçek bir olaydan yola çıkılarak yazılan Sakar, kalbimi çok kırdı. Sekiz yaşındaki Diana'nın ailesinden gördüğü istismar ve şiddet, soruşturma formatına benzer ilginç bir kurguyla aktarılıyor. Kitap incecik olmasına rağmen işlediği konu itibariyle okuması ve hazmetmesi oldukça zor. Okurken aklıma ne yazik ki Türkiye'de vakıf ve kurslarda yaşanan istismar olayları, aile içi şiddet vakalarındaki çözümsüzlükler geldi. İyi bir ruh halinde olmayan dostlarım, okumak için acele etmese de olur.
‘Het onhandige kind’ brengt het gruwelijke verslag van een zaak van kindermishandeling in Frankrijk. Het boekje is gebaseerd op het waargebeurde verhaal van Marina Sabatier die door haar ouders gedurende haar 8-jarige leven gemarteld en gefolterd werd met de dood als gevolg.
Eigenlijk wil je dit verhaal helemaal niet lezen en toch lees je het in één adem uit – het boekje roept tal van emoties op van droefheid, ongeloof, verontwaardiging. Wat de auteur vooral aankaart is het falen van officiële instanties die het misbruik wél zagen maar niet konden bewijzen en dus niet ingrepen. Als lezer maak je je herhaaldelijk kwaad op alle betrokkenen die erbij stonden en ernaar keken en daardoor dit drama hebben laten gebeuren.
Hoe beschrijf je zo’n tragedie? Alexandre Seurat bewaart door de vorm van zijn roman een soort journalistieke afstand. Ik heb toch veel bewondering voor de wijze waarop hij dit verhaal heeft verwerkt – door de manier waarop hij alle omstaanders aan het woord laat, word je als lezer ook een omstaander, een betrokkene die niet kan ingrijpen…
Wat een mokerslag van een boek. Al van in de proloog word je dit verschrikkelijke verhaal van kindermishandeling ingetrokken. Als de achtjarige Diana als vermist wordt opgegeven, voelt haar voormalige juf meteen aan dat het kind dood is en dat de ouders schuldig zijn. Vervolgens krijg je de verhalen van de mensen in Diana’s omgeving te lezen in korte alinea’s met een titeltje erboven: moeder, grootmoeder, tante, juf, schoolhoofd, maatschappelijk werker, politieagent, schoolarts, politiearts... Iedereen ziet de mishandelingen en wil wel iets doen, maar niemand doet genoeg. Nadat ze hun vermoedens hebben geuit denkt iedereen dat de verantwoordelijkheid nu bij de andere ligt. Uiteindelijk doet niemand iets, tot het te laat is. Als het kind dood wordt aangetroffen is er enkel plaats voor gevoelens van ontzetting en schuld. Dat Seurat heel objectief vertelt over wat de mensen denken en vooral niet doen, zonder overdreven emotionaliteit, maakt het boek uitermate sterk.
Bir çocuğun sessizliği, bazen en büyük yardım çığlığı mıdır? Bir anne olarak Sakar’ı okurken çok üzüldüm. Minik Diana’nın kocaman gülümsesinin ardına saklamaya çalıştığı büyük acıları okumak yüreğimi parçaladı. Hayatta kalabilmek için duygularını gizlemek zorunda kalması, suskunluğu ve maruz kaldığı şiddet beni derinden etkiledi. Fransa’da yaşanmış gerçek bir olaydan esinlenerek yazılan bu roman, Diana’nın sadece ailesi tarafından değil, onu korumakla zorunlu olan sistem tarafından da nasıl yalnız bırakıldığını çarpıcı bir şekilde gözler önüne seriyor. Öğretmenin tüm çabalarına rağmen, sistemin çarklarında öğütülen ve sonunda yok olan minik beden, içimde derin bir öfke ve hüzün bıraktı. Sonra yaşadığımız dünyadaki benzer haberleri düşündüm ve kendime şu soruyu sordum: Diana gibi daha kaç çocuk var ve biz onları korumak – fark etmek için ne yapıyoruz?
Uzun zamandan beri beni bu kadar fazla üzen bir kitap okumamıştım. Olayın gerçek olduğunu bilmek daha da üzücü idi. Kitabı bırakmak ile sonunda ne olacağını bile bile okumak arasında bitirdim kitabı. Çocuk istismarı zannedersem hayatımın hiçbir anında anlayamayacağım bir olay. Ne okuduklarım, ne izlediklerim, ne adli tıpta gördüklerim; hiçbiri bu olay için empatiyi mümkün kılmadı. Yazar da o kadar net cümlelerle anlatmış ki karakterleri..
Velhasıl, güzel bir kitap olmasına rağmen üzülmek istemeyenler okumasın diyerek bitiriyorum yorumumu.
Fotoğraf bana, her tarafı acıdığı halde iyiymiş gibi görünmeye çalışan o dokunaklı halini hatırlatıyordu, acısı sakar hareketlerinden, gergin kollarından ve bacaklarından belli olduğu halde; içinde bir şeylerin paramparça olduğu hemen fark ediliyordu.
Her gün bir başka acıya tanık oluyoruz. Çok çabuk üzülüyoruz, çok çabuk öfkeleniyoruz tabii, en çabuğu ise unutmak oluyor. Haksızlığa, istismara, yok sayılmaya, eksik bırakılmaya seslerimiz yükselmiyor gerektiği kadar. Susanların da sesleri olmak gelmiyor içimizden. Belki yoğunuz belki de gidecek tatillerimizi planlamamız gerekiyor. Geçim derdi, hayat koşturmacası derken bir an haber olan isimler çıkıveriyor akıllarımızdan. Alexandre Seurat bir tanesinin hikayesini anlatıyor, kaleme döküyor, yaşanılanları edebileştiriyor evet ama hatırlayalım istiyor. Gerçek ismini kullanmıyor, ona Diana diyor. Buna rağmen biz biliyoruz o kız çocuğu: Marina Sabatier. . Kısacık bu hikayede, aile nedir ki diye soruyoruz defalarca, herkes anne-baba olmalı mı gerçekten diyoruz.. Sonra ağır işleyen bürokrasiye kızıyoruz, susanların da suçlu olduğuna inanıyoruz. Ne hissedersek hissedelim Diana (Marina) geri gelmiyor.. Bir tane daha Marina olmasın diyoruz en fazla.. . Seurat çarpıcı bir dille yaşanılan istismarın üçüncü gözlerini konuşturuyor. Şiddeti değil; izlerini gören gözleri.. Bu hikayeyi okuyunca her birimizin aklında başka biri canlanacak. Yutkunurken zorlanacaksınız. En azından susma ve harekete geçme konusunda bir şeyleri kazıyacak zihninize.. . Nesrin Demiryontan çevirisi, Emine Bora kapak tasarımıyla ~
"Sakar", hepimizin masumiyetinin parmaklıklar ardına gönderildiği bir soruşturma dosyası! Seurat'ın Fransa'da yaşanmış gerçek bir olaydan yola çıkarak kaleme aldığı roman, farklı kişilerin tanıklıklarından oluşarak ilerleyen, çok sesli minik bir kitap ama etkisi uzun süre sürecek bir yara anlatısı. Diana isimli küçük bir kız çocuğunun ailesi tarafından sistemli bir şekilde şiddete maruz bırakılmasının hikayesi olan 'Sakar' diğer yandan okkalı bir Avrupa eleştiri. Zira her açıdan dünyanın en gelişmiş toplumlarını yaratan Avrupa sistemi, kurumların işleyişi yüzünden ve ailenin kutsal sayılma hastalığının kökten zuhur bulmuş yapısı sebebiyle bir çocuğun mahvına da çanak tutuyor. Diana, gözlerimizin önünde öldürülüyor. Elbette, Diana sadece bir örnek. Marquez'in "Kırmızı Pazartesi" kitabında herkesin önceden olacağını bildiği bir cinayetten bahsedilir. Çürümüşlük o derece gerçek ve somuttur ki kimse bu olacak olana çare bulamaz. Bulabilecek motivasyonunu da kaybetmiştir zaten. Aynısını burada da görüyoruz. Marquez'deki kadar grotesk de değil üstelik, her gün tanık olduğumuz bir gerçekliğin içinden sesleniyor Seurat. Okurken Ken Loach'ın "I, Daniel Blake" ile Dardenne Kardeşler'in "İki Gün ve Bir Gece" filmlerini anımsadım. Avrupa sisteminin kurumlara olan Kafkaesk bağımlılığı ve bu bağımlılığın yarattığı çarklar içinde heba olan bazı insanların hikayelerinden biri Diana'nın öyküsü de. Seurat bir yabancılaştırma örneği sunarak romanını bizim için ayakkabının içindeki taş haline getiriyor. Düşündürüyor, sorgulatıyor... Başka bir Avrupalı sinemacı olan, aynı zamanda da en iyi Avrupa taşlayıcısı diyebileceğimiz Haneke'nin "Le Temps du Loup" filminin sonuna götürüyor roman bizi. O filmi izleyenler bilir, kamera en son izleyicinin gözü olur. Yani uzaktan izlediğimiz, hissettiğimiz, eleştirdiğimiz her şeyin tanığı olarak aynı zamanda ortağı haline de geliriz. Artık o suçun sahiplerinden biriyizdir. Tebrikler, Diana'yı öldürdük. Hem de adım adım... Şimdi masumiyetimizi rafa kaldırabiliriz ya da kendimizi üç maymun moduna alıp, dünyanın gerçeklerine; arkamıza kurumları da alarak biraz daha kör sağır dilsiz yaşayabiliriz.
Bir yazarın gerçek olayları kurgulaştırdığı zaman etik sorumluluğu nedir? Bu kitap beni anlattığı hikayeden ziyade bu soru üzerine düşündürdü. Sakar, Fransa’da yaşanan gerçek bir olay üzerine kurulu. Marina Sabatier adlı 8 yaşındaki çocuk 2009 yılında uzun yıllar süren fiziksel istismar sonucu hayatını kaybediyor. Olay, Fransa’da büyük bir skandala sebep oluyor çünkü çocuğun istismara uğradığı öğretmenler, savcılar, doktorlar, polisler tarafından bilinen bir durum. Ancak durumun ciddiye alınmaması nedeniyle, bir dizi ihmal sonucu çocuk koruma altına alınmıyor. Sakar da bu gerçek olaylar üzerine kurgulanmış ve kızın etrafındaki okulda, hastanede, emniyette çalışan yetişkinlerin gözünden olanları anlatıyor.
Bir yazarın gerçek bir olayı temel alarak olayda yer almış kişileri konuşturduğu kitap bana etik olarak çok sorunlu geldi. Yazar gerçek olayları birebir takip ederek, kızın ölümüne giden olaylarda müdahil olmuş kişileri konuşturuyor ve neler düşünmüş, neler yapmış olabileceklerini bize aktarıyor. Karakterler kitapta gerçek isimleriyle yer almıyor. Ancak gene de yetişkinlerin gözünden olayların nasıl gerçekleşmiş olabileceğinin adeta bir belgeselini izliyoruz. Hala hayatta olan, belki de son derece farklı hareket etmiş, düşünmüş olabilecek bu kişiler kitabı okuduklarında acaba ne düşündüler, ne hissettiler? Beni en çok düşündüren kızın abisinin de kitapta yer alması. Abinin kendisi de çocuk ve yaşanan istismara tanık olmuş biri. Bu kadar ağır bir olay sonrası kitabı okuduğunda acaba anlatılanlara dair gerçek hayatının bu kurgusu hakkında ne düşünecek, bu kitap hayatını nasıl etkileyecek? Tamamen kurgu olsa bu tür soruları hiç sormayacağımız kesin. Ancak yazar kendisi de gazete haberlerini temel alarak kitabı yazdığını ve olayların nasıl gerçekleştiğini anlamaya çalıştığını söylüyor. Kitabın adeta deepfake gibi, gerçek kişileri aslında hiç yer almadıkları bir duruma soktuğunu düşünüyorum. Yetişkinler bir tarafa, özellikle Marina Sabatier’nin abisi ve diğer kardeşleri için hayatları boyunca kurtulamayacakları bir deepfake.
Çocukları temel olan kitaplara her zaman mesafeli yaklaşmışımdır. İnsanların çocuklar konusundaki hassas duyguları istimara çok açık olduğu için bir yazarın çocuk ağzından konuşmasının hep kolaycılık olduğunu düşünürüm. Yazar bu hataya düşmüyor ve kitap boyunca istismara uğrayan kızın ağzından bir şey okumuyoruz. Yazarın ilgilendiği tek konu, herkesin bildiği bu istismarın nasıl ciddiye alınmadığı, herkesin sorumluluk almaktan çekindiği ve bir çocuğun istismarına kurumsal olarak göz yumulduğu. Tüm bu sorunlara dikkat çekilmesi çok anlamlı. Ancak gerçek bir olayın adeta deepfake’ini yaratıp, gerçekte bu olayı yaşamış insanları asla içinden çıkamayacakları bir kurgusal anlatıya hapsetmenin etik olarak çok problemli olduğunu düşünüyorum.
Bu tür kitaplar herkesin okuyamayacağı kadar sert kitaplar. Bu nedenle, konunun ne olduğunun kitabın arkasında açık bir şekilde belirtilmesi gerekir. Kitabın arkasında konunun ailenin kutsallığı hakkında olduğu söyleniyor ama kitabının bu konuyla uzaktan yakından ilgisi yok. Kitapta aile ile ilgili çok fazla bilgi almıyoruz. Yazarın üstünde durduğu konu istismarın nasıl herkes tarafından, özellikle de öğretmenler, doktorlar, savcılar, polisler ve jandarma tarafından bilinmesi ama kimsenin kızı korumak için ciddi bir adım atmaması. Kitap kurumsal çürümeyi anlatıyor. Hem kapak arkasında konunun daha doğru yer alması hem de çocuk istismarını içerdiğinin belirtilmesi gerekirdi.
Bu kitabı bana arkadaşım hediye etti, çok seveceksin dedi ve sahiden de öyle oldu bir günde bitirdim. Bu kadar üzücü bir hikayeyi üstelik gerçek olduğunu bilerek okumak çok kolay değil biliyorum ama hayatın gerçeklerine de gözlerimizi kapatamayız. Ayrıca harika bir çeviri olmuş çevirmeni tebrik ederim.
Un petit livre pour une grande claque. L'histoire d'une petite fille "maladroite" au point d'arriver régulièrement avec de nouvelles blessures sur le corps, l'histoire d'une famille qui nie, d'une petite fille qui cache la vérité, de ceux qui voient et ne font rien, de ceux qui font mais pas assez, de ces autorités qui manquent de preuves et n'en cherchent pas davantage... l'histoire d'une fille de 8 ans, maltraitée et malaimée.
Une claque donc. Un coup de poing. Un livre qui secoue, qui nous fait nous interroger, qu'on lit avec une certaine distance car l'auteur fait parler divers interlocuteurs (tante, grand-mère, instituteurs, gendarmes, assistante sociale, médecins...) d'une manière assez froide. On tourne les pages tout en gardant une distance, ou tout du moins c'est l'impression qu'on a... parce que finalement la tension continue de monter, on commence à se sentir oppresser et à la fin on se rend compte en fermant le livre et en se le repassant en boucle que non... on n'a pas pas gardé tant de distance que ça finalement... Surtout quand on sait que c'est tiré d'une histoire vraie. Non, on est touché, on est secoué, on ne comprend pas comment ça peut aller jusque là... on s'interroge : est-ce si dur de sauver un enfant maltraité si on manque de preuves ?
Un premier roman réussi, qui ne laisse pas indifférent alors même qu'il ne rentre jamais dans les détails de la maltraitance. Un roman fort.
içimde devcileyin bir boşluk var. sakar beni, kelimenin tam anlamıyla mahvetti çünkü, bu boşluk o yüzden. bir metre boyundaki beton blok, kitabın ismi, diana'nın anne karnına düşmesinden itibaren bildiklerimiz, kitabın ismi. gabriel fernandez'i hatırlattı bana. son olarak, diana'nın annesi ve öğretmeniyle aralarında geçen diyalogtan bir kısım bırakıp gitmek istiyorum: "hızlı konuşuyordu. sonra sustu ve diana'nın ona asla sarılmadığını ekledi. benim sınıfımda diana'yla ilgili sorunlardan biri, her dakika bana sarılmak istemesiydi."
Yeryüzünün acımasızlığının bedelini ödeyen çocuklar.. Gerçek bir hikâyeden uyarlanmış.Tam da bugün okumam içimdeki sızıyı derinleştirdi. Diana'yı okurken Narin'i düşünüp durdum. Anlatacak daha fazla kelime bulamıyorum gerçekten.
Bir toplum bir çocuğu nasıl koruyamaz? Anne ve baba tarafından fiziksel ve psikolojik şiddete uğrayan Diana’nın hikayesi. Peki bu istismarda payı olan diğerleri? Sosyal hizmet görevlileri, doktorlar, polis, jandarma, eğitimcinin payı? Göz göre göre yok olan bir hayat. Aile olmanın getirdiği dokunulmazlık. Normal görüntü vermenin yetivermesi. Bazıları ne kadar çabalasa da kibarca gülümseyerek söylenen yalanlara inanmayı seçen bir topluluk. Gerçek apaçık ortadayken, herkes her şeyin farkındayken, korunamayan bir çocuğun hikayesi. Daha doğrusu şiddetin, istismarın, yok ediciliğin normalleştiği toplumun deşifresi. Tam da buna uygun bir biçimi var romanın. Toplumun farklı yüzlerinin ifadeleriyle aktarılıyor hikaye. Öğretmeninden doktoruna, anneanneden ağabeye, polisinden jandarmasına… her birinin ifadeleri kendi parçası oldukları sistemin deşifresi. Yazar gerçek bir olayı anlatıyor. Duygu sömürüsüne düşmeyen, gerçeğin yalınlığını süslemeyle gölgelemeyen, tok bir metin. #okudumbitti #bookstagram
Ongelooflijk aangrijpend verhaal. Zonder opsmuk maar met veel gevoel geschreven verhaal waarin pijnlijk, zeer pijnlijk duidelijk wordt dat hier iets vreselijk fout gaat. Iedereen ziet het aankomen maar niemand pakt door. Dat dit ongetwijfeld te vaak voorkomt maakt het nog veel schrijnender. Indringend geschreven met originele invalshoek waarbij iedere 'speler' steeds wisselend vanuit zijn of haar perspectief beschrijft wat er gebeurt. Must read. Period.
"Je voudrais me rappeler Diana, mieux que je ne peux en vrai. Je voudrais me rappeler tout ce que Diana et moi nous n'avons jamais fait ensemble, comme si nous l'avions fait…"
"Alors je me demande si, dans le cas ou on aurait été dans une autre famille, et dans une autre monde, si elle avait pu être elle et si j'avais pu être moi, est-ce qu'on aurait été comme un frère et une soeur - je veux dire, si elle n'avait pas été elle et je n'avais pas été moi, ceux que nous avons été - est-ce que les autres que nous aurions été auraient pu être frère et soeur…."
Onder het motto "het is niet de kwantiteit die telt, wel de kwaliteit" blaast Alexandre Seurat zijn lezers in amper 121 pagina's volledig omver met zijn debuutroman "La maladroite". Honderdeenentwintig pagina's die niet anders kunnen dan in één enkele ruk uitgelezen te worden, met amper tijd om adem te halen tussendoor.
"La maladroite" vertelt het bijzonder triest en vooral wraakroepend verhaal over de achtjarige Diana. Achtergelaten bij de geboorte door haar ongeïnteresseerde moeder ("het kind is doodgeboren"), die haar een maand later toch opnieuw ophaalt om op te nemen in haar "gezin", bij een ouder broertje en een partner die ze amper kent. Waarom ze het meisje ophaalt is een goede vraag, want wat volgt zijn zeven lange jaren waarin Diana thuis wordt mishandeld. Terwijl de inmiddels drie andere kinderen van het gezin een "normaal" leven leiden, wordt Diana door haar ouders mishandeld en uiteindelijk zelfs in de kelder "verstopt". Het verhaal eindigt met de "vermissing" van Diana, maar er is uiteraard meer aan de hand.
Aan het woord in het boek komen verschillende "getuigen" van dit drama: de oma, de tante, het broertje, de schooljuf, de directrice, de sociaal assistente, de arts verbonden aan het gerecht, de politieagent,….. Elkeen vertelt zijn/haar verhaal over de contacten met het meisje, de vermoedens dat er meer aan de hand was, de bescheiden voorzichtige stappen die werden ondernomen, de ongelofelijk muur waartegen telkens opnieuw werd gebotst, de opluchting wanneer de "verantwoordelijkheid" op een ander kon worden geschoven ("ik heb gedaan wat ik kon"),…. Maar uiteindelijk kon niemand Diana redden.
Voor een debuutroman is dit een roman om "U" tegen te zeggen. Seurat's schrijfstijl is waanzinnig meeslepend. De verschillende verhaalperspectieven bieden een boeiend totaalbeeld, dat tegelijkertijd de lezer razend kwaad maakt. Hoe kunnen zoveel mensen een oogje dichtknijpen? Of hoe kunnen zoveel mensen een kind aan haar lot overlaten? En hoe kan je vertrouwen op het rechtssysteem? Dat zijn allemaal bedenkingen en gevoelens die Seurat met deze roman oproept.
Wat het allemaal nog zoveel erger maakt is dat dit boek gebaseerd is op het waar gebeurde verhaal van Marina Sabatier, een 8-jarig meisje dat in 2009 in Frankrijk verdween en dat enorme vraagtekens opriep bij het falende rechtssysteem.
Kort maar krachtig. Adembenemend. Wraakroepend. Topdebuut!
Knjiga govori o Diani, deklici, ki je bila že med nosečnostjo nezaželen otrok. Mama jo je želela roditi anonimno, kar pomeni, da bi jo po porodu pustila v bolnišnici in bi po preteku določenega časa ostala povsem anonimna in se odrekla starševskim pravicam. Tik pred prevzemom tega roka pa se mama vseeno odloči hčerko vzeti nazaj. Deklica takoj prične kazati razvojni zaostanek in, ko dekličina babica prične opažati nenavadno vedenje pri deklici, se njena mama z družino odseli stran. Deklica je všolana zelo pozno in takoj se pričnejo pojavljati poškodbe, modrice... Ki so s širokim nasmehom, vljudnostjo in neskončnim sodelovanjem staršev ves čas obrazložene s tem, da je deklica pač neroda.
Roman je sicer kratek, a z vsakim stavkom ti seže v želodec in ti ga stisne. Zgodbe o zlorabah otrok so izredno težke in ta je tako brutalno direktna, čeprav se o zlorabi konkretno nikoli ne izreče, da boli še toliko bolj. Zgodbo opisujejo vsi, ki so bili vanjo vpleteni; od učiteljev, zdravnikov, socialnih delavcev, policistov... Le Diana sama ne. Tako ji je bil glas tudi simbolično odvzet; v življenju in v pripovedi. Ujamemo se v bitko z mlini na veter, ko v sistemu kljub trudu vseh vpletenih ne zmorejo zaščititi otroka, ki pod vplivom staršev vse obtožbe jasno zanika. Simpatični in prepričljivi starši tako sistem izkoriščajo zase. Najhuje je, da se tudi iz dejanske prakse lahko spomnim primerov, ki se sicer niso končali tako tragično kot ta, a so me na mnoge načine spominjali na to pripoved. Včasih vsi naredijo vse, a žal je sistem narejen tako, da ga najzložnejši člani naše družbe najbolje izkoristijo. Naravnost grozljiva pripoved, ki te navda z obupom in gnusom. Poleg tega je Diana tudi deklica s posebnimi potrebami, čeprav se vprašam zakaj je takšna - bi bila morda zdrava, če bi odraščala v zdravem okolju? In vprašamo se tudi o zanesljivosti pričanj takšnih otrok. Lahko zagotovo vemo, da niso le podaljšek govorjenja svojih staršev?
Težko, pretresljivo, a zelo pomembno in odlično branje.
Bu kitabı içiniz sıkılıyorken okumayın! Bir diğer tavsiyem de bu kitabı uyumadan önce okumayın. Zira ben bitirmeden önce tekinsizlikten uyuyamadığım gibi, bitirdikten sonra da huzursuzluktan uyuyamadım. Sonra bütün gece kabuslar, bütün gece Diana’nın sesi… İşte böyle bir kitap.
Karanlık. Çok fazla karanlık bir kitap. Tüm bu karanlığın ortasında minik Diana.
“Gece yarısı, şehrin ortasında, nehir kenarında bir otoyol üzerindeki tünelde biten bir peri masalı. Araba bir sütuna çarpıp alev alıyor ve prenses canlı canlı yanarak ölüyor. Artık arabaya gömüşmüş bir setten başka bir şey değil. İşte Diana buydu, yani bana göre, yalnızca bana göre de değil sanırım. Yine de kızına böyle bir isim koymanın tuhaf bir fikir olduğunu aklımdan geçirmiştim, bunu düşünmemiş olamazlardı.”
Sonra o karanlıkta spot ışıklar bir yanıp bir sönüyor. Sırayla Diana’nın öğretmenleri ve ailesi anlatmaya başlıyor tek tek. Siz de karanlıkta nefesinizi tutmuş dinliyorsunuz hepsini çünkü Diana’nın çırpınan bir kuş gibi çıkardığı sesini duyuyorsunuz karanlığın içinden devamlı. Kanatlar deli gibi çırpılıyor. Bir yere mi çarpıyor, yara mı almış yoksa büyümeye mi çalışıyor? Öğrenmek için çabalıyorsunuz. Karanlık bir parça aydınlandığında sonunda Diana’ya ve gerçeğe kavuşuyorsunuz, gözyaşlarınızı bırakıyorsunuz artık. Kuşun kanadına ne oldu?
“Ninen senin için endişeleniyor Diana, nineyi rahatlatabilir misin? İyi misin” “Nineme çok iyi olduğumu söyleyebilirsin. Neden soruyor ki?”
Fransız yazar Alexandre Seurat ile tanışma kitabım, Sakar. Yazar, ülkesinde yaşanan gerçek bir olaydan yola çıkarak kaleme almış romanı. Ailesi tarafından fiziki ve psikolojik şiddete maruz kalmış bir kız çocuğunun hikayesini okuyoruz.
Diana’nın doğum hikayesiyle başlıyor kitap. Sekiz yaşına gelene kadar yaşadıklarını farklı karakterlerin ağzından dinliyoruz. Teyze, anneanne, öğretmen, müdür, doktor, jandarma, sosyal hizmet uzmanı ve ağabey gibi Diana’yı tanıyan kişilerin anlattıklarıyla bir hikaye çıkıyor ortaya.
Kitapta açıkça anlatılan şiddet sahneleri yer almamasına rağmen metnin tüyler ürpertici yanları var. Çok sert, çok çarpıcı.. Okuyacak olanlar mutlaka bunu göz önünde bulundurmalılar. Akıcı olsa da kolay sindirilebilen bir metin değil. Ayrıca kitapta kamu kurumlarının bürokrasi süreçleri de eleştiriliyor. Anne, baba, aile kavramlarının kutsal olmadığını da gözler önüne seriyor.
Ben çok etkilendim ve yazara hayran kaldım. Yazarın başka kitaplarına da mutlaka bakacağım.
Bu kitabı okumayın! Felaket şekilde üzücü. Hayatı herkesin toz pembe bulutlar içinde yaşamadığı kesin ama bu kadarı da aşırı fazla. Gerçek hayattan yola çıkarak yazılmış olması, daha 19 yaşında bir üniversite öğrencisiyken adli tıp stajında gördüklerim, bir oturuşta, su bile içemeden okumama sebep oldu. Ruh sağlığınıza, duygu durumunuza çok güvenmiyorsanız, çelik gibiyim ben diyen bir modunuz yoksa okumayın.
Röportaj gibi yazılmış, gerçek hikayeden esinlenmiş bir kitap. Başından sonuna acıyı hissettiriyor. Malum sona doğru giderken, kurumların bürokratik kısıtlarından bunalıyor ve sırf bunlar yüzünden bir can daha yitip gidiyor. Ülkemizde sıklıkla görülen vakalardan olduğu için, şaşıramıyoruz. Bu kadar normalleştiren bu sistemden de bu nefret ikliminden de ölesiye tiksiniyoruz.
Burokrasinin koruyamadigi genc yasinda siddetin her turlusune maruz kalmis isyanini bir gulumsenin arkasina saklamaya calismis minik Diane. Sonunda goz yaslarimi tutamadigim ve sisteme isyan ettigim bir kitap oldu.
Jusqu'à présent dans ma vie, j'ai encore peu lu de romans de ce genre. De ceux qui remuent, qui bouleversent, qui glacent. Je suis sortie de cette lecture avec la nausée, le souffle coupé, la tête emplie d'images sordides. Je suis passée par des émotions diverses, ça a été un vrai tsunami dont j'ai encore du mal à me remettre.
Ce "roman" est en fait le récit d'une histoire vraie, celle de Marina Sabatier. Une petite fille assassinée par ses parents après des années de maltraitance et de souffrance. Alexandre Seurat avec ce texte très court, raconte quelle a été sa vie depuis sa naissance jusqu'à sa mort. On pourrait croire à du voyeurisme, mais ce roman est totalement dénué de vulgarité. Au contraire, il est intelligent dans la manière d'envisager la situation et de la présenter au lecteur. Tour à tour, plusieurs narrateurs (les enseignantes de Marina, sa tante, sa grand-mère, son frère...) se succèdent pour dire ce qu'ils ont vu ou supposé et expriment leur ressenti, un peu comme des voix intérieures. Ce procédé rend le roman à la fois beau et pudique, respectueux. Pour autant, l'horreur n'est pas épargnée au lecteur qui devine trop bien ce qui n'est pas énoncé clairement. Alexandre Seurat signe là un texte magnifique et poignant, empreint d'émotion. Comme le disait l'amie qui me l'a conseillé, ce n'est pas évident de recommander ce livre au sujet si grave, et encore moins de dire que c'est un coup de cœur... cela peut paraître ambigu d'avoir un coup de cœur pour un livre qui raconte le pire, et pourtant c'est ce qui s'est passé, j'ai eu un coup de cœur douloureux pour La maladroite.
Un roman bouleversant, révoltant, terrible sur la maltraitance. On demande à comprendre comment une telle horreur et violence peuvent être possible. Ce livre nous donne à réfléchir...