Gündelik davranışlarımızı, eyleme tarzımızı, toplumsallaşırken sergilediğimiz performansları, konuşma ve hatta susma biçimimizi belirleyen etkenlerin çoğu zaman farkında bile değiliz. Ne var ki, bunlar yalnızca gündelik hayatımızı değil, aynı zamanda tarihin uzun hafızasındaki siyasal konumlarımızı ve tercihlerimizi de etkiliyor. İşte, çoğu zaman bilinçdışı düzeyde yaşanan bu körlüğün siyasal anlamları üzerine düşünüyor Türklük Sözleşmesi.
Barış Ünlü, Türkiye’nin yazılı olmayan esas anayasasını, yani Türklük Sözleşmesi’ni tarihsel çerçevesi, işleyiş biçimleri, yarattığı imtiyazlar, zorunlu kıldığı performanslar, doğurduğu sorunlar ve karşı karşıya kaldığı kriz bağlamında ortaya koyuyor. Beyazlık çalışmalarından duygular sosyolojisine kadar kapsamlı bir çerçevede, Türkiye’nin kanayan yarası Kürt Sorunu ve Ermeni Soykırımı’ndan Barış İçin Akademisyenler’e kadar çeşitli meseleleri ele alan Ünlü, siyasal yelpazenin çok farklı noktalarında duran kişilerin bile “yeri gelince” nasıl aynı paydada buluşabildiğini sarih bir şekilde gözler önüne seriyor. “Türklük” adı altında topaklanan benlik mitoslarını yerle bir eden bu kitap, okurunu gündelik davranış biçimlerini, ritüellerini, performanslarını sorgulamaya davet eden bir demir leblebi, negatifinden bir Türkiye Tarihi.
Barış Ünlü beyazlık çalışmalarının metodolojisini kullanarak oldukça karmaşık bir konuyu hem dönemsel/kavramsal bir sınıflandırmaya (müslümanlık sözleşmesinden türklük sözleşmesine geçiş) tabi tutarak netleştirmeye çalışıyor hem de gündelik hayatımızda sürekli yaşadığımız ancak tam olarak farkında bile olmadığımız bir krizin saptanması için kapıyı aralıyor. Kitabı okurken sözleşmenin ne kadar içinde ne kadar dışında olduğunu sorgulayıp duruyor insan. Çevresindeki insanların acılarını, yaşadıkları zorlukları, mevcut eşitsizlikleri sözleşme çerçevesinde okuyunca bazı durumlar ve anlar parlaklık kazanmaya başlıyor. Kitap oldukça akıcı ve net bir dille yazılmış. Tek sıkıntı bazı bölümler arasında tekrarların oluşması, kitabın ana tezinin sürekli olarak özet halinde kitabın içerisine yayılarak tekrar tekrar zuhur etmesi.. Daha özgürlükçü bir zamanda yaşasaydık oldukça tartışma yaratacak ve demokratik toplumun gelişimini sağlayacak bir kitap olduğunu düşünüyorum.
"Kurdugum modelde,Musluman-Turk devletinin ve milletinin sosyo-olusumuna sozlesme kavramiyla bakiliyor.Bu bakis acisinin etnik temizlik , ulusal kurtulus savasi, devlet insasi gibi buyuk olcekli sureclerin arkasinda yatan tarihsel ve toplumsal , dusunsel ve duygusal dinamikleri gormemizi kolaylastirdigini dusunuyorum. " Yazarin belirlemis oldugu bu amac tumuyle gerceklesmis. Alintilamak istedigim cok fazla tarihsel saptama var ama beni en cok dusunduren ve etkileyenlerden biri tarihimizin kirli sayfalari sayabilecegimiz bir cok vakada bu hadiselerin yalnizca iktidar eliyle ve kudretiyle degil, cogu zaman iktidardaki guclerin ,halkta olusan ve kimi zaman siddete donusen kin,nefret ve ofke duygulariyla birlikte hareket ederek kendine haklilik zemini yaratmasi ve sonrasinda da bu haklilik duygusuyla ustunun kapatilarak unutulmaya biraktirilmasi oldu. Kendisiyle, yakin tarihiyle , vicdani ve adalet duygusuyla yuzlesmekten ve dusunce dunyasinin kapisini aralamaktan korkmayanlarin mutlaka okumasi gereken bir kitap. Akademik olmayan gayet anlasilir bir dille yazilmis olan bu kitabin , bundan sonraki yakin tarihimize yonelik tarih ve sosyoloji calismalarina da ilham vereceginden hic kuskum yok.
Barış Hoca'nın kitabı bana kendi yaşadığım Türklük ve apolitiklik travmalarını hatırlattı. Ben de bundan 16-17 sene önce, ülkesinden, dünyadan bihaber, apolitik bir edebiyat ve tiyatro düşkünüyken, devletin zihnime ördüğü kozayı lisans bölümüm, Kürt ve devrimci arkadaşlarım ve kitaplar sayesinde 2-3 yılda parçalayabilmiştim. Yazar "Türklük sözleşmesi"nin varlığını Binghampton'da doktora yaparken ziyaret ettiği bir Kürt evinde anlıyor ve bunun üzerine düşünmeye başlıyor.
Çıkış noktası benzer ama herhalde vardığımız sonuçlar biraz farklı. Barış Hoca'nın anlatımında bazı şeylerin birbirine karıştırıldığını, bunun da araştırmanın ayarını düşürdüğünü hissettim. Örneğin, bir ulusa mensup olmak ile o ulusun milliyetçisi olmak arasındaki fark kitapta belirsiz. "Türklük sözleşmesi"ni aşmak ancak Türklüğünden vazgeçerek mi oluyor?
Ya da oligarşinin Kürt halk hareketini tasfiye etme, onu düzeniçinde yönetilebilir hale getirme planı olan sözde barış sürecine destek vermek, doğru bir Türklükten vazgeçme politikası mı? Kürt halkının kendi kaderini tayin etme hakkını teslim eden, devletle silahlı mücadele halindeki devrimci bir hareket, barış sürecine destek vermeyip HDP politikaları ile bütünleşmeyince "Türk" solu mu olacak?
Elbette yazardan bu sosyal bilim araştırmasında böyle siyasi polemiklere yer vermesini istemek anlamsız olurdu. Ancak Barış Hoca'nın argümanı yapılandırma biçiminden, bu dediklerimi uzaktan uzağa, hatta son bölümde iyice ima ettiğini görmemek namümkün. Gerçekten de HDP solda hegemonya kurma stratejisinin bir parçası olarak 2010-2015 arasındaki süreçte böyle bir yaklaşım benimsemişti. Barış Hoca da bundan hayli etkilenmişe benzer.
Barış Ünlü, Türkiye'nin kuruluş sözleşmelerine ilişkin dikkatle okunması gereken bir çalışma ortaya koymuş... Amerika'da yapılmış Beyazlık çalışmaları metodolojisi üzerinden Türkiye'de yazılı olmayan Türklük haline geçiş yapan çalışma, Osmanlı İmparatorluğunun son dönemlerinden günümüze geçişe ilişkin tarihsel arka planı da ele alıyor. Müslümanlık sözleşmesi, Türklük sözleşmesi, krizler ile birlikte hem tarihsel arka plan, hem de kişisel algılarınızla ilgili bilgilenme/sorgulama olanağı sunan bir kitap Türklük Sözleşmesi... Mutlaka okunması, tartışılması gereken bir kitap.... İkinci okuma notları... Ünlü’nün kitabı, sağlam bir metodoloji üzerine kurulu, kuruluş sözleşmesine ilişkin tarihsel açıklamalarla ülkenin en önemli sorunlarını ele alıyor. Etnografik örnek sayısındaki düşüklük, demografik dağılım zayıflığı kitabın değerini azaltmıyor. Yazarın bakışı, özellikle sözleşmeden yararlanan, “evrensel aydın”ın “bilmeme hali”mi yıkabilecek nitelikte olduğundan çok tartışma yaratması beklenir. Ancak, bu konuda da bir sessizlik görünüyor. Okumama hali mi? Okumamış gibi olma hali mi? Okuyunuz, okutunuz, tartışınız... Tekrar okunmak üzere, kitaplıkta yerini aldı...
Adeta Fanon okuyormuş gibi hislenerek, coşarak okudum. Çoğunluk mensupları, çoğunluk mensubu olmanın getirdiği imtiyazları bilerek veya bilmek istemeyerek nasıl kullanıyorlar ve bu görünür/görünmez sözleşmeyi nasıl işletiyorlar? Bu konuyu inceliyor kitap. Dehşet verici detaylar var içinde.
Türklük Türkiye'de yaşama dair neredeyse herşeye referans olarak gösterilir. Türklük devletin resmi toplumun gayri-resmi sözleşmesi haline gelmiş durumda. Bu, sözkonusu ideolojinin toplumsal siyasal ve iktisadi yaşamın her alanında çok etkili ve performatif olduğunu göstermektedir. Yazar bu eserde Türklüğün nasıl bir vurduymazlığa, eşitsizliğe, bir iktidar ilişkisine ve dışlamaya yol açtığını göz önüne sermektedir. Toplumsal, siyasal, ahlaki ve vicdani gerçekliğiyle yüzleşmek ve kendisi olmak isyeyen herkesin bu kitabı okuması gerektiğini düşünüyorum. Herkesin aynaya bakma cesareti göstermesi dileğiyle...
Bunu basta söylemekte fayda var sanırım: Yazar ya da kitabin kavramsal çerçevesine ikna olmuş herhangi biri tam da kitabin göstermek istediği sekilde benim de Türklük sözlesmesinde kendine bir rol edinmeye calisan biri oldugumu, kitabin kavramsal çerçevesine getirdiğim itirazların bundan kaynaklandigini söyleyebilir. Ben ise bunun böyle olmadigini yine kavramsal bir bicimde açıklamaya calismak yerine baska bir şey söyleyemem ve zaten bu da benim açımdan kitabin ana problemini oluşturuyor: Kisi sürekli Türklerin bugüne kadar görmezden geldigi azınlıklarla duygudaşlık kurarak ve her durumda onları hakli bularak mi ancak Türklük Sözlesmenin disinda çıkabilir? Kisinin örnegin bir azinliklarin politikalarına karşı itiraz yöneltmesi Türklük Sözlesmesinin "kölesi" olmak disinda herhangi bir duygusal, bilişsel ya da entelektüel süreçler açıklanabilir mi?
Ben yine de birkaç olumlu notla baslamak isterim. Öncelikle ben kitabin duygu sosyolojisiyle ilgili vurgularını önemli buluyorum. Bence de bir sınıfa, irka, etnik gruba ait olmanın çeşitli duygusal ve bilişsel yansımaları vardır ve bu yansımaları incelemek gercekten de insani doğal gördüğü kimi durumları sorgulamaya itebilir. Yine kitapta değinildiği gibi bu "toplumsal sözleşmelerin" disinda kalanların bu duygu durumlarını icinde bulunanlara göre daha iyi anlayabildigi birçok durum olduğu da bana kalırsa bir gercek. Yine de bütün bu kavramsal ve entelektüel gücüne ragmen duygu sosyolojisinin asagida değinmek istedigim kimi problemleri var ve bence kitap bunlardan da muzdarip.
Ikinci olarak elbette kitap kendi kavramsal çerçevesinin de öne sürdüğü gibi cesur bir cikis yapiyor ve gercekten de Türkiye'de uzunca süre hakkında konuşulması, yazılması, söz söylenmesi "hoş karşılanmayan" duygudaşlık kurulmayan gruplar üzerine önemli yüzleşmeler de sağlıyor. Dahası gercekten de Türklerin kör noktalarına parmak basarak onları provoke edip düşünmeye, kendiyle yüzleşmeye zorluyor.
Simdi gelelim sorunlarına.
Öncelikle bana çok bariz gelen bir probleme değinmek istiyorum: Sözleşme kavramı kitabin basligindan da anlasilabilecegi gibi kitabin öne sürdüğü kavramsal çerçevenin orijinalliği ve ikna ediciliği acısında hayati bir öneme sahip. Ancak kavram kitap boyunca tanimlanmiyor. Kitapta sürekli tekrar eden bir bicimde bir görmeme, duymama, bilgilenmeme ve tersine görme, duyma, bilgilenme hali olarak tanımlanıyor. Ancak bu hem sürekli kendini tekrar ettigi icin ikna ediciliği bir ölcüde ortadan kalkıyor hem de bu kadar hayati bir kavram icin fazla genel geçer kalıyor. Üstelik bu tür duygu ve varoluş bicimlerinin baska sekillerde tarif edilebileceği göz önünde bulundurulursa sorunun boyutu acığa çıkar. Örnegin, ikinci ve ücüncü bölümlerde cözümlenen Müslümanlık ve Türklük sözleşmeleri kitapta da yer verilen Akcura'nin "üc terzi siyaset"ini hatırlatıyor. Daha basit bir bicimde ise buna neden milliyetçi ideoloji ya da egemen ideoloji diyemiyoruz? Burada yazarın savinin bunun kendi başına üstten dayatılan bir şey olmadıgı, halk kitleleri tarafından da rıza gösterilen ve yeniden üretilen bir süreç olduğu acik. Ancak bana kalırsa ideolojiler icin de bunlar gayet söylenebilir.
Üstelik yazarın savuna ragmen, verdigi örneklerle kendi söylediğinin aksine "sıradan" halkin bu sürece katiliminin daha pasif oldugunu gösterdiğini düşünüyorum. Yani Müslümanlık ve Türklük sözleşmeleri egemen kurumlar, devlet iktidarları, güçlü sınıflar tarafından ortaya atılıyor, palazlandiriliyor, halk ise kendi cikarlarina uygun gördüğü ya da endişelerine denk düştüğü ölcüde bu "sözlesmelerin" gereğini yerine getiriyor. Burada yazarın Adana katliamları sürecine değinerek söylediği yerel eşrafın aslında sürecin öncü gücü olduğu gercegi de bence yukarıda ifade ettigim gercegi değiştirmiyor, çünkü varolan toplumsal iliskiler içerisinde bunlar da birer güc odağı. Yani iktidarın ve gücün sadece merkezi hükümet ve büyük burjuvazi tarafından üretildiğini söylemekle bütün insanların, halkin, yoksul, zengin, güçlü, güçsüz herkesin bu süreçten eşit derecede sorumlu oldugunu söylemek arasında baska bir konum daha var ve bence yazar bu konumu yok sayıyor. Üstelik kavramsal çerçeveyi çizdiği birinci bölümün sonunda değindiği beyazlık calismalarina getirilen eleştirilerden de nasibini alıyor böylelikle. Özellikle beyazlık calismalarinin iktidari siliklestirdigi eleştirisiyle. Çünkü yazarın bu eleştirilere cevap verirken görmezden geldigi sırf egemen ulusal kimliğe sahip oldukları icin yoksul, zengin, güçlü, güçsüz herkesi eşit derecede sorumlu tutmak iktidari görmek degil onu siliklestirmek anlamına geliyor ki Foucault ektisindeki birçok akademik çalısmada bu problemleri görüyoruz.
Yukarıdaki iki noktayla baglantili bir diğer itirazım su: Yazar zaten Türklük Sözlesmesi disinda başka sözlesmelerin oldugunu kendi de söylüyor. Ancak bu sözleşmeler yazarın anlatımında hem bir bicimde Türklük Sözleşmesine hizmet eden alt sözleşmeler: duygular sözleşmesi, Müslümanlık sözleşmesi vs. gibi. Peki ama Türklük Sözleşmesine rakip olan sözleşmeler de yok mudur toplumda? Burada sanırım bireyin sahip olduğu başka kimliklerin, örnegin erkeklik, Türklük sözleşmesini de besleyecegi var sayilmis. Peki ya bu sözleşmeler farklı sadakat talepleriyle rakip sözleşmeler haline gelirse? Evrenselci ideolojilere sahip Aydınlar üzerinden yapılan tartışmadan okur sik sik yazarın bu durumlarda Türklüğün egemen olacagini varsaydigi izlenimine kapılıyor. Her ne kadar zaman zaman bu sözleşmenin disinda çıkan örnekler verilse de. Çünkü burada söyle bir varsayım yapılıyor: Kisinin, diyelim, baska ideolojilere inanması, bu ugurda savaşması yetmez. Sürekli Türklük Sözlesmesinin gereği olduguna inanılan performansların ziddi performanslar sergilemesi beklenmektedir. Bu nedenle örnegin Islamci bir entelektüel Kürt hareketinin ya da Kürt bireylerin belli "performanslarını", siyasi tercihlerini kendi ideolojisi isiginda eleştiriyorsa bunu ancak Türklük sözlesmenin kurbanı olduğu icin yapıyordur, ideolojisi ona ancak bir maske görevi görür. Öyleyse kisinin gercekten Türklügüne (negatif anlamda onun disinda cikma çabasına da) baskin gelen herhangi bir ideolojik ya da etik saikle hareket etmesi imkansız midir? Burada yazarın itiraz ettigi durumların hiç yasanmadigini, evrenselci aydınlardan gelen her eleştirinin hiçbir zaman Türklük duygusuyla yapilmadigini hele hele her zaman doğru oldugunu kast etmiyorum. Buna kendimi de icinde sayacağım Marksistleri de katarak söylüyorum. Ancak Türklük Sözlesmeninin kurbanı olmadigini kanıtlamak icin sürekli negatif performanslar sergilenmesi gerektiği varsayimini de yazarın hem kavramsal çerçevesinin hem de bu çerçevenin gerektirdiği siyaset biciminin temel sorunu olarak görüyorum. Yazar, bence bu saviyla, maalesef ki eleştirdiği üstenci bakisin bir örnegini sunuyor, sürekli olarak Türklüğün negatif resmi olarak, örnegin Kürtlüğü ya da Ermeniliği olumlamayan herkesi kendisinin icinden cikmayi basardigi suyun icinde kalmakla suçluyor.
Bence bu kavramsal problemler zaten kitabin kavramsal çerçevesini oluşturan beyazlık calismalarinin muzdarip olduğu problemler ve bu konuda da sik sik eleştiriliyorlar. Buradaki ana problem de tam da yukarıda değindiğim gibi bu çerçevenin icinden cikilamayacak bir paradoks gibi oluşturulması. Yani sözleşmenin disinda cikmanin tek yolu sözleşmeyle sürekli bir hesaplaşma ve bu açıdan o bağın sürekli korunmasiyken, bu çerçevenin disinda düşünme denemeleri her zaman tam da sözleşmenin kurbanı olmak olarak algılanabilir. Bu da sürekli günah çıkaran bir beyaz ve Türk entelektüel kitlesinin oluşması disinda nasıl sonuclar doğurabilir bilemiyorum.
Bu çerçeveye dair söylenebilecek daha çok şey var bence. Örnegin, Türklük sözlesmesinin boyutları olarak görülen kimi "performansların" (aksanli konuşma, toplum icinde utanma, bedenini gizleme istegi) pekala sınıfsal performanslar ya cinsiyet performansları olarak da okunabileceğini düşünüyorum. Diğer bir örnek, mesela Türklük Sözlesmeni eleştiren Kürt ya da sözleşmenin disinda ciktigina ikna olan bir Türk baska bir sözleşmenin parçası olarak, örnegin bir Kürtlük Sözlesmenin (öyle ya sözleşme devlet eliyle yaratılan bir şey degil) parçası oluyor olamaz mi?
Dahası belki de en önemlisi kendi kendini gerçekleştiren bir kehanet gibi bu çerçevenin gercekten de ulusal kimliklerin ve performansların her seyin önüne gecen yeni bir gerceklik yaratmadaki rolü de tartisilabilir bence.
Kisacasi ben de envrenselci olma iddiasındaki bir Marksist olarak sanırım ya Türklük sözlesmesinin disina cikamiyorum ya da Kürtlük sözleşmenin fazla disina ciktim.
Barış Ünlü’nün yazdığı Türklük Sözleşmesi muhteşem bir kitap. Öncelikle benim için kişisel olarak çok aydınlatıcı oldu. Türklükle ve hatta başka imtiyaz kategorileri olarak erkeklik veya Beyazlıkla ilgili sezdiğim veya anladığım ama kavramsal olarak tam olarak oturtamadığım noktaları bir yere oturtmamı sağladı diyebilirim.
Kitapta imtiyaz gruplarının veya “sözleşme”nin nasıl oluştuğu ve hem içeridekiler hem de dışarıdakiler üzerindeki etkilerine odaklanılmış. Dışarıdakiler üstünde gerçek kimliğini saklama, kendi değerini egemen grubun tanımlarıyla ölçme, çekingen olma veya göze batmamaya çabalama gibi etkileri olduğunu anlatmış yazar. Bununla ilgili bence en çarpıcı şeylerden biri de bu etkilerin insanların sözleşme içi-dışı şeklinde ikiye bölünmesiyle ilgili olması. Oysa ki baskıya uğrayan gruplara sıklıkla kültüre veya biyolojiye dayanan ve eşitsizliği normalize etmeye çalışan tanımlamalar yapılıyor. Örneğin siyahların kültürlerinden dolayı şiddete eğilimli oldukları (genetiğe de dayandırıyorlar ama günümüzde bu görüş kafatasçılık olarak görülüp saygınlığı kalmadığı için kültürel açıklamalara döndüler), veya kadınların biyolojik olarak duygusal oldukları ve teknik işlerde çalışmaya uygun olmadıkları gibi. Sözleşme modeli bence bu etkileri iyi açıklıyor.
Kitabın asıl iddiası tabi bu sözleşmenin içeridekileri, yani Türkleri nasıl etkilediğini anlamak. Ünlü’ye göre bu etkilerin en önemlileri negatif etkiler, yani bazı şeyleri duymama, algılamama, görmeme gibi. Sözleşme gereğince baskılanan grupların yaşadığı zulümleri, haksızlıkları görmemeleri ve onlarla duygudaşlık kurmamaları gerekiyor. Bunlarla ilgili gelen yeni bilgileri örneğin “Kürtlerin nesi eksik?” diyerek reddediyorlar. Bu reddediş de sıklıkla kendini çok objektif ve rasyonel, karşısındakini ise duygusal olarak gören paternalist bir tarz alıyor. Bence bu çoğu şeyi iyi açıklıyor, mesela mansplaining’i de bu çerçeveye koyabiliriz diye düşünüyorum. İmtiyazın varlığı, yokluğu gibi çabuk anlaşılabilir bir şey olmadığı için aslında ortada bir sorun yokmuş gibi davranılabiliyor. Yazarın dediği gibi, “sen kadın/Kürt/Ermeni olduğun için böyle düşünüyorsun” diyenler kendi düşüncelerinin de erkeklik veya Türklük ile şekillenebileceğine ihtimal vermiyor, çünkü bunlar zaten “normal” olan kategoriler.
Baskılanan grupların hareketleri güçlendikçe de artık bunlar görmezden gelinemiyor, ve bu sefer de imtiyazlarını kaybetme korkusuyla savunmaya geçiliyor. “Aslında Kürtler milliyetçilik yapıyor”, “erkek olmak dezavantajlı oldu artık” gibi, veya Amerika’da sık duyduğumuz “Siyahlar tersten ırkçılık yapıyor” söylemleri bunlara güzel örnekler. Barış Ünlü bunları ve diğer sonuçları “sözleşmenin krizi” kavramı altında incelemiş.
Kitabın yazılışına ve Ünlü’nün anlatımına dair de bir çift laf etmek istiyorum. Bence gerçekten çok akıcı ve anlaşılır bir dil kullanmış, kitabı soluksuz okudum. Dipnotlar ve referanslar gerçekten harika. Saydım, 360 sayfalık kitapta 500’e yakın referans ve not var. Bunlar hem primer kaynak gösterilmesi olarak önemli, hem de ara ara ilginç ve düşündürücü parantezler açıyor.
Eleştirilebilecek ufak şeyler de var. Anlatım biraz tekrara düşmüş diyebiliriz. Mesela aynı cümleleri kitabın farklı yerlerinde tekrar tekrar görebiliyoruz. Tabi bunun pekiştirme sağladığı da söylenebilir. Özellikle kitabın başlarında bu tekrarlardan dolayı temposu biraz yavaş geldi bana, ama çok geçmeden yerine oturdu. Bunun dışında yazar beyazlık çalışmalarını anlatırken gelen eleştirilerden de bahsetmiş, ve bunlardan biri benim hoşuma gitti: “psikanaliz yapılıyor ancak hasta koltuğunda kimse oturmuyor”. Bu eleştiri bence çok yerinde, ve bu kitap için de -özellikle hiç bir Türk ile görüşme yapılmadığı için- kullanılabilir. Yazarın anlattıkları açıkçası bana çok mantıklı geldi, ve kişisel deneyimlerim de yapılan analizle tutarlı, ancak yine de bilimsel olarak gücünün artması için detaylı saha çalışmaları, görüşmeler yapılması gerekiyor. Ünlü de bunun bir eksiklik olduğunu söylüyor zaten.
Sonuç olarak, Türklük Sözleşmesi’ni Türkiyeli herkese kesinlikle tavsiye ediyorum. Benim için hem Türkiye tarihindeki olayları, hem de günümüzdeki toplumsal davranış kodlarını anlama konusunda çok faydalı oldu. Herkese de faydalı olacağını düşünüyorum.
Barış Ünlü, bundan önce hiç rastlamadığım bir netlikte “Türklük” halinin ne olduğunu ve Türkiye’nin yazılı olmayan kurucu anayasası sayılabilecek “Türklük Sözleşmesi”mi ABD’deki beyazlık çalışmalarından yola çıkarak anlatmış. Okumayı zorlaştırıcı tekrarlar, bazı önermelerin yeterince temellendirilmemiş olması ve örneklemedeki eksikliklere rağmen okunması gereken bir kitap. Herhangi bir zamanda bile bir çok Türkü rahatsız edecek ve görmezden gelinmesine şaşırılmayacak bu kitabın, milliyetçiliğin katı bir şekilde uygulamada olduğu bir dönemde çıkmış olması okunmasını ve tartışılmasını daha da zorlaştırıyor sanırım. Ama Türkiye’de yaşayan sözleşme içi ya da dışı, Türk ya da Türk olmayan herkesin kendisiyle yüzleşmeye hazır bir şekilde okuması ne de iyi olurdu...
Bir akademisyenin elinden cikmis ama okuma olarak herkese hitap edebilen bir dili var öncelikle. Konu zaten cok ilgi cekici. Bu tür konular ilginizi cekiyorsa sizi üzmeyecek bir eser:)
Barış hocayla daha öncesinde tanışmamış olmanın üzdüğü kitap oldu bu. İsmi yarı-kurgu veya anlatı odaklı bir kitap gibi tınıladığı için ertelemiştim, hatta kitabın söyleşisine bile katılmama rağmen bir türlü elime alıp okuyamamıştım. Beni yakalaması zor olmadı zira hemen her yerde sözlü imzalanan bazı imtiyaz sözleşmelerini "bize has olma" noktasından incelikle sıyırınca yeni şeyler söylemeye başladı. Türkiye'de zenci-beyaz ikilemi olmadığı, bu yüzden de ırkçılık tanımının dışında kalındığı ezberiyle başlayıp Müslümanlık Sözleşmesi, oradan Türklük Sözleşmesine, bu sözleşmenin maddelerine ve krizlerine dokunuyor.
Büyük sözler söylemeye çalışan kitapların çok sık düştüğü, hevesle kitabın giriş bölümünde argüman saçıp içeriğin her sayfa biraz daha seyreldiği o hataya düşmemiş. Türkiye vatandaşlığının krizlerinde tecrübeli herkes göz ucuyla bile olsa bakmalı.
-Bana yaşadığın ülkenin röntgenini çekebilir misin abidin? -Aslında yapardım ama daha önce Barış Ünlü isimli bir araştırmacı bunu yapmış.
Yani çok beğendim, diğer insanların bu kitabı okuması için neler vermezdim. Özellikle sol cenahta olup bir terslik hisseden ama bilinçli ya da bilinçsiz bu sözleşmeye uymuş olan zihinlerin bu kitapla tanışmasını çok isterdim. İslamcı ve solcu evrenselci gibi olan entellektüeller bu kitaba da tabii kafasını boynunu sırtını dönecektir.
Dili çok iyi mütevazi yani "açılın ben yeni fanonum" gibi değil ama içeriğin ağırlığını her kesime aktarmak isteyen bir dil. Fanon gibi vurucu mu vurucu bir yandan da.
Çok övebilirim yazarı ama övmeme ihtiyacı yok gibi, en sevdiğim kendini ismail beşikçiyle başlayan gerçekleri dile getirenlerden birilerinin devamı gibi görmesi.
Buradan ismail beşikçinin yalnız "doğu anadolunun düzeni" isimli gençlik eserini biraz okuduğumu da utanarak belirtmek isterim.
eskiden üyesi bulunduğum türklük sözleşmesine yandım allah uyan devlet solcusu yapı yalnız ismail beşikçinin bu çalışmasını önerirdi. oysaki beşikçi bu kitabındaki bazı tezleri artık kabul etmezmiş. Devlet solcularının bu güya evrenselci bakış açısına barış ünlü kitapta çok güzel değinmiş zaten.
kitap 2018 de basılmış ve ben şimdi tam black lives matters sonrası okuma şansı buldum. İlk BLM dalgası sonrası yazılmış sanırım "whiteness" literatüründen alıntılar yapmış yazar çok süper bi şekilde farklı ülkelerde nasıl yaşandığını da anlatmış. Şansıma şu anlık yaşadığım ülkenin durumunu anlamama yardımcı olacak bir fransa-cezayir kısmı da var sağolsun. Bu konuda ayrı bir çalışması da varmış Kürdistan Cezayir kıyası gibi onu da okumalıyım, inş.
yakıcı konuları not ediyim kendim için:
1- soykırım konusuna farklı bir gözle bakmamı sağladı yazar iddiası çok kuvvetli. anladığımı yazayım, diyor ki: ermeni diaspora ve çok solcularımız ittihata veryansın sorumluluğu attılar ama bu soykırımlar katliamlar kolektif halkın baya bir kısmının katılımı mallara çökmesiyle gerçekleşti. bu iddiası biraz ciğerime oturdu. çünkü çok mantıklı. biraz içim karardı. şengal'de afrin'de yapılan gibi tüm dünyanın gözü önünde yapılan katliamları 1 deli siyasetçi yapmıyor yani, biraz içim karardı. ama çok çok mantıklı yani hipotez.
2- sonuç kısmında da yazar okuyucuya ümit vermemiş gerçekten olabilecekleri yazmış, yani benim düşüncemeye korktuğum gibi bir çerçeve, doğru anladıysam akp'den sonra revize edilmiş bir türklük şözleşmesi olabilir. kaotik belirsiz durum, türklük şözleşmenin imzacıları bu puslu havaları seviyor gibiler, umarım kapkaranlık işlere girmezler.
3- Alexander Dumas'nın bir ebeveyninin siyah haitili olduğunu, avrupa düşünürlerinin de ilk siyah devleti olan haitiye yaklaşımlarını okudum. Yeni öğrendiğim haiti devrimi gerçekten günümüzü anlamaya yardımcı oluyor, özallikle siyah halkın yaşadığı fransa, abd gibi yerleri.
4- Son zamanlarda üstüne düşündüğüm imtiyaz meselesini siyahlık,feministlik, beyazlık, erkeklik üzerinden tartışıyor. (Bu konuda devlet soluna üye olan, babasının 2 fabrikası filan olan bir tanıdığımın sürekli imtiyazdan bahsedenlerin sınıf gerçeğini görmek istemeyen bazı liberaller filan olduğunu belirten bir yazı paylaştığını gördüm geçenlerde, çok komiğime gitti bunu da yazmak istedim)
5- bu türklük sözleşmesine imza atmadan ondan faydalanma kısmı da çok etkiliydi.
6- Karamanlı türk hıristiyanlar ve gagavuzlu müslüman olmayan türkçe konuşan halkların varlığından bile habersizdim.
7- Kafamı kurcalayan Fransa, Almanya, Amerika vb yerlede görülen göçmen ırkçılaşması kavramını da inceleyip beni aydınlattı.
Yani inanılmaz bir çalışma sağolsun yazar. Keşke her T.C. vatandaşı okusa ama tabii ki okumaz, keşke İsmail Beşikçi gibi hayatını hapiste geçirmese yazar diyerek iyi dileklerle bitireyim notlarımı.
Yazar Türklüğün yazılı olmayan bir sözleşmeyle belirlendiğini söylüyor. Bu sözleşme ceza-ödül mekanizmasına sahip. Sözleşme belli görme, duyma, bilme, ilgilenme, duygulanma olduğu kadar bunları yapmamanız gereken alanları da içerir. Dolayısıyla aktif bilmeme hali vardır, bu duruma yanlış bilinç denemez.
Bu sözleşmede görülmeyenlerin bu kurallar hakkında daha fazla fikri vardır çünkü bu bilgi hayatta kalmanın şartıdır. İmtiyaz dağıtım sisteminde sistematik inkar ezilenlere “ben kimim” sorusunu sordurur. Bu soru politikasıyla kazanım elde ettiğinde imtiyazlarını “doğal”laştıranlarda kimlik krizi yaratır.
Kitap teorik arkaplanını, The Racial Contract ve The Sexual Contract gibi sözleşme kavramının ezme-ezilme ilişkilerine uygulandığı kitaplardan alıyor. Beyazlık Çalışmaları esas referans kaynağı.
Kitapta Ermeni katliamıyla ilgili olarak Marksistlere yöneltilen, tepedeki yöneticilerin sorumlu tutulması eleştirisini yetersiz buldum. “Yöneticiler bunu nasıl yaptı” yerine “yapılana nasıl rıza üretildi” diye soranlar yok mu yani? Sözleşme kavramsallaştırılmasının ideoloji üstü olduğuna yönelik zoraki argüman üretilmiş gibi geldi.
Bir diğer eleştirim şu; kitap Türkiye tarihini beyazlık çalışmalarındaki sözleşme perspektifiyle inceledikten sonra, daha önce literatür tartışması yapılmamış gibi, kitabın sonunda sıfırdan Rousseau-Toplum Sözleşmesi ile devam etmesi ve başta uzun uzun anlatılan teori ile konunun ilişkilendirilmemesi tutarlı gelmedi.
Çalışkanlık eseri bir kitap. Dili çok akıcı. Kürt meselesini kolonyalizm ile değerlendiren başka kitap var mı merak ettirdi.
Yazarın fikirleri yüzeyseldir ve olaylari Türkiye sorunu ele alması mantıksızdır. Kitabın başında farklı ülkelerden örnekler verileceği belirtilse de, ilerleyen bölümlerde bu örnekler karşımıza çıkmamaktadır.
Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye Cumhuriyeti'nin yaşadığı asimilasyon süreçleri, Avrupa ve komşu ülkelerde de benzer şekilde gerçekleşmiştir. Merkezî hükümetler (Paris, Viyana, Berlin, Madrid, Kahire, Roma) dillerini diğer bölgelere ve etnik gruplara dayatmakta ve bu süreç bu şekilde işlemektedir. Yani, aslında tek bir 'Türk Sozlesmesi' söz konusu değildir; bu süreç neredeyse her ülkede benzer bir şekilde işleyiş göstermektedir.
Ayrıca, yıllarca Avrupa’da yaşayan bir azınlık mensubu olarak şunu ifade etmek isterim ki, her devlet sistemi, bireylerden %100 uyum talep etmektedir. Örneğin, Belçika’da Muslumanlığımı tam anlamıyla yaşayarak önemli bir konum elde edemem; bu uyumu sağlamak için o kültürden ödün vermek gerekiyor. Dolayısıyla, bu sorun sadece Türklerle ya da Türkiye ile sınırlı değildir; dünya genelinde sistem böyle işlemektedir.
Son olarak, azınlıkların bu topraklarda sistematik olarak ayrımcılığa uğramadıkları ya da katledilmedikleri söylenemez. Ancak, bu durumları düzeltmenin en etkili yolu sadece hukuki veya sosyolojik degil daha genis cercevede de sosyolojik, ekonomik, siyasi ve dini konularda daha geniş bir uzlaşı sağlamak, acıları telafi etmek ve kimliklerini koruyan diğer etnik gruplarla birlikte adaletli bir toplumu inşa etmektir.
Türkiye siyasetine, ülkenin kurucu felsefesine ve günceline yeni bir perspektifle bakmamıza öneren ilginç bir çalışma. Anladığım kadarı ile de oldukça iyi satmakta. "Sözleşme" üzerinden ülkenin farklı evrelerine yönelik sunulan analiz ilgi uyandırıyor ve hem tarihsel hem de güncel bazı olayları daha farklı bir bakış açısıyla görmeye sebep oluyor. Gezi Parkı'nda biraraya gelenlerin ağırlıklı olarak sol görüşlü olmadıklarını düşünsem de kitapta sözleşme üzerinden ülkenin farklı sorunlarına değişik bir yaklaşımla bakma olanağı sunduğu için okunmaya değer görüyorum. Kitap oldukça doyurucu dip notlarıyla okuyucuya güven vermekte ve iyi araştırılmış olduğu hissine vermektedir. Türkiye tarihine ve siyasetine ilgi duyanların okumasını tavsiye ederim.
Yazar, içerik on numara beş yıldız. Bir yıldızı kitabevinden kırdım. Bir redaktör tutun ne olur; yanlış kesilen kelimelerden, havaya uçan boşluklardan, lüzumlu lüzumsuz büyük harf kullanımlarından gözüm kanadı.
Barış Ünlü kitabıyla "zihnimdeki karakollara" saldırmış. Üzerine yazmadan önce uzun uzun düşünmem gereken bir kitap; okurken kimi yerlerde fazlaca rahatsız olmam bunun bir göstergesi olsa gerek. Suyun içine uzattığı fener için teşekkür ederim.
Bütün Türkiye halklarının, müslüman ve gayrımüslimlerin okuması gerektiğini düşünüyorum. Suyun içinde olduğumuzdan dolayı farkına varamadığımız bir toplum sözleşmesi irdeleniyor. Bu sözleşmeye dahil olmanın getirdiği imtiyazlar, imtiyazsızlar üzerinden kıyas edilerek ortaya konuyor.
Milletin eline tutuşturularak zorla okutulası bir kitap resmen. Muazzam bir çalışma olmuş, her Türkiye vatandaşının okuması gerektiğini düşünüyorum. Harika bir Türkiye Tarihi çalışması
"Kürtler ile Ermenilerin cüretkârlaşmasıyla ve eski devleti yıkıp yerine yeni bir devlet kurmak isteyen AKP iktidarının teşvik etmesiyle, Kürt ve Ermeni meselelerinin tarihine dair daha önce benzeri görülmemiş bir bilgi patlaması yaşandı. Televizyon kanallarındaki tartışma programlarında, köşe yazılarında, kitaplarda, dergilerde, siyasetçilerin açıklamalarında ve sosyal medyada 1915'e, Şeyh Said İsyanı'na, Dersim'e, Varlık Vergisi'ne, 67 Eylül Olayları'na, Diyarbakır Cezaevi'ne, 1990'lardaki faili meçhul cinayetlere vb. dair, kişinin kendisini koruması zor olan bir kesintisiz bilgi akışı başladı. Bu bilgi patlaması, görülmeyeni, duyulmanı, bilinmeyeni ve ilgilenilmeyeni Türklerin önüne getirerek Türklük krizini kitleselleştirdi. Krizi derinleştiren bir diğer önemli faktör, Kürt hareketi ile AKP iktidarı arasında devam eden, potansiyel olarak devlet yapısının, hatta devlet adının değişmesiyle sonuçlanabilecek müzakerelerdi. Türklük kriziyle devlet krizinin kesiştiği bu ikili süreç, son yüzyıldaki daha önce tartışılmayan ve meşruiyeti sorgulanmayan pek çok politikanın, uygulamanın, tarihsel olayın ve tarihi kişiliğin tartışılmasına ve sorgulanmasına yol açtı. Türklüğün ne olduğu (ulus mu, millet mi, ırk mı, kültür mü, duygu mu, bilinç mi, Türkçe konuşmak mı, Müslümanlık mı?); kimlerin Türk olduğu, olabildiği ve olamadığı; Kürt sorununun çözümünün nasıl bir Türklük tanımı gerektirdiği; Türkiyelik kavramının bir üstkimlik olarak Türk'ün yerine kullanılıp kullanılamayacağı gibi sorular etrafında bugün hâlâ devam eden aralıksız tartışmalar yaşandı. Asıl sorunun Kürt sorunu değil, "Türk sorunu" olduğunu düşünenler belirmeye başladı. 26 Böylece 1960'larda sosyalist çevrelerde başlayan Türklük krizi, dalga dalga yayılarak bütün Türk ulusunu içine alacak ölçüde genişledi.
Kürt hareketinin ve Ermeni aydınların Müslüman-Türk çoğunluğu tartışmanın dışında tutmak istemesi, başlarına gelenlerden dolayı çoğunlukla İttihatçı/Kemalist ideolojileri ve İttihatçı/Kemalist devlet yapısını eleştirmeleri; siyasal iktidarı elinde tutan AKP'nin, masum, yerli ve milli halka karşı elitist Kemalistlerin yaptığı ayrımcılığı sürekli vurgulaması, doğal olarak en başta ve en fazla Kemalist Türkleri krize soktu. Bildikleri ve sahiplendikleri tarih, gözlerinin önünde altüst oluyor, bildikleri çoğu şeyin yanlış olduğu söyleniyordu. Sadece geçmişlerini kaybetmekle de kalmadılar; siyasal İslamcılığın yükselişi nedeniyle geleceklerini de kaybettiklerini düşünmeye başladılar. Bu ikili kayıp beraberinde laik, modern ve "herkesin Türk olduğu" bir geçmişe duyulan özlem duygusunu tetikleyip kitleselleştirdi. Kayıplar, gerçek bir güçsüzleşmeden kaynaklandığı için yoğun bir güçsüzlük ve acizlik duygusunun ortaya çıkmasına yol açtı. Bu durum ise yoğun bir öfke yarattı. Öfke duygusunun, karşılaşılan yeni bilgilerin öfkeyle işlenip ciddiye alınmamasını sağlamak gibi bir faydası vardı. Fakat bu kendi başına yeterli olmadı; çünkü asıl sorun olan güç kaybını ortadan kaldırmıyordu. Bu nedenle belki milyonlarca insan, hayatlarının ve düşüncelerinin anlamlı ve doğru olduğunu onlara hissettirebilecek, onlara yeniden güçlü olduklarını düşündürtebilecek yeni yöntemler aradılar, stratejiler geliştirdiler. 2000'li yıllarda yükselen ulusalcılık dalgası ve bu dalganın Deniz Baykal'ın liderliğindeki CHP'de yankı bulması kısmen bu arayışlarla ilgiliydi. Yine aynı yıllarda ortaya çıkan ve çok sayıda insanın onlardan başkasını okuyup izlemeye tahammül edemediği ulusalcı gazeteler ve televizyon kanalları, Kemalist izleyicilerinin/okurlarının düşünce ve duygularını doğrulamak, onlara iyi hissettirmek gibi bir işlev gördüler. Bu medya organları bir anlamda kişinin kendisini dış dünyaya kapatmasını sağlayan yeni konfor alanlarıydı. Sosyal medya hesaplarının önüne TC ibaresinin eklenmesi, araba camlarına Atatürk çıkartmaları yapıştırılması, ev camlarına Atatürk posterleri asılması ve vücutlara Atatürk dövmeleri yaptırılması güçsüzlüğü kısmen telafi eden, belli bir güçlülük duygusu veren yaygın yöntemler olarak ortaya çıktı. Yeni bilgilerin doğru ve haklı olmadığını anlatan, o yeni bilgilerle mücadele edilmesi için belli bir entelektüel cephane sağlayan televizyon kanallarındaki tarih programlarının ve popüler tarih kitaplarının sayısı hızla arttı. Ayrıca, Kürtlerin hiçbir eksiğinin olmadığı, Kürtlerin değil Türklerin mağdur olduğu, Türk olmanın dezavantaja dönüştüğü, Türk olmaktan utanılır hâle gelindiği, Türk olunduğunu söylemekten çekinildiği gibi söylemler geliştirildi." (s. 302)
İyi yazılmış bir kitap. İfade edilen düşünceler elbette öznellik taşıyor ama bu ifadeler bir şeyi dayatmaktan çok bu açıdan bakmak şu şu sebeple faydalı olabilir şeklinde dile getirilmiş. Tabii ki eleştirilecek şeyler mevcut ama bahsi geçen konu üzerine farklı bir okuma yapmak isteyenler için iyi bir kitap diyebilirim.
Gündelik hayatın içine sızan Türklük hallerini katman katman açan ve insana zihin, düşünce egzersizi yaptıran, cesur bir kitaba imza atmış Barış Ünlü. Uzun zaman sonra kitapların altını çizmeme huyumu kırdım ve notlar alarak, altını çizerek okudum.
Herkesin okuması gereken, çok temiz yazılmış, olağanüstü tahliller içeren bir milliyetçilik tahlili. Kimlik çalışmalarına bu kadar net bakan, en parlak zeka Barış Ünlü.