Saatin içindeki kum taneleri gibi parmaklarının arasından akıp giderken hayat, hikâyeleriyle birbirini tamamlayan iki aşık, belirsizlik içinde sevgilerini var ediyor. Ama bazen kum saati sadece akmıyor, yere düşüp kırılıyor, kumlar ortaya saçılıyor. Böyle anlarda ailenin sadece huzur ve güzelliği değil geçmişe terk edildiği sanılan hatıraları, marazları da taşıdığı anlaşılıyor.
İki aşığın genetik bir hastalıkla kesişen yolları bir noktada ayrılsa bile biri İstanbul’da, diğeri New York’ta aynı nefesi alıp vermeyi sürdürecekler… nefesleri yettiği sürece.
Ayfer Tunç, ilmek ilmek işlediği cümleleriyle modern bir destan yazıyor. Aşıklar Delidir ya da Yazı Tura ailenin, arkadaşlığın, sadakatin, hastalığın ama en çok deliliğin ve acının öyküsü.Çünkü âşıklar delidir ve deliler acı çeker.
Umutlandı. Yüzü açık kalmış bir kitap gibiydi, aşk hakkında hiç söylemediği sözler satır satır okunuyordu. Mucizeler her zaman beklenir hayattan. Aşkın kendi varlığından gelen, iyileştirici bir gücü vardır ve kıyaslanacak olursa, aşkla geçen zamanın özgül ağırlığı, saatlerin gösterdiği zamanınkinden kat kat fazladır.
Aşk zamanın yoğunluğunu arttırmaya muktedir olan tek kimyadır.
Erenköy Kız Lisesi'nin ardından İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden mezun oldu. Üniversite yıllarında çeşitli edebiyat ve kültür dergilerine yazılar yazmaya başladı. Edebiyat üzerine ilk yazılarını 1983 yılından itibaren çeşitli dergilerde yayımladı. 1989 yılında gazeteciliğe başladı. Sokak dergisinde, Güneş ve Yeni Yüzyıl gazetelerinde çalıştı. 1989 yılında "Saklı" başlıklı öyküsüyle Cumhuriyet gazetesinin verdiği Yunus Nadi Öykü Ödülü'nü kazandı. 1999-2004 yılları arasında Yapı Kredi Yayınları'nda yayın yönetmeni olarak çalıştı. 2001 yılında yayımlanan Bir Maniniz Yoksa Annemler Size Gelecek başlıklı yapıtı, 2003 yılında altı Balkan ülkesinin katılımıyla düzenlenen Balkanika Ödülü'nü kazandı ve altı Balkan diline çevrilmesine karar verildi. 2003 yılında Sait Faik'in öykülerinden hareketle yazdığı Havada Bulut başlıklı senaryosu filme çekildi ve TRT'de gösterildi. Aliye ve Binbir Gece dizilerinin senaryo ekibinde yer aldı.
Eserleri
* 1989 - Saklı, Cem Yayınları, 1989, Öykü * 1992 - Kapak Kızı, Simavi Yayınları, 1992, Roman * 1995 - İkiyüzlü Cinsellik, Altın Kitaplar, 1995, Araştırma (Oya Ayman ile) * 1996 - Mağara Arkadaşları, Yapı Kredi Yayınları, 1996, Öykü (ISBN 978-975-3635-16-5) * 2000 - Aziz Bey Hadisesi, Yapı Kredi Yayınları, 2002, Öykü (ISBN 978-975-3635-68-4) * 2001 - Bir Maniniz Yoksa Annemler Size Gelecek, Yapı Kredi Yayınları, 2004, Yaşantı (ISBN 978-975-0806-63-8) * 2003 - Taş - Kağıt - Makas, Yapı Kredi Yayınları, 2004, Öykü (ISBN 978-975-0806-85-8) * 2006 - Evvelotel, Can Yayınları, 2006, Öykü (ISBN 978-975-0706-30-1) * 2007 - Ömür Diyorlar Buna, Can Yayınları, 2007, Yaşam Dizisi (ISBN 978-975-0707-77-3) * 2009 - Bir Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan Kısa Tarihi, Can Yayınları, 2009, Roman Dizisi (ISBN 978-975-0710-24-7) * 2010 - Yeşil Peri Gecesi, Can Yayınları, 2010, Roman Dizisi (ISBN 978-975-0712-18-0) * 2011 - Suzan Defter, Can Yayınları, 2011, Roman Dizisi (ISBN 978-975-0712-97-5) * 2014 - Dünya Ağrısı, Can Yayınları, 2014, Roman Dizisi (ISBN 978-975-0719-28-8) * 2018 - Âşıklar Delidir ya da Yazı Tura, Can Yayınları, 2018, Roman Dizisi (ISBN 978-975-0736-80-3) * 2020 - Osman, Can Yayınları, 2020, Roman (ISBN 978-975-0745-52-2)
Senaryo Düş, Gerçek, Bir de Sinema (1995) Usta (2008) 72. Koğuş (2011)
Kitabı az evvel bitirdim. Ne yazacağımı, hakkında neleri söylemem gerektiğini bilmiyorum ama deneyeceğim.
Öncelikle, Ayfer Tunç’un çok iyi bir yazar olduğunu, buna bağlı olarak, yazdığı (ve yazacağı) eserlerin edebi kalitesinin elbette çok yüksek bir yerde olduğunu (ve olacağını) kabul ederek başlasam iyi olur. Bu demek oluyor ki zaten kitabın edebi kalitesi hakkında söz söylemem yersiz. Ki bu işi iyi bilenler, bu güzel romanın tekniği, altyapısı, kuvveti vb. hakkında yazıp çizecekler, kitabın hakkını, başarısını vereceklerdir. Ben bir okuyucu olarak, kitabı okuma serüvenimden, romanın bana hissettirdiklerinden bahsetsem daha faydalı olacak gibi.
447 sayfa bir roman Aşıklar Delidir ya da Yazı Tura. Kitap ikiye ayrılmış. Yazı Ve Tura olarak. İlk yarıyı, baş kahramanlarımızdan biri olan Umut anlatırken, ikinci yarıda Sanem alıyor sazı eline. Bölümler 1 3 5, 2 4 6 şeklinde ilerliyor. En başta yeni bir Suzan Defter’le karşı karşıyayım sansam da ben kitabı kendi akışına kapılarak, sayılara aldırmayarak okudum. Size de öyle okumanızı tavsiye ederim zira 1 ile 3 arasındaki boşluğu çok ileride 2’nin doldurması daha mükemmel bir etki yaratıyor.
Kitabın iki ayrı dili var. İlk bölümün anlatıcısı erkek, ikincininse kadın olmasına rağmen, öyle güzel ve birbirinden ayrışan ama göze batmayan birer ayrı dil vermiş ki Ayfer Tunç kahramanlara, insan bu yeteneğine gıpta ediyor sahiden.
Bu kitap içerdiği meseleler yönünden “herkesin” kitabı bence. En güçlü yanı bu! İçinde çok fazla mesele, çok fazla karakter var. Birinden biri sizi vuracak, elinizden tutup içine çekecektir, eminim. Hiç bilmediğiniz yaşamadığınız hayatlarla ilgili de, hani çok sevdiğiniz önemsediğiniz biri gelir de bir üzüntüsünü anlatır, kayıtsız kalamaz ve onun adına çok üzülürsünüz ya, işte bu kitap da aynen öyle. Bana çok uzak olan bir meselenin başkahramanını, bir yakınımın meselesiymiş gibi içselleştirip onun için üzüldüm, onun için sevindim. Bu nedenle kitabı bitirmek biraz zaman aldı. Boğazım beton gibi olduğunda kitabı kapayıp yutkunmaya çalıştım. Biraz bekleyip sonra okumaya devam ettim.
Her okuyucu için bir kitabın teması farklı anlamlar taşır. Başka anlamlar çıkaran da olacaktır ama bana göre Aşıklar Delidir ya da Yazı Tura’nın temasında “aile” yatıyor, hem de sere serpe. Hatta şu kısım beni benden alıyor:
--- Stefan’a anne babasını affedip affetmediğini soruyorum. “Affetmek ya da affetmemek ihtiyacı duymuyorum,” diyor.
Bu imkansız diye düşünüyorum, insan ikisinden birini yapmak zorunda, yapmazsa yaşamaya devam edemez. ---
Romanda beni çok etkileyen ve işlenişini kusursuz bulduğum meselelerden biri de “kader”. Daha da açmak gerekirse hatta, insanın kendi kaderini bilmesinin neler getirip götüreceği...
Yersiz yurtsuz olmak, bazen gelmeyecek olanı beklemek, bazen hiç beklenmeyenin kapıda bitmesi, özlemek daha kötüsü artık hiçbir şeyi özleyememek, çocukluk, büyümek, unutmak, hatırlamak, unutamamak, aile çıkmazları, kendin olabilmek ve dahası...
Kelimelerin büyüsüne, gücüne kapılıp gideceğiniz, kurgusuyla sizi içine çekip kolay kolay bırakmayacak ve tabii sonuyla altın vuruşu yapan harika bir roman Aşıklar Delidir ya da Yazı Tura.
Kısacası benim açımdan tek kelimeyle “kusursuz” bir okuma serüveni oldu. Ayfer Tunç’a, edebiyat dünyamıza bir tane daha muazzam eser kazandırdığı ve okuma eylemini benim için kutsal bir ayine dönüştürdüğü için teşekkür ediyorum. İyi ki var...
Öncelikle roman kişileri çok "yapılmış" görünüyor. İtkileri, acıları, sevinçleri, fikirleri çok düşünülmüş, taşınılmış, çatılmış. Umut ve Sanem'e dair yığınla şey okudum ama onları yakından tanıyamadım. Birinci tekil anlatıcıyla bile yakınlaşamadım onlara. Kendilerini sürekli acıyla tanımlamaları da mani oldu buna. Ayfer Tunç'un onları "gerçek" kılmak için bunca kahırla bezemesi doğru gelmedi.
"Acı kaskatı bir gerçek ve yaşlıların çığlığı gibi, bize yaşadığımızı hatırlatıyor." s. 156
Başkişilerden çok onların etrafında, hayatlarına etki eden kişileri dinledim sürekli. Umut ve Sanem'in etrafını saran kişilerden bir çizgi oluştu da siluetleri belli oldu. Diğerleri olmasaydı Sanem ve Umut kağıt üzerinde kalırdı; cansız, ruhsuz. Kişi ağırlıklı bir roman gibi dursa da başkişilere odaklanamayan, okurun ilgisini onlarca diğer karaktere dağıtan bir yapısı var.
Onlar konuştukça Ayfer Tunç'un sesi geldi kulağıma, satır aralarından fikirleri sızdı, bazen fışkırdı. İsterdim ki roman kişilerinin kendi sesi olsun.
İlla benzetmek gerekmez ama Çağan Irmak filmlerinden birini izlemiş gibi oldum roman bitince. Ayfer Tunç, aynı Çağan Irmak gibi bizi üzmek, sarsmak, huzursuz etmek için çabalamış. Yazarın böyle bir amacı olabilir, amenna; yanlış olan bu amacın çok belirgin olması, bir çabaya dönüşmesi.
Romanın kendi akışı içinde bir sürü acı dolu olay gerçekleşebilir ve biz bunu sindirebiliriz. Lakin bu kitapta o kadar çok "yapma" acı var ki insan rahatsız oluyor, bir sömürüye dönüşüyor eser. Okuyan görecektir, Gülsün meselesi sanki romana son anda dahil edilmiş, sanki Ayfer Tunç "bu yetmedi, şunu da ekleyeyim de acı neymiş görsünler." demiş. Zaten açıldığı hızla kapanıyor Gülsün meselesi.
Diğer yandan "hayat limona benzer, son damlasına kadar sıkmalı" gibi yapay ağızlarla, hayata dair büyük sözlerle konuşuyor roman kişileri. Kitschliğe varan benzetme ve eğretilemelerle dolu kitap. Sürekli komik bir melankolinin içindeyiz. Sanem ağacın dallarından birine uzanıyor. Tuttuğu anda dal kırılıyor, "Tuttuğum her dal kırılıyor, düşüyorum" diyor. Ne gerek var böyle mizansenlere. Bunun gibi ifadeler, durumlar beni kitaba yabancılaştırıyor.
Kitapta bir derinlik yok. Çünkü Ayfer Tunç "her şeyi" anlatmayı seçmiş. Okurken keşfedebileceğim anlamları zaten yüzüme fırlattığı için benim sürekli yüzeyde kalmamı sağladı. Bu kitabın daha kısa ve daha ketum olması gerekirdi. O zaman ellerim titrerdi okuyup kenara koyarken. Son satırları hatırlıyorum, etkilenmek yerine canım sıkılmıştı. Ya'aburnee sözcüğünü gördüğüm an kitabın iyice gülünçleştiği andı.
Hasılı, sürekli "bu kadar da olmaz" diyerek ama yine de merak ederek okudum bitirdim romanı. Merak unsuru yaratmak artık niteliksiz eserlerde bile kolayca ulaşılabilen bir amaçken bu romanı bitirdiğimde elimde kahırdan başka ne kaldı bilmiyorum.
Kurgusu ve ana hikayesi çok iyi. İki kişi arasındaki kısa zamana sıkışmış aşk hikayesine (Yazı-Tura veya Umut-Sanem) sayısız hikayecikler yerleştirilmiş, hem de başarıyla. Sophie ile yaratılan metaforla (Sophie’nin Seçimi) vicdan sorgulaması çok güzel anlatılmış. Politik göndermeler (işkenceci baba, taksicinin dünyanın tercihi konusundaki düşüncesi vb) yerli yerinde. Keza kitaptaki çok sayıda karakter derinlikli olarak anlatılmış. Umut'un genetik hastalığının seyrini anlatmadaki başarısını hayranlıkla okudum bir hekim olarak. Şunu da vurgulamam lazım, 450 sayfalık bu romanda tekrara hiç düşülmemiş ki çok etkileyici. Buna karşın ayrıntılar insanı biraz yoruyor. Kolay sürükleyici bir roman değil, ağır okunuyor. Biraz daha kısa olsa belki daha rahat okunurdu. Kitabın isminin romanın içeriğini yansıttığını düşünmüyorum çünkü bu bir aşk romanından çok bir “hüzün baladı” gibi. Zaten okuduktan sonra bende kalan duygular yoğun bir hüzün, kadere başkaldırma, ölüm gerçeğini kabullenme ve karamsar bir gelecek olarak yoğunlaştı. Kitabın kapak tasarımı tam bir fiyasko bence, tabii bunu kitabı okuduktan sonra söylüyorum. Bir de İngilizce kelime ve cümleler o kadar çok kullanılmış ki rahatsız edici bence (Latince deyimleri kastetmiyorum). Ayfer Tunç hem entellektüel kapasitesi hem de dile olan hakimiyetiyle çok iyi bir yazar, iyi bir edebiyatçı. Beni tanıyan dostlarım bilirler yabancı hayranlığım yoktur, ancak bizim edebiyatçılarımızda özellikle romancılarımızda (Yaşar Kemal hariç) bir şeylerin eksik olduğunu hissediyorum. Bu romanda da bu eksikliği kitap bitince net olarak hissettim (eleştirileri göze alarak bu son cümleleri yazdım). Aynı duyguyu şairlerde duymuyorum nedense. Şairlerimiz yabancı şairlerden çok daha etkileyici. Belki şiir tercüme edilince özünü kaybediyor olabilir. Bu ayrı bir tartışma konusu. Neticede 5 yıldız veremedim, tanımlayamadım o eksiklik (sence human) bir yıldızı kaptı gitti. Mevsim Yenice ve Esra M.’e önerileri için teşekkürler...
adını hak edecek kadar kötü bir roman değil! ayfer tunç’un seçimi mi bilmiyorum, öyleyse kendine kıymış, okuruna da acımamış. “aşıklar delidir” kötü bir roman ismi, “yazı tura” başka bir kötü roman ismi olabilecekken “ya da” zorlamasıyla bir araya getirilerek iki kötü isimden daha kötü bir isim yaratmak amaçlanmış gibi. yayınevinin “madem öyle işte böyle” dercesine uygun gördüğü kapakla da bu amaca ulaşılmış. tebrik etmek lazım! aşıklar delidir ya da yazı tura: haksızlık olur dedim ama yine de bu başlık üzerinden bir şeyler söyleyebiliriz: roman aşıkların deliliğini anlatmıyor, anlatmak zorunda da değil elbette, ama daha başlıktan bir kesinlik bildiriyor. romanda çokça kendini gösteren, romanı katılaştıran, donuklaştıran “şöyledir, böyledir” ifadelerinin habercisi adeta. “yazı tura”ya gelince, bu içerik kadar biçime de bir vurgu olsa gerek: iki ana karakter, iki ana bölümlü bir kurgu hali hazırda iyi ve yeterliyken roman başlıklarının numaralandırılmasındaki “farklılık” gibi olmuş bu da: gereksiz.
ayfer tunç, kabul etmek gerek, vasatın üzerinde başlıyor yazmaya. hikayesini, karakterlerini, ele aldığı temaları nasıl ilerleteceğini, genişleteceğini, derinleştireceğini biliyor. bu noktada gerçekten başarılı ve bu yüzden günümüzün iyi ve çok sevilen yazarlarından. ama, tüm kitaplarını dahil etmeden söyleyelim, ayfer tunç durmuyor. anlatıp bitirdiğine tekrar tekrar başlıyor. uzuyor, gevşiyor, dağılıyor anlatı. gücü, etkisi yok oluyor. bu romanda özellikle “tura” bölümünün son yüz sayfası güzel bir örnek: bölümün başından itibaren kahramanının hem kişiliği, hem de ailesi ve ailesindeki konumuna dair yeterince güçlü anlatım ortaya koymuşken bununla yetinmeyip hikayeyi acıya boğmaya başlıyor, dehşet sahneleri sıralamaya başlıyor art arda. sonunda acı önce kabusa, karabasana dönüşüyor, sonra hepten anlamsızlaşıyor. aynı temel üzerine yüklendikçe yüklenen ağırlık: sonunda yapı çöküyor.
bu romanın yarısına yakın bir kısmı çıkarılsa ve “acıya” bu kadar yüklenilmese daha etkili olacağını düşünüyorum. ortada yeterince ağır bir hikaye var zaten. ayfer tunç’un da yazarlık gücüyle, acı hikayeden sızıyor. acı hissediliyor, işliyor. hal böyleyken uzattıkça uzatmanın, romanı acıya boğmanın ne anlamı var?.. “hayat böyledir” ya da “böyle hayatlar vardır” türünden açıklamalarla doğrulanabilecek bir şey değil bu: öyle hayatlar vardır evet ama anlatısı böyle değildir. buralara hiç girmeyelim. -dir’lerden,- dır’lardan uzak duralım. kesin mesajımız bu olsun: kesinlikten uzak duralım.
edebi olarak da kurgu olarak da şahane bir kitap. bitince başa dönüp bir kez daha okumak istedim. kurgusu modifiye körebe gibi. gözler tamamen kapalı değil de olan biteni bir sisin içinden görüyor gibisiniz. bir şeyler oluyor farkındasınız, biraz bilginiz biraz fikriniz var ama hikayenin tümünü göremiyorsunuz. bittiğinde bile anlatılacak bi bu kadar daha şey vardı neden bitti hissi oldu bende.
ilk yarıda Umut için herkesin mutlaka üzüleceği, ah canım yazık diyeceği bir şey okurken ikinci yarıda Sanemle birlikte kamyonun altında kalıyorsunuz.
Ayfer Tunç'un zamanı saçılmış bir şekilde kullanması, bin beş yüz parça puzzle yapar gibi anlatması kendisinin en büyük mahareti, hep yazsın hep okuyalım. ben saydım kitaptan en az 8 tane spin off çıkar. hikayenin yan karakterlerinin tamamına ayrı ayrı kitap yazsın bence. Stefan için kesin bir kitap yazmalı.
kapak için bir kez daha nefret kusmak isterdim ama bu yoruma yakışmayacağını görüyorum. keşke Ayfer Tunç'un tarzına, klasına yakışır bir kapak tercih edilseydi. bu içeriğe bu kapak tercihi çok üzücü.
Heyecanla beklediğim, sevdiğim yazarlardan Ayfer Tunç’un son romanı olan bu kitap bende büyük bir hayal kırıklığı yarattı. Duygu sömürüsü ağırlıklı, adeta acının pornosu niteliğinde, ikna ediciliği pek olmayan olay örgüsüne ve karakterlere sahip bir roman. Ayfer Tunç niye bu çizgide kanırtan bir yaklaşım sergiliyor anlayamıyorum. Oysa çok yetenekli, kendini kanıtlamış bir yazar. Ama “acıların insanları” niteliğinde, karton karakterle dolu, giderek arabeskleşen ve kendini tekrar eden bir mecraya yönelerek yazın yeteneğini harcıyor. Başka bir yazar olsa bu nitelikte bir metne 450 sayfa sabır/tahammül göstermezdim. Hayatın dami acılardan, yenilgilerden, kendini yok yok etmekten ibaret olmadığını birilerinin Ayfer Tunç’a hatırlatması lazım. Acıyı, kederi işleyecekse de bunu inandırıcı bir şekilde yapması beklenir.
Ayrıca iki ana anlatıcıya paylaştırılan bölümleri farklı (tek ve çift) numaralandırarak ucuz postmodern oyunlara da ihtiyacı yok ünlü yazarımızın. İlk metinlerinde bu veya benzer yöntemlere başvuruyordu. Roman için tercih edilen başlık da ayrı bir hikaye, ucuzca. Kitabın kapağı ise, buradaki bazı yorumlarda da dikkat çekildiği üzere, tam bir facia. Can Yayınları en azından bu açıdan artık kendine gelse, değerli mirasını bu basit hareketlerle tüketmese iyi olacak. Tabii edebiyatımızın “ağır toplarından” Ayfer Tunç’un böyle bir kapağa - herhalde - onay vermiş olması de ayrıca düşündür��cü.
Ayfer Tunç benim hüzünlü yanım. Ne zaman onun bir kitabını okusam çok yakın bir dostumla dertleşmişim gibi hissediyorum. Sayılı insanla paylaştığım özel bir birliktelik adeta.
İkiye bölünmüş kitap yazı kısmını anlatan Umut ile başlıyor. Bölümler 1,3,5 olarak devam ediyor. Tura kısmı ise Sanem'in anlattığı 2,4,6... olan bölümler. Suzan Defter geçmişimden dolayı ilk başta kitabı nümerik sırayla okumayı düşündüm. Yazıyla turayı eşleştirmeye çalıştım ancak bazen yazı da gelse tura da gelse kazanan olmuyor. Tıpkı yaraların mı yoksa arzuların mı insanı acıya sürüklemesinin sonucu değiştirmemesi gibi. Bu düşüncelerle kendimi sevgili yazarımıza teslim etmeye karar verdim. O nasıl istediyse öyle okudum. Böylelikle yazı ve tura bölümlerinde Umut'un bakışından ustalıkla Sanem'in algısına geçişi, aradaki üslup farkını ve aktarılan duyguları daha net hissettim. Naçizane Sanem'in anlattığı tura bölümünü bir tık daha çok beğendim.
Bu kitapta her şeyden önce çok iyi bir edebiyat var. İnsanın hayatını yönlendiren kaderle başlıyor kitap. Yapıcı ve yıkıcı anlamda insanın ailesiyle kurduğu ilişkilerin didiklendiği, hayata kök salarken bu ilişkilerin ne kadar büyük önem taşıdığı öte yandan ebeveynlerin idealize edilmesini ve onları kendi hayatlarından soyutlayarak salt anne-baba olarak görülmesini eleştiren bir aile merceği altında devam ediyor. Bu arada insanın yakasını bırakmayan geçmişin yüklediği suçluluk duygusunu, yüzleşmektense kaçmanın tercih edildiği anları gözler önüne seriyor. Bitmek bilmeyen içe dönüşler, geçmişle/gelecekle kavgalar. Ve bütün bunları anlattıran aşk. (Burdan sonra biraz spoiler içermektedir) Benim için en can alıcı kısım ise geleceği olmayan Umut'un hayatını mı yoksa geçmişi olmayan Sanem'in hayatını mı daha iyi bulduğumdu. Tunç insanın canını acıtacak ölçüde adeta negatifle pozitifi birleştirir gibi bu soruyu okuruna soruyor. Ne yazık ki bazı sorulara insan cevap vermek istemiyor.
Hem işlediği konuların ağırlığı hem de bitmesini istemememden ötürü ağır ağır okudum kitabı. Bir okur olarak her anlamda tatmin olmuş bir şekilde, gelecek kitapta buluşmak üzere sözleşerek kapadım kapağını.
" Bir tutkuya ihtiyacım vardı, yarattım. Ama tutku acıya götürüyor insanı ya da acıyı insana getiriyor. İnsanın acısı mı tutkusundan doğuyor, tutkusu mu acısından biliyorum. Onu çok özlüyorum." #ayfertunç #aşıklardelidiryadayazıtura
Evet yeni bir "Suzan Defter" vakâsı ile karşı karşıyayız. Yazı bölümünün alt bölümleri 1,3,5.. Tura bölümünün ise 2,4,6.. olarak devam ediyor. Kitap iki kere yazılmış gibi!
Romanı büyük bir hayranlıkla, bir çok duyguyu bir arada yaşarak bitirdim. Bölümleri 1,2,3,4 olarak okudum. Iyi ki öyle okumuşum, bölümler arasında ki ince geçişleri, 200 sayfa sonra tamamen hatırlamak zor çünkü.
Ayfer Tunç, bu romanı ile edebiyatımızdaki çıtayı oldukça yükseltmiş kanımca! Tekrar, tekrar söylüyorum, Tunç kalemiyle okurunu adeta esir alıyor. Çok güçlü bir kavrayışı var. Ne isterse onu hissetiriyor, direnemiyorsunuz! Ele aldığı duyguyu öyle bir didikliyor ki, bir tarafı mutlaka size dokunuyor.
Evet, "Aşk," mı dediniz? Alın size aşkın ve "Umut," un bütün halleri!
Zamanı durduğunda , sonsuzlukla hiçlik arasında bir yerde olacağız! Doğumla, ölüm arasındaki büyük boşluk, Kader'ini önceden bilenler tarafından çok daha iyi doldurulabilir!
Evet üzerinde çok daha konuşacağız. Bunlar İlk satırlar olsun..
2018'de beni ağlatan ilk kitap. Öyle kitap okurken sık ağlamam, film izlerken daha sulu gözümdür ama Ayfer Tunç bu kitabında beni ara ara, usul usul ağlattı. Hal böyle olunca her yerde okumak istemedim kitabı ve okuma sürem uzadı.
Ayfer Tunç'un en sevildiğini gözlemlediğim (Yeşil Peri Gecesi veya Bir Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan Kısa Tarihi) kitaplarını henüz okumadım ama şimdiye kadar okuduğum kitapları arasında Aşıklar Delidir en tepeye yerleşti.
İki ana karakterin adının bir kurguda bu kadar önemsizleştiğine denk gelmeyeli nice olmuştu. Bir adam var, bir kadın var, isimleri detay ve aralarındaki deli aşka karışan, ortalığı karıştıran bir durum. Önce adamın, sonra kadının hikayesini okuyoruz. İlmek ilmek örülen kurguda ikisinin hikâyesinde de birbirinden bir şeyler buluyoruz. Anlatılan her durum, karakterlerin arasındaki her konuşma, yaşanılan her açmaz, her acı hayatın tam ortasından. Ne bir abartı var Ayfer Tunç'un kaleminde ne de bir umarsızlık.
İmkansızlıklar hep yok mu zaten yaşamlarımızda? Hangimizin hayatı tam istediğimiz gibi ki? Kimimiz daha kanaatkâr, elindekiyle mutlu. Kimimiz hep mutluluk peşinde, elindekiyle yetinemeyen. Kimimiz sağlıkla devam ediyor hayatına elindekinin kıymetini bilmeden. Kimimiz sürekli test ediliyor sanki hastane odalarında, laboratuvarlarda. Senin bu saydıklarımdan hangisine dahil olacağın ise tam bir yazı tura.
Beş yıldız değil on yıldız yirmi yıldız olsa hepsi feda!
Ayfer Tunç nasıl bir edebiyat cambazı, nasıl bir karakter yaratıcısı o nasıl güzel lisan, o nasıl güzel dizilim! Neyini öveceğime şaşkınım hangisine hayran olacağımdan hiç emin değilim toptan kalbim, ruhum eridi!
Edebi bir şölen, her Ayfer Tunç eseri gibi muazzam bir okuma!
Kitap yazarın okuma önermesi olarak iki bölümden iki ana karakterin ağzından ve teker çifter ilerliyor, ister yazarımızın önerdiği gibi okursunuz ister dayanamaz sırayla okursunuz size kalmış. Amma velakin ana erkek karakterin ağzından ve ruhundan kadın karaktere geçiş onun duygusunun aktarılışı nasıl bir ustalık nasıl bir olmuşluk!
Elimde sürekli kalemle okuyamadım eğer öyle okuyabilsem sanırım kitap çizdiğim ve not aldıklarımla helak olurdu. Nasıl da güzel tespitler vardı!
Genetik rahatsızlığı olan Umut karakterimizin tedavi için Amerika’ ya gidişinde Sanem ile tanışması ve ‘ giderayak aşkı bulması’ ile başlayan hikayemiz, aile, aşk, acı ve hayat ile yan onlarca karakter üzerinden en nihayetinde kendimize döne döne bakışımızla son buluyor!
Şimdi kapağını kapadım. O son söz, o son konuşma! Abartmıyorum gözümün yaşı kaldı akamadı! Aslında ardından hemmen yeni bir okumaya başlayacaktım fakat etkisi öyle sarsıcı oldu ki ertesi güne yeni okumaya ancak başlayabilirim!
Artık hayatım boyunca çok kıymetli bir söze sahibim; “Ya aburnee”
Daha neresinden nasıl öveyim bilemiyorum, alın okuyun okutun bu şölenden mahrum kalmayın mahrum bırakmayın!!
Teknik olarak çok başarılı bir olay örgüsü kurabilen yazarlar nadiren bunu mükemmel sözcüklerle yapabiliyor. Ayfer Tunç benim için bu iki özelliğe de sahip bir yazar.. Bu kitabını da hem bir an önce bitirmek için hızlı hem de sözcükleri içime sindirmek için yavaş okumak istedim.. Oldukça sarsıcı bir kitap..
Ayfer Tunç yalnızca kendi seviyesinde bir yazarın elinden çıkabilecek bir roman yazmış.
Diğer romanlarında olduğu gibi beni huzursuz eden, kabus gibi gelen bir çok unsuru kitaba katmış. Ölü anneler, ölü babalar , hasta anneler, hasta babalar, kaotik aile ortamları, cehennem gibi evlilikler.
Bilincin ve zamanın oradan oraya aktığı, kum saatinin kırılıp taneciklerin etrafa savrulduğu, kelimelerin ise içime işlediği bir roman okudum.
Yazı bölümünün tamamından büyük keyif aldım. Tura bölümünde ise tam hayal kırıklığı yaşayacak iken çarpıcı bir sona denk geldim. Ayrıca kitabın isminin biraz yanıltıcı olabileceğini, kitapta aşkın biraz geri planda kaldığını düşündüğümü söylemek istiyorum.
Yazarı ilk kez okuyacaklara tavsiyem, bu kitapla başlamayın.
Bu kitapla ilgili söyleyebileceklerim konusunda zorlanıyorum. Zira bitireli saatler oldu ben hala toparlayamadığım cümlelerim konusunda ikircikteyim. Duygusal olarak mayınlarla dolu bir roman, o kesin. Patlayacağınızı bile bile yürüyorsunuz o mayınlı arazide. Duygusal olarak okuyanı “yönetmek” konusunda muazzam bir kurgu ustası Ayfer Tunç.
Ben romanı Yazı ve Tura şeklinde sayılardan bağımsız, kendi doğrusallığında okuyanlardanım. Tavsiyem de bu olur. Öte yandan Yazı bölümünden nefesim kesilecek kadar çok etkilenmişken Tura’nın bende o etkiyi yaratmaması, numaralandırmayı takip edip karıştırsaydım nasıl olurdu dememe de sebep olmadı değil.
Birinci bölüm Yazı’nın kahramanı Umut ve onun kaderle kurduğu ilişki, kaderi bir isim - Sophie - verecek denli somut bir şekilde tanımlayışı muazzam anlatılmış. En çok etkilendiğim meselelerden biriyse görünenin ardındaki diğer yüz. Bazen Ay’ı neden bu kadar etkileyici bulduğumu sorarlar. Verdiğim cevap görünmeyen yüzünde saklı. Her insanın da ya içinde ya geçmişinde bir şekilde yansıttığından öte bir görünmeyen yüzü/gerçeği/hikayesi var. İşte Ayfer Tunç, Yazı bölümünde bunu o kadar iyi anlatmış ki.
Bir de yine Yazı’da Umut’un doktoruyla olan diyaloglarında Murakami’yi anmadan geçemedim. O hiçlik halleri, doktorun bizzat kendisi, baştan aşağı öyle bir Murakami karakteri ki! Yanlış anlaşılmasın. Ayfer Tunç’ a bir eleştiri değil bu. Sadece bir yazarın kitabında başka bir yazarın anlatmayı çok sevdiği bir karaktere rastlamak benimkisi.
Tura’ya, Sanem’in hikayesine gelecek olursam... Belki Yazı’nın bendeki kütlesel ağırlığı o kadar çoktu ki kaçınılmazdı Tura’da biraz eksik kalmam. Yazı’nın karşısına başka bir Tura isterdim hissi hiç susmadı içimde. Bu romana beş vermiyorsam nezdimde tek sebebi budur.
Öyle ya da böyle gerçek olan şu: bittiğinde boğazınız düğüm düğüm. Herkes için kaçınılmaz son.
ayfer tunç’un kurgu yapma yeteneğini övmeye doyamıyorum ve bu kitapla asla doyamayacağım da tescillenmiş oldu. kurguyu överken, kitaplarındaki kurgular bu kadar farklı, güzel, insanı doyuran nitelikte olmasa dahi edebi anlamda da, anlattığı hikayelerle de eşsiz bir yazar ayfer tunç; bunu atlamayalım. ama her kitabında farklı ve hepsinde kafa açan bu kurguları benim için ayfer tunç’u çok farklı bir yere taşıyor. kurgu kelimesine yeterince yabancılaştığımıza göre biraz da kitap özelinde övelim.
ben kitabın en çok, sadece iki karakter üzerinden yürüse de, karakter ve hikaye bolluğunu sevdim. özellikle sanem’in hikayesinin anlatıldığı kısımda okur gibi değil sanki o hayatın bir parçası gibi hissediyorsunuz. ve her bir karakterin anlatıldığı kısım ayrı bir kitap gibi, birini okurken diğerine benzeyip size önceki hikayeleri hatırlatmıyor. bir deliler evinin yalan yanlış anlatılan kısa tarihi’ni yazan bir yazar için bu çok doğal tabi ama bu sefer hepsinin bir sonrakine değil, bumerang gibi döne döne sanem’e bağlanması ve sanem’in gözünden anlatılması bir şekilde bu kitabı farklılaştırıyor.
hikayenin nevi şahsına münhasırlığı yalnızca bu yedek karakterlerde değil, bizzat baş karakterlerde bile geçerli. bir erkekle bir kadının ağzından anlatılırkenki farklılığı verebilmek nasıl bir yetenek... ikisinin kederlerinin dillerine yansıması bile farklıydı. imrenerek okudum.
fırsat bulursam bir daha, ama bu sefer sayfa sayısına göre değil, bölüm numaralarına göre okuyacağım. eminim öyle okununca da farklı bir zevk verir.
Aslında bu kitaba çok büyük umutlarla başlamıştım ama bir o kadar büyük hayal kırıklığı yaşadım.
Ayfer Tunç'un kurgu yeteneğine söyleyeceğim bir şey yok, herkes şapka çıkartıyordur eminim. Ama işte olmamış, ben bu olmamışlığı da ikiye böldüm kafamda.
İlki karakterlerin hastalık kısmı; bir sağlıkçı gözüyle okumaya çalışınca kitap resmen beni kahkahalara boğdu. Hiçbir genetik hastalıkta yüzde elli aktarım şansı ya da yazarın deyimiyle "yazı tura" yoktur. Sanıyorum Ayfer Tunç yükselen psikiyatrik yazar trendini kendince yorumlamaya çalıştı ama buradan bakınca Gülseren B.'nin kötü bir taklidi gibi duruyor.
Bunun haricinde yazara önerim bir defa dahi olsa hastane ziyareti yapmak olur, palyatife onkolojiye gitsin. Hasta psikolojisini ölüme meyil üzerinden kurmak artık bana komik geliyor. Çünkü yaşamın tadı o kadar ağır ve güzeldir ki ölmek isteyen insan bulmak zordur hastanelerde. Herkes yaşamak ister. O insanların hayata ne kadar sıkı tutunduğunu görse Umut diye bir karakter olmazdı eminim.
Son dönemlerde yazarlar niye kafasi gidik ıssız adamlara böyle meyletti ben anlamlandiramiyorum.
İkinci mevzu da karakterlerin ve olayların yavanlığı/yapaylığı. Yani öyle ki bahsedilen Sophie'nin hastalik olduğunu onuncu sayfada anladım. Tek bir kelime oyunu için değer miydi bilmiyorum. Kitap zaten İngilizce'den çeviri gibi duruyor. Bir de ekstra yabancı karakterler ve olaylarla daha karman çorman bir hale bürünmüş.
Dediğim gibi beklediğimi bulamadım. Belki yabancı okuyucular sever.
Bir klinik psikolog olarak, duygular hakkında Ayfer Tunç'tan öğrendiğim o kadar çok şey var ki... Dünya Ağrısı'nda, Yeşil Peri Gecesi'nde olduğu gibi, yine karakterlerin - ama o kadar gerçek ki bu karakterler, karakter demeye dilim varmadı, silip silip yazdım - iç dünyasını olduğu gibi kendi içimde hissederken, kendimde fark etmediğim ya da fark edip de hiç dile getirmediğim hisleri buldum ve onlarla ne yapacağımı tam bilemediğim anlarda kitabı bir kenara bırakmak zorunda kaldım. Bir kitabın aynı anda hem bu kadar akıcı, hem de bu kadar zor okunur olmasının nasıl mümkün olduğunu bilmiyorum. Aynı kitapta iki farklı dilin oluşturulabilmesinin ve hatta hiçbir karışıklığa neden olmadan ikisinin bir arada kullanılabilmesinin nasıl mümkün olduğunu da... Daha kitabın başlarında, kitabı tekrar ne zaman okuyacağımı düşünmeye başladım; sonlarında ise, bitirir bitirmez tekrar başa dönmeyi düşündüm. Anlamadığım çok şey var çünkü. Hikayede değil, hayatta anlamadığım çok şey var; kader mesela, yaşam, ölüm, aşk, yalnızlık, bağlanma, bağımlılık, kardeşler, anneler, babalar, hastalıklar, genetik bozukluklar, gitmeler, gelmeler, göçler... ve bu kitap hepsini düşündürüyor. Hikaye size çok yabancı olsa da başkasının değil de, kendi hikayenizi okuyormuş gibi hem de... İşte bu yüzden, Ayfer Tunç, en sevdiğim.
Daha kısa olabilir miydi? Evet! Daha az karmaşık yazılabilir miydi? Evet! Depresif yani biraz daha törpülenebilir miydi? Kesinlikle Evet! Ama o zaman bu başka bir kitap olurdu. Ayfer Tunç'un kalemini, seçtiği konuları ve anlatım tarzını seviyorum ama en çok da karakterleri bize bu kadar derin bir tarzda sunmasını seviyorum. Aziz Bey Hadisesi'ndeki Aziz Bey, Dünya Ağrısı'nın kahramanı Mürşit ve bu kitaptaki bas karakterler Umut ve Sanem çok farklı kisiler olmasına rağmen hepsinin ruhunu ve içlerindeki o kederi iliklerimize kadar hissedebiliyoruz.
Bazı yerler tekrar ediyor gibi geliyor olabilir, bir konu veya anı birkaç kez karşımıza çıkıyor olabilir. Veya bazı tasvirler gereksiz uzun gelebilir. Mesela Cathy'nin kriz geçirdiğinde yere saçılan bütün eşyaların usandan tek tek sıralanması, kemiklere kafayı takmış bir hastanın bütün kemikleri tek tek sayması gibi. Ama biraz düşününce bu tür detaylar Ayfer Tunç'un kalemini daha etkili yapıyor diye dusunerek hak veriyorsunuz.
Buradan sonrası kitabın içeriğine gireceği için spoiler hassasiyeti olanların devam etmemesini öneriyorum.
Kitap Yazı ve Tura olarak iki bölümden oluşurken ilk bölümde Umut'tan ikinci bölümde de Sanem'den dinlediğimiz hikaye birbirinini tamamlıyor. Bölümler de Umut'un bölümleri tek Sanem'in bölümleri çift bölümler olarak tanımlanmış. Bu detayı Sanem'in bölümüne geçince fark ettim :)
Bana Umut'un tonu ve tarzı daha bi gerçek ve etkileyici geldi. Başlarda Sanem her şeyi ajite ediyormuş gibi geliyordu. Umut'un anlattığı şeylerin hangisine inanacağınızı bilmeseniz bile (çünkü konudan konuya atlarken sürekli hikayeler uyduruyordu veya uydurduğunu iddia ediyordu) bu sahte hikayeleri bile ona bir gerçeklik tadı veriyordu. Sanem ise sevgisiz ve ilgisiz bir ortamda büyüdüğü için yaptığı her şey, anlattığı her ani ya da kurduğu her tumturaklı cümle bana yapay geliyordu. Ama giderek ona gösterdiğim empati, ilerleyen bolümlerde sempatiye dönüştü ve sonlara doğru Sanem'i daha bi sevmeye başladım. Ayrıca ikinci bölümdeki şarkı referansları sürekli olarak durup o şarkıları dinleyerek kitaba devam etmeme ve akıcılığına rağmen sonlara doğru iyice yavaşlamama neden oldu.
Kitapta çok fazla aforizma tadı olan söz var ama bunların bir çoğu gerçekten ara ara kendime de sorduğum ya da ilk kez duyuyorsam da düşünmekten kendimi alamadığım sorular ve cümleler oldu.
Mesela, nasıl oluyorsa insan o ana ait olamadığını anlıyor diyordu bi yerde. Böyle anlarda zaman ileriye doğru bir akış değil tarifsiz bir boşluk oluyor. Hakikaten bu boşluk daha güzel anlatılamazdı.
Sen sevildiğini sanıyorsundur da yanılıyorsundur gözden çıkarılmamak için çırpınması gereken sensindir aslında, dediği yerde mesela insan geçmişteki ilişkilerini bir gözden geçiriyor.
İyi ki yaşamışım denecek bir hayat ne anlama geliyor? Sorusunu birkaç gün zihninizden çıkaramıyorsunuz mesela...
Hayat seninle başka olmuştu. Hayatı başka yapan nedir? Aşk demenin yetmediği aşktan başka ne yapabilir hayatı? Bu noktada hayatının bambaşka olabileceği senaryolar zihninden geçiyor insanın.
Sen sevmenin karşılıksız olduğuna insanmışsındır oysa sevenlerin de sevilebildiğini biliyorsundur.
İki kişinin ayrı ayrı açık çekmesi bir artı birdir. İki kişinin birlikte acı çekmesi bir artı bir artı bir artı birdir. Bu ancak gerçekten birbirini gerçekten seven iki kişinin yaşayabileceği bir duygudur kesinlikle.
ve son olarak: Bir gülümseyişe tutulmak lanet midir?
'Aşktan bahsediyor o zaman el yazısı fontla kitabın ismini yazalım. Zaman faktörü var kum saati koyalım. Aa birkaç yerde milongadan bahsediyor, o halde “tango png” arayıp görseli koyalım. Sonuç olarak böyle korkunç adeta gözleri kanatan, beyaz kağıtla kapama isteği uyandıran bir kapak ortaya çıkaralım.' Kitabın kapağı aynen bu fikirlerle meydana gelmiş olabilir. Yazık olmuş.
Arka arkaya okuduğum çeviri edebiyattan sonra ana dilden bir roman okumak iyi geldi. Akıcı, başarılı dil kullanımı ile kısa sürede bitiyor. Faulkner’in “Roman üç şeyin ikisini kullanarak açığa çıkar: Aşk, ölüm, para.” sözünün düstur cümle olarak kabul edilip roman kurgusuna işlenmesi, kitabın altı parçadan oluşup yazı tura gibi veya sıralı okunabilme imkanı tanıması, mutsuzluğu iki karakterden (kadın, erkek, hayata bakış) farklı biçimlerde okumak hoş detaylar. Ancak
ilk ve son ayfer tunc kitabim. karakterler karton, dram olmasina kasilmis hikaye de 450 sayfalik bir hacme ragmen hic inandirici degil. calakalem yazilmis sanki -tv’ye yazdigi dizi senaryolarindan kopup romana gecis yapamamis muhtemelen. ya da vasatlar ulkesinin vasat okuyuculari icin “cok bile” diye dusunmus olabilir, ama zaten cok daha iyisini yazmis/yazabilecek kumasa sahip biri mi ondan da emin olamadim (semih gumus, h. ali toptas icin bosuna “karsisinda dunyanin en iyi roman okuru varmis gibi yaziyor” dememisti). anlatim bozukluklari falan var ki bu asla kabul edilebilecek bir sey degil. bazi ingilizce kelimeleri oldugu gibi birakmasi falan da cok yersiz geldi. daha soylenecek cok sey var, ama zaten yeterince vaktimi caldigi icin burada durmak daha iyi.
Dünya Ağrısı’nı okumuştum biliyordum başıma gelecekleri,ilk sayfayı okurken daha,gecenin bir yarısı beni ağlatacağını,çok ağlatacağını bile bile başladım. Ayfer Tunç çağdaş Türk edebiyatının en güçlü kalemlerinden biri,belki birkaçından biri.Tartışılacak bir yazar değil benim için,o edebi yeterlilikte de değilim zaten. Ama hissettirdikleri...Şimdi kalbimin orta yerindeki sızının sahibi Umut ve Sanem,aşıklar,deliler... Bitmesin istedim,tek bir sayfa daha olsun,bir tek sayfa. Kitap ‘Yazı’ ile başlıyor bu Umut’u dinlediğimiz bölüm ve 1,3,5,7...şeklinde ilerliyor.Sonra bir anda susuyor Umut, ’Tura’ başlıyor Sanem konuşuyor bu defa 2,4,6,8 şeklinde ilerleyen sayfalar boyunca. Hayatımda ilk defa-çocukken okuyup anlamadıklarımı saymazsak-bir kitabı ikinci defa okuyacağım bu defa 1,2,3 şeklinde,hikayelerin birbirini tamamlamasına izin vererek. Mutlaka ama mutlaka okuyun,Ayfer Tunç okuyun,bu kitabı okuyun. Aşk,aile,umut,kader,keder,sevmek ve ölmek...Bu çok sıradan,çok iyi bildiğiniz kavramlar Tunç’un kalemiyle hiç bilmediğiniz bir yeri acıtacak.
-“Bugün yağmur hiç durmadı diye yazıyorum,bütün gün mutfakta pencerenin önünde oturdum,yağmurun camlardan akışını izledim,bu kadar suyun nereye gittiğini düşündüm,oluklardan mazgallara aktığını,kanallardan okyanusa ulaştığını,okyanusta buharlaştığını,tekrar yağmur olup senin camlarından aktığını,birbirimizden uzakta olsak da yeryüzünün bizi birbirimize bağladığını düşündüm.”
-“Ne olduğunu bilmediğim bir şey ziyan olup gitti.Hayatın kurulabilen değil yaşanan bir şey,yaşamanın da geçip giden bir şey olduğunu anladım.Hayata razı oldum.Hayata razı olunca dünya tek renk oldu,inşaat tozu rengi.”
-“Acılar mı tutkulardan doğuyor,tutkular mı acılardan?Yaralar mı arzular mı?Siyah mı beyaz mı?Yazı mı tura mı?Ne fark eder?”
-“Mutluluk hakkında bir fikrim yok diyor.Hatta mutluluk diye bişey var mı,ondan da emin değilim.Bence mutluluk bir varsayım.İnsan sadece mutsuzluluğu biliyor,bunun bir karşıtının olması gerektiğini düşünüyor,o yüzden inanıyor mutluluğun varlığına.”
Karidesler, Woody Allen, ismi Mustafa olan biraz umursamaz arkadaşlar, Hurricane Katrina referansları, farklı farklı aşklardaki kırılma anları. Hikaye tanıdık, olaylar güzel ve Ayfer Tunç’un o sevdiğim özellikleri satır aralarından kendini hissettiriyor. Ama baş karakterlerin psikolojilerini, duygularını, bakış açılarını çok gerçekçi ve de doğru bulamadım. İkisini de çok sevemedim o yüzden. Anlamaya çalıştım ama bu olaylar gerçek insanların başına gelse böyle olmazlardı fikri peşimi bırakmadı. Bi de bence gerçekten kimse bu kadar ağır melankoliyle yaşamıyor-yaşayamaz da, hepimiz çocukluk travmalarına ya da şartların bitirdiği aşklara alışık olsak da.
Bu kitabın başına gelmeyen de kalmadı. Okumaya başlarken Ege’de terör estiren rüzgarlar alıp götürecek diye korkuyordum, nerden bulaştığını bilmediğim kırmızı bir boya yapraklarına musallat oldu, ama sonunda yarım kalan işi çantamda dökülen dezenfektan tamamlamış. Ayfer Tunç beni affetsin artık.
Yorumlardan birinde çok karamsar bulduğu için sevemediğini yazmıştı biri ama ben de tam bu sebepten sevdim kitabı. Hatta biraz yavaş yavaş okudum, tadını daha fazla almak için uzun bir zamana yaydım. Özellikle ana karakterlerin dışında kalanların hikâyeleri kitabı daha fazla sevdirdi. Okuduuklarım içinde Dünya Ağrısı ile birlikte en sevdiğim Ayfer Tunç kitabı oldu.
Bu arada kitabın adı ve kapağı keşke farklı olsaydı. Okumadan önce de pek hoşuma gitmemişti, okuduktan sonra da fikrim değişmedi.
Ayrıca kitabın içinde geçen şarkılardan bir Spotify listesi de yapmıştım ama gördüm ki daha iyisi yapılmış, onu da buraya ekleyeyim.
"Aşıklar Delidir Ya da Yazı Tura", Ayfer Tunç ile tanışmama vesile olan kitap oldu. Edebi bir hazine olarak nitelendirebileceğim "Aşıklar Delidir Ya da Yazı Tura" için son zamanlarda okuduğum en iyi kitap diyebilirim. Kapağına ve ismine bakıp klasik bir aşk romanı bekleyenler aradıklarını bulamayacaktır.
"Aşıklar Delidir Ya da Yazı Tura" öncelikle yaşadıkları şeyler yüzünden hayata tutunmaya çalışanların kitabı. Kitap 2 kısımdan oluşuyor. Umut ve Sanem'in genetik bir hastalıkla kesişen hayatlarını ikisinin de dilinden okuyoruz. Annesinin miras bıraktığı genetik hastalık Umut'un hayatını ele geçirmeye başlamıştır. Sophie ismini verdiği bu hastalık onun yolunu Amerika'ya düşürür ve orada Sanem ile tanışır. İkisi de bu hikayenin mutlu bir sonla bitmeyeceğini bilse de birbirlerinin hayatında büyük izler bırakırlar. Çünkü aşıklar delidir.
Umut kısmını ayrı, Sanem kısmını ayrı beğendim. Büyük bir incelikle işlenmiş kurgu bize o kadar çok şey anlatıyor ki her insanın kendinden, etrafından bir şeyler bulabileceğinden adım gibi eminim. Ayfer Tunç'un kalemine hayran kaldım. Kalemiyle geç tanıştığım için ise biraz da hayıflanmadım değil. Her okurun tahmin ettiği son yine de insanı mahvediyor. Ya'aburnee ...
Muhtemelen linç yiyeceğim ancak göze alarak yazıyorum: sevmedim kitabı. Acının kanirtilmasi, her şeyin aynı kişinin başına gelmesi vs. çok darladi okurken; Arabesk filmini izliyormuşum gibi hissettim ancak güldürmedi ve hissedilenleri ben de hissetmedim; daha önce okuduğum kitaplarını ne kadar sevdiysem bu kitap beni o kadar uzaklastirdi, elime almak için sürekli kendimi zorladım; Şebnem'i çok sevmiştim daha önce, Sanem'in ezik edebiyatı ise "amaaan bi' git ya" dedirtti. Sevenleri okusun, ben uzun süre Ayfer hanıma bulaşmayacağım.
Okuduğum ilk Ayfer Tunç kitabı Aşıklar delidir oldu, yazarın karakterleri işlemesine ve romanı kurgulamasına hayran oldum. 447 sayfa boyunca yüreğim parça parça oldu bu kadar acının basite inmeden anlatılması romanı ayrı bir yere koyuyor. Çok sevdim çok üzüldüm son sayfasına kadar kopmadan okudum.
“İnsan her şeyi anlatabiliyor, korkularını, sırlarını, en bağışlanmaz günahlarını. Ama yok oluncaya kadar ezilmişliğin verdiği utanç anlatılamıyor, benlik yarasını göstermek istemiyor.”