Zweig gençlik dönemi yapıtlarından Kızıl’da öğrenim için Viyana’ya giden genç bir tıp öğrencisinin büyük kentin gerçekliğine uyum sağlama ve yetişkinliğe adım atma sürecini anlatır.
Kendini birdenbire ailesinden uzakta soğuk bir odada yapyalnız bulan bu “çocuksu” genç adam, zamanla girdiği bunalımın etkisiyle hayallerinden, başlangıçta büyük bir hevesle sarıldığı tıp eğitiminden vazgeçme noktasına gelmiştir. Tam da o günlerde kızıla yakalanan ve yardımına ihtiyaç duyan bir kız çocuğu onu hayata geri çağırır…
1908 yılına ait bu anlatı, Zweig’ın daha o zamanlar çoktan bir novella üstadı olup çıktığının kanıtıdır adeta. Üstelik, yazarın sonraki yapıtlarında sıklıkla karşılaştığımız bir temanın peşine henüz kariyerinin başındayken düştüğünü; gaddar bir dünyada varoluşunu sürdüremeyecek kadar kırılgan insanların acılarını baştan beri dert edindiğini ortaya koyar.
Stefan Zweig was one of the world's most famous writers during the 1920s and 1930s, especially in the U.S., South America, and Europe. He produced novels, plays, biographies, and journalist pieces. Among his most famous works are Beware of Pity, Letter from an Unknown Woman, and Mary, Queen of Scotland and the Isles. He and his second wife committed suicide in 1942. Zweig studied in Austria, France, and Germany before settling in Salzburg in 1913. In 1934, driven into exile by the Nazis, he emigrated to England and then, in 1940, to Brazil by way of New York. Finding only growing loneliness and disillusionment in their new surroundings, he and his second wife committed suicide. Zweig's interest in psychology and the teachings of Sigmund Freud led to his most characteristic work, the subtle portrayal of character. Zweig's essays include studies of Honoré de Balzac, Charles Dickens, and Fyodor Dostoevsky (Drei Meister, 1920; Three Masters) and of Friedrich Hölderlin, Heinrich von Kleist, and Friedrich Nietzsche (Der Kampf mit dem Dämon, 1925; Master Builders). He achieved popularity with Sternstunden der Menschheit (1928; The Tide of Fortune), five historical portraits in miniature. He wrote full-scale, intuitive rather than objective, biographies of the French statesman Joseph Fouché (1929), Mary Stuart (1935), and others. His stories include those in Verwirrung der Gefühle (1925; Conflicts). He also wrote a psychological novel, Ungeduld des Herzens (1938; Beware of Pity), and translated works of Charles Baudelaire, Paul Verlaine, and Emile Verhaeren. Most recently, his works provided the inspiration for 2014 film The Grand Budapest Hotel.
Ah be Zweig, her kitabında illa ki bir şey yapıp canımı sıkıyorsun. Alacağın olsun derdim de neyse, gerçekliğe dönelim.
İki kitabını ciddi anlamda sevmemiş olsam da okuduğum kitaplarının çoğunu, özellikle kalemini ve psikolojik tahlillerini sevdiğim bir yazar Zweig. Bu kitabında da yine uçlarda yaşayan fakat bu kez karanlık tarafa meyletmeyen, 18 yaşındaki bir üniversite öğrencisinin hayatından bahsediyor bize. Bulunduğu gelişim dönemi, aile yapısı, toplumun o dönemki beklentileri ve kimlik bunalımı derken karakterin özünü gerçekten başarılı bir şekilde vermiş. Sırf bunun için bile tabii ki tavsiye listeme eklerdim kitabı. Okuması bir hayli zevkliydi.
Peki, can sıkan şey ne? Aslında iki şey. Biri kadınlar hakkında biri çocuklar hakkında yansıtılmış satır arası fikirler, kesinlikle nahoştu. Onlar olmasaydı, kitabı favorilerim arasına alabilirdim ama ne yazık ki varlar. Bu yüzden edebi açıdan çok beğendiğim ama kişisel olarak o kadar da sevmediğim bir eser diyebiliriz.
"Tatlı sözler söyleyen o ses, usulca ve gümüş gibi, çoğu zaman gülümsemekten pırıl pırıl parlayarak, ardından yine şefkat dolu bir ahenkle karanlığın içinden çıkageldiğinde, bu musiki yüreğine tatlı dilli bir rüzgar ya da uysal bir kuş gibi konduğunda..." (s.25)
Peyami Safa karakterlerinden birini okuyormuşum gibi hissettim Berger karakterini okurken adeta. Naif, kırılgan, zayıf, güçsüz yumruklarıyla yaşamın sert çalılıkları içinde ilerlemeye çalışan bir insan. Yer yer onda kendi zayıflıklarımı görüp, yer yer ona acıdım okurken.
Şimşek'i okuduğum zamanın üzerinden geçen yıllardan sonra ilk defa dişlerimi sıktım bir karaktere üzülürken.
Once bir cumlesiyle "Ensest mi acaba?" diye dusunduren, sonra pedofiliye evrilen bir kitap. Mutsuz, basarisiz, ozguvensiz, yalniz, hedefsiz, gelismemis ve buyumemis bir adamin kendine iyi davranan kiz kardesi ve sonra 13 yasindaki cocuk hakkindaki dusunceleri oldukca igrenc. Konu, uslup ve hikayenin sonu guzel ancak pedofil karakterlerin iyi kalpli ve davranislarinin altinda iyi niyet ya da kardes sevgisi varmis gibi gosterildigi, sapikliga kilif uydurulan eserlere objektif yaklasamiyorum. 57. sayfada kahramanin diger kadinlarin kendisini kaale almadiklari icin tabir-i caizse henuz gozu acilmamis kucucuk bir cocugu kendine kadin olarak yetistirme arzusu oldugunu net bir sekilde aktarmasi bile 1 yildiz vermek icin yeterli bence. Kendisini gelistirerek olgunlasmak yerine baglanacak zayif halka aramasi cok mide bulandirici. Edebi acidan degerlendiremeden, son derece subjektif olarak 1 yildiz veriyorum :/
This entire review has been hidden because of spoilers.
Kaçmak, buradan binlerce, on binlerce mil öteye kaçmak istiyorum, diye sıkıntıyla geçirdi içinden. Ya da uyumak. Ya da onlar gibi şen olabilmek.
Berger, üniversite eğitimi için doğup, içinde büyüdüğü şehirden ve ailesinden ayrılmak zorunda kalır. Doktorluk eğitimi için başka bir şehre hareket eder. Orada, kendi küçük odasında tek başına ilk başlarda çok zorlanır. Yakın zaman içerisinde komşusu olan, Schramek ile tanışır ve ona, gücüne, hayatına, hovardalığına hayran olur, onun gibi olmak ister ancak dibe, en dibe vurur. Aylak gibi boş bir şekilde gezinirken, biraz da özlemini çektiği kız kardeşine benzeyen Kızıl hastalığına yakalanmış bir çocuk ile tanışır ve veda etmeden önce hayat onu son bir kez çağırır.
Birlerce insanın arasında yapayalnız olamanın ne anlama geldiğini bilemezsin.
Çocukluktan çıkıp büyümeye başladığınız o sırada dibe vurursunuz ya, işte Zweig size o yılları yaşatıyor bu kitapta. En dibe batmak zorundayız ki yaşamayı bilelim. İşte bize Berger'in hikayesi.
başlarda, karakterin yaşadığı o "evinden ayrılma, uzak bir yerde yaşamaya alışma" sürecini uzun yıllar öncesinde kalsa da yaşamış biri olarak karakterle çok iyi özdeşleşebildim. ancak karakter bir süre sonra gerçekten sevilesi olmaktan çıkıyor. tabi ki kitabı karakterin sevilesiliği üzerinden değerlendirmiyorum fakat karakterin gidişatı hikayenin akışını da benim için olumsuz yönde etkiledi. diğer zweig kitaplarıyla kıyaslayınca da zayıf kaldı maalesef.
—— kitabı okumamış olanlar için sürpriz bozan içerir——
Stephan Zweig bazen beni dehşete düşürüyor. Kitabın yazıldığı dönemde böyle şeylerin “normal” kabul edildiğini varsaysam bile yazarın önce bir kadına tecavüz girişiminde bulunan ardından 13 yaşında bir kız çocuğunu istismar eden, muhtemelen kendi kızkardeşine aşık baş karakterinin sapkın davranışlarını çok olağan ve anlaşılır şeylermiş gibi kaleme alıp, okuyucudan karakterle empati kurmasını beklemesi oldukça rahatsız edici.
Geçirmem gereken bir saatim vardı ve bu bir saatte bana eşlik edebilecek en iyi şey bir Zweig kitabıydı. Yaşadığı küçük yerden ayrılıp tıp okumak üzere Viyana'ya gelen Berger'in alış(ama)ma sürecini çok doğal, aynı zamanda da çok çarpıcı bir şekilde anlatmış Zweig. Aslında pek çok insanın bir zamanlar hissettiği ya da şu an hissediyor olduğu bir süreci merkezine almış. Taşradan şehre gelip o şehre adapte olmak adına çektiği sıkıntılar, kendisinden verdiği ödünler Berger üzerinden başarıyla anlatılmış.
Bir süredir okuduğum çoğu Zweig kitaplarından tat alamıyordum. Bu kitapla döngüm sonunda kırıldı. Duygular başarıyla aktarılmıştı. Kesinlikle etkilendim. 4.5/5
O malum akşamdan sonra kesin olarak biliyordu, herhangi bir kadına karşı derin bir özlem içindeydi. Aradığı bir ilişki, bir aşk değildi, kadınlara usulca dokunmayı özlüyordu. Umutla beklediği harikulade şeyler kadınlarla ilintiliydi, kadınlar bütün sırların bekçisiydi; cezbeden, vaat eden, arzulayan ve aynı zamanda arzulanan onlardı. Sf:25
Dışarıdan, pencerelerin ardından yabancı büyük kentin hiddetli sesinden başka bir şey duyulmuyordu; kent, durmaksızın homurdanıyor, ne ölümle ne de yaşamla ilgileniyordu. Sf:67
"Dışarıdan, pencerelerin ardından yabancı büyük kentin hiddetli sesinden başka bir şey duyulmuyordu; kent, durmaksızın homurdanıyor, ne ölümle ne de yaşamla ilgileniyordu."
Hiçbir şey anlamıyorum, bilmiyorum, yapmıyorum, işe yaramamaktan tükeniyorum. Günlerce hiçbir şey yaşamıyorum, tanıdık bir yüz görmüyorum; binlerce insanın arasında yapayalnız olmanın ne anlama geldiğini bilemezsin.
"Çocukların ve birkaç yaşlının mekânı olan küçük Schönborn Parkı'nda oturuyordu; oraya ders çalışmaya ya da kitap okumaya gidiyor, ama kitaba elini bile sürmüyordu; çocukları oynarken izliyordu yalnızca ve içinde onlarla oynayabilme, küçülüp o aydınlık gamsızlığa dönebilme özlemi duyuyordu."
Viyana’da tıp öğrenimine başlayan taşralı bir gencin gelişme aşamasındaki kişiliği, ergenlik kararsızlığı ve çekingenliği, düşleri, büyükşehir yalnızlığını aşma, geleceğini şekillendirme arzusu, hayal kırıklıkları ve sevgiyi keşfedişi. Zweig’ın erken dönem eseri...
"Tehlike hala sürüyor mu?" diye sordu. "Sanmıyorum" dedi doktor. "Bence nöbeti atlattı. Tuhaftır, çocuklar bu hastalıklara karşı yetişkinlerden daha dayanıklı oluyorlar; henüz yaşanmamış hayatlarının gücü, ölümle mücadele edip onu yeniyor sanki." Syf. 54
İnsan, evde oda oda gezdirdiğim çiçekler misalinde. Doğru yeri bulamayınca besin de versem, toprağını da değiştirsem bir türlü serpilmiyor. Birinin gelip de bulunduğu yeri değiştirmesi acziyetinde, cılız, sararmış yaprakları yere yönelip duruyor. Halbuki insan bir çiçek değil ki! Misalinde… Yemyeşil yaprakları, rengarenk çiçekleri ile büyüyemediği, ait olmadığı, yeri de diğer insanları da terk etme güdüsünü içinde keşfedip hareket etmeli. Kırılgan ruhların gaddar bir dünyada bir çiçek dalı gibi kırılabilirliğini anlatan Zweig’a inat; bir cumartesi günü, elimde bir fincan kahve ile güneşin doğuşunu selamlayıp; “Incipit vita nuova.” “Yeni bir yaşam başladı.” diye geçiriyorum içimden:)
p.s Tıp öğrencisinin dahi Kızıl’ın damlacık ile bulaştığını bilmiyor olması, kitabın sonundan bağımsız olarak gerçek manada; bizi bu cahillik öldürür işte.
zweig'in yazım dili, karakter ve karakterin psikolojik tahlillerinin çok güzel anlatıldığı bir kitap. zweig'in diline zaten bayılıyorum ama karakteri sevemedim ve onunla empati kuramadım, özellikle karakterin kadınlara yaklaşımı bence korkunçtu. sonuna doğru özellikle karakteri dövmek istedim, karakterin 13 yaşlarındaki bir kıza önce "kız kardeşine" hissettiği gibi hissettiğini söylemesi daha sonra onu öpmesi vs. sevemedim.
1 bile vermeye elim gitmedi iğrenç bir pedofili propagandası yapmış yazar. Üstüne ana karakterin kadına tecavüz etme girişimi “masum” gösterilmesi yetmezmiş gibi kız kardeşine aşık sapkın bir adama empati kurdurmaya çalışmış. Korkunç. Bu yazarın da bunca zamandır tepki almayıp aksine göklere çıkarılması daha da içler acısı.
Kitap aslında bir gencin gelişimini anlatıyor. Bergerin toplum tarafından nasıl görüldüğü ve toplum gibi olmaya çalıştığını okuyoruz. Lakin Bergerin kardeşine karşı duyduğu garip sevgiyi ve sonrasında 12 yaşında bir kıza aşık olmasını sevmedim. Ve bunun psikolojik bir travma olduğunu düşünüyorum.
This entire review has been hidden because of spoilers.
Stefan Zweig'ın en severek ve en beğenerek okuduğum kitabıydı. Sadece; sonunun bu şekilde olmasını istemezdim, düşündüğüm şekilde bitse daha memnun olurdum.
İnsan psikolojisini bu denli iyi ve bu kadar sade bir dille anlatan başka kaç yazar vardır acaba? Mükemmel bir kitap, yerinde bir son. Her zaman olduğu gibi Stefan Zweig sürükleyiciliği ile birlikte.