Henry, Yaşam ve Felsefe: Söyleşiler'de kendi kendini duyan ve kendi kendini etkileyen yaşamın sonsuz ve eşsiz gücü üzerine harika bir diyaloga girişiyor. Her zaman kendine yeten ve fazlasını üreten eşsiz ve olumlu bir yaşam anlayışını sunuyor. Bir Ten Arkeolojisi olarak anlattığı felsefesinin güzergahını çizerken, Batı Felsefesinde eşine hiç rastlanmayan türden, bilgiyle açıklanamayacak bir yaşam duygusunun izini sürüyor ve felsefesini bu öz-duygu üzerine nasıl inşa ettiğini açıklıyor.
"Yaşam neden kutsaldır? Çünkü yaşam bilgisi, bir ayrıma dayanan özne-nesne bilgisinden tamamıyla farklı, mutlak bir bilgi değildir yalnızca, aynı zamanda hiçbir tahakküm içermeyen bir bilgidir. Yaşam kendisine karşı edilgenliğiyle karakterize edilir. Doğdum, kendimi yaratmadım, kesinlikle sorumlusu olmadığım bir olaya bağlı olarak yaşamdayım. Bu durum yaşamın özünü karakterize eder ve nitekim yaşamın her ânında yeniden meydana getirilir. Yaşamım kendine göre hepten edilgendir. Kendiyle ilişkisinde yaşam kendini deneyimler. Kendi kendini tecrübe etmek kendi karşısında hepten edilgen olmak demektir; hiçbir şahsi teşebbüse, hiçbir özgürlüğe sahip olmamaktır. İşte bu yüzden kimsenin, yaşamına/yaşama dokunmaya hakkı yoktur. Yaşamı kendi kendimize vermedik. Bu durumdan çıkmaya hakkımız ve gücümüz olabilir mi? Yaşamın bizatihi özü, çözülemez bir bağdır. Dolayısıyla bütün güçlerimizi meşgul eden ve bizi görmeye, yürümeye vs. kabiliyetli kılan devamlı bir kendilik deneyimi söz konusudur. Ancak bu radikal güç karşında güçsüz kalırız. ... 'Hayattayım' ifadesi yaşamın beni katettiği anlamına gelir ve asıl gizem budur."
"Tıpkı mistik Meister Eckhart'ın dediği gibi yaşam o kadar güzeldir ki niçin yaşadığımızı bilmesek de yaşamak isteriz. Elbette nihayetinde tüm insan davranışlarını temellendiren şey yaşam sevincidir. Kendinde en büyük gücü, mesela sevginin gücünü taşıdığı için yaşamın, bizzat kendisinin ürettiği ekonomi, politika gibi kendisini ezip geçmek isteyen güçlere karşı, her zaman galip geleceğine inanıyorum. Bugün her yerde tehdit arz eden esas tehlike, tek tehlike ise yaşamın kendine güvenini kaybetmesidir; kültürün ve ruhsallığın ortadan kaybolmasıdır; bireyin umutsuzluğa teslim olması ve nihayetinde kendine karşı dönmesidir..."
Yirminci yüzyılın ikinci yarısında öne çıkan Fransız filozof Michel Henry’nin farklı kişilerle yaptığı onbir söyleşinin biraraya getirildiği bu kitapta onun farklı hatta aykırı bir filozof olduğunu görüyoruz. Okuduğum çeşitli yazılarda sıklıkla referans olarak gösteriliğinden merak ettim ve onu en basit ve derli toplu anlatan ”Yaşam ve Felsefe: Söyleşiler” kitabını okumaya başladım. Ancak hemen belirteyim ki kitabı çok zevkle ve zorlanmadan okumama rağmen Michel Henry’i anlamak için yeterli bilgi birikimine (özellikle fenomenoloji) sahip olmadığımı gördüm. Buna karşın yan okumalarla yeni felsefi düşünceleri ve görüşleri okumuş oldum.
Descartes’ten beri felsefeyi “duygulanım değil sadece akıl meselesi” olarak gören geleneğe karşı çıkan Henry varlığımızın temelinin “bedensel öz”, buna karşılık gelen kavramların ise “mutlak öznellik” ve “yaşam” olduğunu savunuyor. Onun için düşünce yalnızca bir yaşam biçimidir, çünkü hayata erişim sağlayan “düşünce” değil, düşüncenin kendisine ulaşmasını sağlayan hayattır, “yaşam”dır diyor. Fenomenolojiye dönük çalışmalarını “yaşamın fenomenalliği” üzerine yoğunlaştıran M. Henry, klasik felsefenin, Husserl’in ve Heidegger’in varsayımlarını reddediyor.
Kendi fenomenolojisini Marksizm, politik analiz, psikanaliz, edebiyat, sanat özellikle Kandinsky üzerinden soyut resim gibi farklı alanlara uyguluyor. Henry, yalnızca maddeyi gerçeklik olarak kabul eden materyalizmi reddediyor, çünkü maddenin dünyanın aşkınlığında ortaya çıkması, ister ona katılmak ister onu görebilmek veya ona dokunabilmek için her zaman yaşamın kendisini açığa çıkarması gerektirdiğine inanıyor. Varlığı düşünceye indirgeyen ve ilkesel olarak, gerçek dışı bir imgeye, basit bir sembole indirgediği varlığın gerçekliğini kavramaktan aciz olan idealizmi de aynı şekilde reddetmektedir. Michel Henry'ye göre mutlak olanın açığa çıkışı duygulanımda bulunur ve onun tarafından oluşturulur.
Marx hakkında çok ayrıntılı incelemelerde bulunur ve onun büyük bir filozof olduğunu ancak Sovyetler başta olmak üzere Doğu Avrupa’da resmi ideoloji olan Marksizmin pratikte başarılı olmamasının ve komunizmin çöküşünün nedeninin onun felsefinin yaşam kısmının, Lenin’den itibaren birey-insan kısmının yanlış yorumlanmasına veya hiç yorumlanmamasına bağlar. Marx üzerine yazdığı 4 ciltlik çalışma, kitap içinde sert eleştiriler alan, Marksistler tarafından reddedildiği gibi, Marx'ı bir filozof olarak görmeyi reddeden ve onu Marksizmden sorumlu bir ideologa indirgeyen kişiler tarafından da reddedilmesinin yanlışlığını vurguluyor. Kayda değer olanın yalnızca toplum olduğu, bireyin toplumun ürünü olduğu yönündeki klasik Marksist düşüncenin komunizmin çöküşünde en önemli unsuru oluşturduğunu, yaşamın her zaman bireysel olduğunu ve onun yerine kendisinden daha büyük toplum gibi bir bütünlüğü koyduğunuzda kendinizi aldatırsınız demektedir. Marx’a dair yepyeni bir yorum ortaya koyarak onu çarpıtılmasına neden olan pratikteki Marksist ideolojiden çekip çıkarmak için “yaşam fenomenolojisi”ni uyguladığını belirtiyor.
Söyleşilerden karışık olarak çıkardığım bir sonuç da kötülüğün şiddetinin, dünyayı kasıp kavuran her türlü barbarlığın, tüm suçların, tüm savaşların ve tüm soykırımların kökeninde bulunan sınırsız nefret olarak doruğa ulaşmış olması yönündeki saptamadır. Ancak yaşamın kendini olumsuzlaması olarak anlaşılan kötülük, kapitalizmde olsun, komunizmde olsun aynı zamanda pek çok insanı sefalete ve dışlanmaya sürüklemektedir demektedir bu çağdaş filozof. Michel Henry’nin “Barbarlık”hakkındaki yazmış olduğu kitabının, özellikle sol düşünce cenahında oldukça basit ve fazlasıyla keskin bir “bilim karşıtı” ve “teknofobik” söylem olarak değerlendirildiğini söyleşideki sorulardan anlamak mümkün. Ancak günümüzde görüldüğü gibi bilim ve teknoloji çoğu zaman hayata meydan okuyarak dizginsiz ve yıkıcı gelişmeleri de yaratmakta olduğu da bir gerçek.
2. Dünya Savaşı’nda direnişe katılan, “Belirmenin Özü” başta olmak üzere felsefi kitaplar yazan, edebi romanları olan, Marksist ideolojiyi şiddetle eleştirip Marx’ı baş tacı yapan, kendisini mistik düşüncelere özellikle Hristiyanlığa yakın gören, 12. yüzyılda yaşamış Meister Eckhart isimli Alman Dominiken teoloğu rehber kabul eden, bana göre doğruları kadar yanlışları da olan (anladığım kadarıyla özetlediğim) bu ilginç felsefe insanını ve edebiyatçıyı sadece merak edenlere önerebileceğim bir kitap.
"Bir insanın tarihi, onu çevreleyen koşullar, kendisinin ve başkalarının, yüzüne takmakta anlaştıkları -kaldı ki, aslında hiç yüzü yoktur- az çok gurur okşayıcı bir maskeden başka bir şey midir ki?" Michel Henry, Yaşam ve Felsefe: Söyleşiler, Monokl, 11.