Hey Garson! çok ilginç, komik, acıklı ve şaşırtıcı… birbirine bağlanan hikayelerden oluşuyor.
20’li yaşlarda bir gencin Londra’da garsonluk yaparken başından geçenler anlatılıyor bu kitapta.
Keçiörenli bir gurbetçi ile Tom Cruise’u, temizlik hastası Alman ev hanımı ile Robert Fisk’i, Türk kadın şarkıcı ile Anthony Hopkins’i buluşturuyor Hey Garson!
Daha ilginci… gündelik insan ilişkileri içinde eşitlik, tahakküm, görgü, kültürel çatışmalar, sınıfsal farklar… gibi meseleleri açığa vuruyor.
Anayasa hukuku alanında çalışan siyaset bilimci Murat Sevinç’in bugünden geçmişe bakarak anlattıkları çok samimi, eğlenceli ve ufuk açıcı.
Gayet leziz ve doyurucu. Tadını çıkarın!
Murat Sevinç anılarını anlatırken iyi insan olmanın yollarını gösteriyor ve uygarlık dersi veriyor.
-VEDAT MİLOR-
Şimdi masanıza oturun, sırtınızı sandalyenize bir güzel yaslayın, menüyü, pardon, kitabı açın ve vaktiyle anayasa hukukçusu olduğu rivayet edilen şahane bir yazarın size servis edeceği leziz hikâyeleri okuyun.
-MURAT UYURKULAK-
Hey Garson! zengin, akıcı, bir hayli muzip. Ve sarsıcı şekilde güncel!
1970’te İstanbul’da doğdu. 1988’de Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne girdi. Yüksek lisans yaparken, 1995 Aralık ayı sonunda Anayasa Kürsüsü asistanı oldu. Yüksek lisans ve doktorasını aynı fakültede, siyaset bilimi alanında yaptı. SBF Anayasa Kürsüsü öğretim üyesiyken 2017 Şubatı’nda Olağanüstü Hal Kanun Hükmünde Kararnamesi’yle görevine son verildi. İletişim’den daha önce Dinçer Demirkent’le birlikte hazırladığı Kuruluşun İhmal Edilmiş İstisnası - 1921 Anayasası ve Tutanakları adlı kitabı yayımlanmıştır (2017).
Murat Sevinç'in yazıları ile daha önce bir şekilde tanışmışsanız, Diken'de, Duvar'da falan okuyup da bilgisine, görgüsüne, dil ve üslubuna aşık olmuşsanız hoş geldiniz. Yok olmamışsanız, siz de insan mısınız be? :)
Bu bir roman, öykü ya da Murat Hoca'nın hukuk kitaplarından biri değil. Ne edebi olmak gibi bir derdi var, ne de çok derin mesaj kaygıları. Murat Hoca evinize geliyor, kahve içerken sizinle sohbet ediyor. O gençlik anılarını anlatırken arada okumaya ara verip siz de ona kendi anılarınızı anlatmak ihtiyacı falan duyuyorsunuz. Muhabbet esnasında arada tak tak bir iki toplumsal analizini de orta yere bırakıveriyor, bir anda oturuşunuza falan çeki düzen verme gereği hissediyorsunuz. Boş bir adam yok sonuçta karşınızda.
En azından ben böyle hissettim kitabı okurken. Bir iki saatte bitiveriyor zaten, hem kısa hem de son derece akıcı ve sıcak. Karanlık kış gününde yüzünüze kocaman bir gülümseme oturtacak yazılar. Büyüyünce ben de böyle yazacağım inşallah. :)
***
Ha bir de "yurtdışına kaçmak isteyenler okusun da ders alsın" tarzı şeyler yazan zevzekler gördüm ortalıkta. Hiçbir bok anlamamışsınız ne kitaptan, ne hayattan. Öyle yani…
“Şubat 2017’de, bir gece ansızın, akademiden atıldı. Ankara’yı çok sevdi. Mecburen İstanbul’a döndü. Ellisine merdiven dayamışken, umulmadık bir biçimde garsonluk hikayelerini kitap haline getirdi. Yaşamın sürprizlerini sevdi. “ Biz öğrencileri de onu. . Mülkiye’de asistanlık sınavlarında karşısına çıkacak İngilizce engelini aşmak için İngiltere’ye giden, orada garsonluğa başlayan ve bunu bin bir zorlukla yapan bir gencin anılarını anlatıyor Murat Sevinç. Kendisinin. Muzip hikayeler bunlar ama bu muzipliğin arkasında geçim zorluğu, insanların birbirine ettikleri de var. Verilen bahşişleri kendine alan patronlar, teşekkür etmeyi bilmeyenler aksine tiyatroya ilgisi olduğunu öğrenen bir garsona bilet hediye eden ünlüler.. . Bir akademisyenden çok daha fazlasıdır Murat Sevinç. Mülkiye’nin bana kattığı en büyük değerlerdendir. Şimdi kitabını elimde tutmak bile mutluluk veriyorsa bizlerde bıraktığı izlerin derinliğindendir. İnsan değerini bilir ve bunun önemini diğer şeylerden üstün tutar. Bahsedilen o geceyi hatırlıyorum, bilgisayar ekranında gördüğüm o uzun listeyi hatırlıyorum. Ama bunları gün gelir unuturum,çünkü insan kötülükleri unutmaya meyillidir. Ama ben Murat hocanın derslerini, insanlığa dair hala (aklım çoğunlukla almasa da) var olan umudunu, vicdan vurgusunu, adaleti sadece bir kelime ile sınırlandırmamasını, sınav sorularını ve bu sınav sorularından bile hayatıma dersler edindiğimi unutmam. Hayatlarınıza ışık katacak kişilerin de bu denli güzellikler sunmasını dilerim size. Hem de bunu bir çıkarı olmaksızın yapmasını.. . Umarım daha pek çok eserini okuma fırsatımız olur..Anıları, hayalleri, anayasa analizleri farketmeksizin..
Bir anayasa hocasının, 25 yıl evvel dil eğitimi için gittiği Londra'daki garsonluk macerasından günümüz Türkiye'sine uzanan insani, siyasal ve biraz da oryantalist bir kitap.
*Otobiyografik olması yönüyle ilgimi çekti. Özellikle Ünsal Ünlü sayesinde keşfetmiş olmam kitabın başka bir cazibe noktası oldu.
*25 yıl evvel bir "bilinmez" olan yurtdışı dil eğitimi için birkaç büyük badire atlattıktan sonra garson olarak giden, döndüktan sonra "yabancı dil öğrenen fakir ama gururlu asistan" unvanını taşıyıp da akademisyen olmuş bir insanın otobiyografisi olması da üçüncü etken.
*Kitabın oryantalizmi realizmle başarılı şekilde örtüşüyor. Aralarda, olması gereken ülke yönetim şekline dair incelikleri şuradan alıyoruz: Bir müşterinin yemek için gittiği restoranda garsona davranış şekli. Bu açık sembolizm, "önemsemediğimiz" o garsonlara davranışlarımızın dünya görüşümüzden, dinimizden ve tabii ki egomuzdan beslendiğini; bazen bizi canavarlaştırdığını, bazen de melekleştirdiğini gösteriyor.
*Kitap, bir internet gazetesi için yazılmış yazılardan derlenen "çitlembik" bir anlatı olmuş. Etkileyiciliğini, şikayetlendiğimiz ama değiştirmekten imtina ettiğimiz kavramlarla sağlıyor.
Velhasıl-ı kelam; her kim olursa olsun, bir hatır sormakla eksilmiyoruz. Yurtdışına gidenleri de gitmeyenleri de eleştirmek yerine anlamaya çalışın. Ayrıca ülkede değişmesi gereken "tonlarca" şey var ve bunların başında neyin geldiğini pek çoğumuz biliyoruz.
Yani yazarın kendisi de deniş ben edebiyatçı değilim diye :) Günümüzle ilgili endişelerini yansıtmak, toplumsal saptamalar yapmak yerine sadece neşeli anılarını yazsa daha keyifli bir okuma olurmuş. Tabii ki bu yazarın tercihi ama Murat Menteş ve Özgür Mumcu'nun arka kapak yorumlarını okuyunca daha farklı bir şey beklemiştim. Sanırım biraz sevdikleri bir insana torpil yapmışlar yorum yazarken :)
Murat Sevinç'e gene de sonsuz sevgiler tabii o ayrı.
April Yayınları'na göz atarken denk geldim; yazarı önceden tanımıyordum. Malum sebeplerden dolayı 2017'de işine son verilen akademisyenlerden biri.
Lisans öğrenimi sonrası akademiye devam etmeden önce gittiği Londra'daki garsonluk maceralarını anlattığı, tek oturuşta okunabilecek bir kitap. Ben birkaç oturuşta okumayı tercih ettim, bir nevi köşe yazısı kıvamındaydı.
Gençliğin tecrübesizliği ile yetişkinlik bakış açısını güzel harmanlamış. Keyifliydi diyebilirim. Bir roman veya hikayeye yaptığım şekilde irdelememem gerekiyor biliyorum ama İngilizce gibi dünyadaki en basit dillerden birini kendi tabiri ile "tense"lerden ibaret gören ve halen bu yaşında aynı vurguları yapan birisi için o 1.5 yıl daha verimli geçebilirmiş... Takıntı yapmış belli.
Bir de şunu söylemeden geçemeyeceğim: Sayın İlber Ortaylı'nın da seneler evvel altını çizerek engin tarih bilgisi ile açıkladığı üzere, "Türkiyeli" diye bir şey yoktur; doğru tabir "Türk"tür. Bir akademisyen olarak bunu biliyor olmalısın sevgili yazar. Son kısımlarda geçen "Türkiyeli" ve "Türkiye Vatandaşı" tabirleri fazlası ile gereksiz. Sağ görüşte olmamama rağmen beni rahatsız etti.
Murat Sevinç, bir anayasacı. Kendi deyimiyle Türkiye sınırları dışında "Dünyanın hiçbir yerinde hiçbir işe yaramayan" bir mesleği var yani. Üstelik KHK ile akademinin dışına atıldığı zaman mesleğini de yapamaz hale gelmiş.
Bu akademi dışına atılma, onu diken, gazeteduvar gibi internet mecralarında geniş bir okur kitleyicisi ile buluşmasını sağlamış durumda. (İnsanın neredeyse, "iyi ki böyle olmuş, böylece analizleri ve yorumları okuyabiliyoruz" diyesi geliyor, doğrusu ya...)
Murat Sevinç özyaşam öyküsünde Mülkiye'den mezun olduktan sonra akademiye girebilmek için dil öğrenmesi gerektiği ortaya çıkınca, bu amaçla Londra’ya gitmiş. Üniversite yıllarında, yaz tatillerinde çeşitli işlerde ve Beyoğlu Sineması’nın büfesinde çalışmış olan Sevinç, Londra’da garsonluk yapmaya başlamış. İşte "Hey Garson!" bu dönemi anlatan bir kitap.
"Hemen herkesin yaşayabileceği türden" hikayeler diyor yazdıkları için Sevinç ve ekliyor: "Özellikle yurtdışına giden ve benzer koşullarda ayakta kalmaya çalışan herkesin başına gelebilir böyle şeyler. Ancak dedim ya, bazıları da yalnızca sizin başınıza geliyor işte ve onlar da sizi siz yapıyor."
Yazarla çok yakın tarihte İngiltere'ye dil okuluna gitmiş bir başka kişi olarak ilgiyle okudum. Rahat okunan, akıcı, kısa bir anı kitabı. Cep telefonunun, yaygın internetin, sosyal medyanın, Skype'ın Whatsapp'ın olmadığı dönemde yurt dışında tek başına yaşamaya çalışmak, hele bir de para sıkıntısı çekmek kolay iş değildi gerçekten. Anılar arasındaki bir saptama da bana doğru gibi geldi: o zamanlar okumuş genç insanlarımız yurtdışına dil öğrenmek, kendi alanındaki gelişmeleri görüp öğrenmek, bir de yüksek lisans yapmak amacıyla giderlerdi. Bugünkü "yaşam tercihi olarak Türkiye'de yaşamayı istememe" durumu nadirdi. Sadece Türkiye değil, dünya çok değişti elbette. Ben kitabı severek okudum. Beklediğim gibiydi.
Arka kapaktaki övgü yazılarını ve Murat Menteş editörlüğünü görünce, doğal olarak belli başlı bir tatmin beklentisi oluştu. Yine benzer şekilde, ben de yakın bir zamana kadar dil öğrenmek amacıyla yaklaşık iki seneye yakın bir süre Kanada’da yaşadım ve bu noktada da yaşanılanları ve yazarın seçtiği anlatım tarzını daha da merak ettim. Ancak bir iki husus haricinde beni çeken pek bir anı ya da anlatı olmadı maalesef. Elbette ki Murat Sevinç bir yazarlık iddiasına girmiyor ancak anıların içeriğinde ve/veya belki aktarımında da arka kapakta tarif edildiği derecede bir “zenginlik”, “şahanelik” ya da “doyuruculuk” göremedim ne yazık ki.
Samimi içten yazılmış çok eğlenceli gazete yazılarının bir araya getirildiği çok kolay okunan bir kitap Hey Garson. Okurken kendi mezuniyet sonrası yaşadıklarımı düşündüm, hayatımı farklı yönlendirseydim neler olurdu diye hayaller kurdum. öğrencilerin okuduktan sonra geleceğe yönelik kararlarını güncelleyeceğini düşünüyorum. Anılar gazete yazılarıdan toplanıp kitaplaştırıldığı için bazı yerler fazla tekrar ediyor ama ilk kitap için mazur görülebilecek sorunlar kanımca. Murat Sevinç daha fazla kitap yazar umarım .
Bir Anayasa akademisyeni olan Murat Sevinç'in öğrencilik yıllarında yaptığı garsonluk mesleğine dair gözlemlerini yazıya döktüğü Hey Garson, mizahi yapısıyla öne çıkan bir kitap. Kendi başından geçen olayları kaleme alan Murat Sevinç, İngilitere'de garsonluğa bakış üzerinden Türkiye özeti de sunuyor. Kendisinin barış akademisyeni olduğunu da belirtmekte fayda var çünkü bolca protokol eleştirisi yer alıyor. Yazarın çoğu konuda haklı gözlemleriyle, birçok edebiyatçıdan daha başarılı yazım yeteneği ile keyif verdi. Birkaç saatlik bir molanızda okunabilecek bir kitap.
Hizmet sektorunun bir parcasi oldugum icin fazlasiyla tanidik gelen hikayelerdi. Insanlik catismasinin arasinda kalmis bir meslek. Yazar iyi ki pes etmemis. Bu isi baska bir ulkede deneyimleme sansi bulmus, ama bahsedilen tum olaylar o evrensel ki. Belki de bu yuzden bana biraz fazla yuzeysel geldi. Belki gunun birinde ben de geriye bakip calistigim zamanlari hatirladigimda biraz daha notr dusunebilecegim. Simdilik aci, sinir, ve stres ile tanimlamaya devam etmeme izin verin.
Gazeteduvar'da haftalar boyu takip ederek okuduğum yazıların kitap olması temennisi varken içimde karşıma kitap olarak çıkan, okumaktan usanmadığın tecrübelerin yazılı olduğu murat sevinc'e ait eglenceli, yer yer insanin gözlerinin dolmasına sebep olan eser. Bu adam ne yazsa okurum ya((: Yazdığı şeylerde içinin güzelliğini gördüğüm insan emeğine, yüreğine sağlık...
Kısa ve çok sıcak bir kitap. Büyük dersler yok. Tatlı tatlı hayat var içinde. Çok severek okudum. Keşke sadece gazete yazılarının toplamı olmasaydı. En azından kitaba özel birkaç tane yeni yazı eklenseydi daha güzel olurdu. Yine de ikinci kez okumaktan hiç şikayetçi olmadım.
Murat Sevinç’in yazılarını severek takip eden biri olarak bu kitap beni şaşırtmadı. Aynı muzip dil, aynı mütevazilikle yaşamında önemli olan bir kesiti bizlerle paylaşıyor. Kendisinin de söylediği gibi, belki pek çok kişi benzer şeyler yaşadı ama onun dilinden okumak çok farklı. Daha çok kitap yazsa, daha çok okusak.
Yeniden Murat Hocanın derslerindeymişiz, onunla sohbet ediyormuşuz hissi yaratan bir küçük kitap bu. Derslerini özleyen öğrencileri ve onunla hiç tanışma fırsatı bulamamış okuyucuları bu kitap sayesinde Murat Sevinç ile hasret giderebilirler. Kitaptaki öykülerin edebi olmak gibi bir iddiası yok, siz de öyle bir beklenti ile okumazsanız oldukça keyifli bir iki saat geçirebilirsiniz. Anlatılan anılar yer yer sesli güldürdü beni.
Bir de mesleğinden edilmiş, oysa yıllarca öğrencilerine doğruyu ve adaleti öğretmekten başka bir şey yapmamış bir akademisyeni desteklemek adına da bu kitabı almanızı ve okumanızı öneririm.
Yazıya, ‘Hayat böyle bir şey işte’ diye başlasam mı, diye düşündüm bir an. Duvar’da yazdığım ‘Salı hikâyeleri’ ve ellisine dayadığım merdiven, böyle bir başlangıç için yeter mi? Aman canım, ne öyle ‘duayen’ cümleleri, ‘yaşam gurusu’ havaları, Hıncal Uluç pozları! Var böyle yaşayanlar hakikaten. Söze yaşamla ilgili genellemelerle başlayanlar, nasihat severler, aşmışlar… Öyle aşmışlar ki, illa okuyanı da aşırtacaklar.
Bu arada, yazının başına oturduğumda, pazardan pazartesiye döndü saat. Öykü yazarı sevgili Dilek Türker ile beyi Alpay’ın hediyesi bir radyo var mutfakta.
Zeki Müren, olağanüstü sesiyle… “Attığım her adımın birisi senin, paylaşırım seni yalnız seninle, gündüzler seninse geceler benim, bildiğim bir his var sana içimde, yediğim her lokmanın yarısı senin… al, iki gözümün birisi senin…” Sözler yalan da olsa, bu kadar mı içten, bu kadar mı güzel söylenir bir şarkı?
İyi hoş da, yazıya bir giriş cümlesi gerekiyor. Garsonluk anıları anlatacağın bir yazıya ‘Mor erkek ayakkabısı’ başlığı atınca anlamlı bir iki söz gerekli, okuyucuyu aldatmayan.
Şu olabilir belki; çeyrek yüzyıl önce Kuzey Londra’da bir dükkânın vitrininde gördüğüm mor renkli erkek ayakkabısını, 2018 Nisan ayında yazı başlığı yapacağımı bilmiyordum. Bir şeyler yazacağımı bilmediğim gibi. Yaşamın ilginç, sürprizli bir yanı var hakikaten ve bunu fark etmek, fark ettiğini anlatabilmek için fazla iri cümlelere gerek yok sanırım.
Vitrindeki mor erkek ayakkabısı, benim için ‘fark etmenin’ sembollerinden biri oldu. Yirmili yaşların henüz başındayken, en büyük şehrin küçük ve muhafazakâr semtinden, bir başka büyük şehrin şöhretli fakültesine gidip hemen sonrasında, bu kez dünya şehirlerinden birinde macera arıyorsunuz. Kafanız karışık. Ne istediğinize karar vermişsiniz ama siz akademisyen olmaya karar verdiniz diye, akademi de size bayılmak zorunda değil. Koca bir belirsizlik aslına bakılırsa ve her belirsizlik gibi ziyadesiyle heyecan verici.
Giderken zihnimde bir iki sözcük dolaşıyordu sanırım ve en iddialısı, “Pes etmeyeceksin” idi. O dili öğrenmek için gerekeni yapıp sağ salim geri döneceksin, sınavlara girip asistan olacaksın. Peh peh, gören de zanneder bey dağları geliyor! Ancak gittikten sonra, öğrendiğiniz yalnızca dil olmuyor haliyle. Olmuyormuş. Evvela, farklılıkları görüyor insan. Ne kadar çok insan olduğunu, o insanların her birinin başkalığını, o başka başka insanların senin sevip değer verdiğin hiçbir şeyden haberdar olmadığını, seni duygulandıran şarkı sözlerinin onlara bir şey ifade etmediğini… Böyle olunca, insan kendi dertlerini de fazla önemsememeye başlıyor aslında. Sizin dert dediğiniz, diğeri için konu dahi değil! İyi gelen bir yanı var insana.
Bak şimdi de Selami Şahin başladı. “Kim ayırdı bizi bizden, kadere dur diyemedik… ne yazık ki o günlerin değerini bilemedik… eski dost düşman olmaz deyip de sitem etme, ayrılığın yükünü yalnız bana yükleme… sen benim eski değil eskimeyen dostumsun…” Doğru söylüyor, ne diye düşman olsun?
İşte mor erkek ayakkabısı görmek de böyle bir etki yaratmıştı bende. Vay be, demiştim, birileri de bunu giymek istiyor. İster, neden istemesin? O ister de, beriki de üretmiş ve vitrine koymuş; iyi de yapmış. Böyle çok şey vardı vitrinlerde. O güne dek olabileceğini hiç hayal etmediğim türden kıyafetler, eşyalar filan fıstık. Çeşitlilik, renk, farklı formlar, çok iyi bir şeydi sanırım. İnsanın zihnini eğittiğini, terbiye ettiğini sonradan anladım, o günlerde yalnızca şaşırıyor ve seviyordum.
Şu anda Bülent Ersoy… “Ne çileler var başımda, kadere bak” diyor ama bunu pek sevmiyorum. Bir senin başında mı çile var; kader diye diye helak ettiniz insanları…
Yalnızca eşya, ev, kıyafet farklılıkları değildi tabii; her ne demekse, o zihin terbiyesine yol açan. İnsanlar. Örneğin, İstanbul’da eşcinsel arkadaşlarım vardı ama bunu gizliyorlardı. Hele ki bizim muhitlerde açıkça o kimlikle yaşamak ne mümkün. Adı anılamıyordu belli ki. Ben biliyordum, onlar da benim bildiğimi biliyordu ama herkes bilmiyormuş gibi yapıyordu! Yıllarca. O bir iki arkadaşımı diğerlerinin davranışından koruma güdüsüyle hareket ettim uzun süre. Ancak ne yaşadıklarını yine de tam anlamıyordum. Çocuk ve ergen acımasızlığıyla, arkadaşlarımla bazen açıktan bazen alttan alta dalga geçildiğini görmek canımı sıkıyordu. Bunun, yaşadıklarının, ne denli acı verici ve sarsıcı bir deneyim olabileceğini de Murathan Mungan’ı okuduğumda anlamıştım. Oysa Londra’da o yaşta ilk fark ettiğim şeylerden biri, cinsel yönelimlerin başka türlü, özgürce dile getirilebileceğiydi. İlk karşılaşmalarımda ne yapacağımı bilemedim. Çok yadırgadım, şaşırdım, biraz ürktüm. Hatta, anlamakta zorlandım! Sevgililer Günü’ydü. Gündüz vakti, o ilk lokantada rezervasyonlar yapıldı. Genellikle iki kişilikti ve her masaya birer gül yerleştirmiştik. Akşam müşteriler gelmeye başladı.
Emel Sayın… “Yarabbim feryadımı artık duysan diyorum, senden ya bir sabır ya bir ümit bekliyorum” diyor şu anda. Ama çok bağırıyor sanki. Sözleri de ne arabeskmiş bu şarkının… Arkasından da Coşkun Sabah başladı. Bu adamcağız ömür boyu ud ile dolaşa dolaşa bir garip oldu sonunda…
Son gelen çift, yakındaki karakolda görevli iri yarı ve uzun boylu iki erkekti. Ben, erkeklerin kol kola gezip birlikte yiyip içtiği bir kültürden geldiğim için hiç yadırgamadım haliyle. Fakat takım elbiseli iki erkeğin bir süre sonra el ele tutuştuklarını gördüğümde yaşadığım şaşkınlığı anlatamam. Bütün akşam aşk dolu baktılar birbirlerine ve ben bir ‘yaban’ hüviyetiyle tüm servis boyunca çaktırmadan, göz ucuyla onları seyrettim. “Tövbeler olsun” ile başladığım akşamı, “normal aslında” gibi bir duyguyla tamamladığımı hatırlıyorum. Nitekim çok sevdiğim öğretmenlerimden biri de eşcinseldi ve oradaki en sevdiğim insanlardandı. Çok iyi biriydi hakikaten ve on sekiz ay boyunca sergilediği insancıl yaklaşımı hiçbir zaman unutmadım. O aylar içinde, herhalde en eğitildiğim, yontulduğum konulardan biriydi bu. İnsan yadırgamamayı, olağan karşılamayı, umursamamayı, terbiyeli davranmayı da öğreniyor, nihayetinde. Her şeyi öğrendiğimiz gibi. Bugün, ‘hastalık’ filan diyen, arsızca ayrımcı dil kullananlara karşı duyduğum tiksinti ve kızgınlığın nedeni, yaşadığım garsonluk ve nihayetinde, insanlaşma macerası olmalı…
İnsan çeşitliliğiyle haşır neşir olmak çok önemli. Görmek, deneyimlemek, temas etmek, tanımak, sohbet etmek. Hiç ummadığınız insanlardan bir şey öğreniyorsunuz. Bazen, en acı veren deneyimin dahi, yıllar sonra ne denli işe yarar olduğunu fark edebiliyor insan. Daha önce de yazmıştım, ilk patronum mesela. Hem sabırla mesleği öğretti, hem de fena halde sömürdü. Hem oralıydı, hem de ikinci sınıf hissettiğini her davranışıyla belli ediyordu. Aslında iyi davranmaya çalışıyor, fakat bunu bir türlü başaramıyordu. Bazen, acaba evliliğinde mi çok mutsuz bu adam diye düşünürdüm. Malum, ‘parmağını ıslatıp lavabo ovan’ ruh hastası Alman bir kadınla evli olmanın kendisi başlı başına bir talihsizlik. Nitekim, sık sık eşini ne kadar sevdiğini söylerdi. O kadar yıl sonra, hâlâ kendisini ikna etmeye çalışır bir hali vardı. Soramıyorsunuz ki! Aylarca, artık işi bırakacağını, gönlünce gezeceğini anlattı bana. Yıllar sonra Londra’ya gittiğimde uğradım. Oradaydı. Çok sevindi beni gördüğüne. Kahve içtik. İşi bırakacağını, gezmek istediğini söyledi! Nasıl, çok kızabilirim ki bu insana, mümkün mü?
Üçüncü lokantada, ki vasat sayılabilecek bir İtalyan lokantasıydı, yönetici olan Cezayirli arkadaş, misal. Başta ezilmişlik duygusu olmak üzere, kendisini mutsuz eden her ne varsa, çalışanlardan çıkarmaya çalışırdı. Üçüncü dünya liginin, bir iki istisna dışında hemen tüm mensuplarıyla aynı sorunları yaşadım. İşte bu yüzden insan onuruna saygı ve eşitlik mücadelesi önemli. Ezilen, haksızlığa uğrayan, bütün hıncını dişini geçirebildiğinden alıveriyor. Buradan güncel bir siyasi analiz çıkar mı, vallahi çıkar! Bir gün Cezayirli arkadaşımız, müthiş yoğunluk içinde kahveleri bir iki dakika geciktirdiğim için yanıma gelip “Sen hayatında ilk kez mi kahve makinesi görüyorsun, Türkiye’de yok mu böyle şeyler?” diye çıkışmıştı. Bak bak… ‘İtalyan’ patrondan fırça yiyen ‘Cezayirli,’ kızgınlığını ‘Anadolu’dan çıkaracak! Benim cevap daha da kızgın ve fazla oryantal esintili olmuştu. “Hayır canım görmedim, zaten bizim memlekette deveyle seyahat ediyor uçan halıya biniyoruz!” O sıralar past perfect’ler filan gırla gidiyor tabii! Bozuştuk. Bir hafta sonra da işten ayrıldım.
Ve sonunda Müzeyyen… “Benzemez kimse sana, tavrına hayran olayım… bakışından süzülen işvene kurban olayım… lütfuna ermek için, söyle perişan olayım…” Neden? Kurban olmasan, perişan olmasan olmaz mı? Olmuyor demek ki, bu kültür başka türlü sevemiyor…
Ben bu Cezayirli arkadaşa da çok kızamadım. Ayakta kalmaya çalışıyordu ama ne yazık ki bildiği yöntem pek hoyrattı.
Ama bir de süper Cezayirli vardı hayatımda. Hişam. Hişam, benim okulun hemen yanında bir kafe-lokanta işletiyordu ve öğrencilerin uğrak yeriydi. Ben de haftada bir iki kez gidiyordum. Hişam, maddi durumumun farkındaydı ve bana hiç bir şey söylemeden, lafını etmeden, her seferinde o kahve ve patates kızartmasının yarı parasını aldı. Ben az hesap getirdiğini biliyordum, o da benim bildiğimi biliyordu. Bunu hiç konuşmadık. Güler yüzle karşılardı, sohbet ederdik. Hişam, kendiyle barışık, mutlu bir adamdı. Çok iyi biriydi. Umarım çok mutludur.
Diyeceğim; bir şehirde, vitrinde, mor erkek ayakkabısı görmek ve birilerinin onu alacağını bilmek, güzel bir şey…
Yazı biterken Belkıs Özener… “Hey gidi gidi koca dünya, gam yükü müsün… dünya döner değirmendir, insan içinde çavdardır… bugün gelen yarın gider, dolup boşalan bir handır.”