1979 kışı. Ülkenin kuzeydoğusu kara teslim olmuştur. Ç. ilçesinin bir köyünde yaşayan Kenan ile hamile karısı Zeynep için yaşam çok zordur. Neredeyse yiyecek lokma bile bulamayan genç çift, her şeye rağmen direnmekte, birbirlerine duydukları sevgi sayesinde bütün güçlükleri aşacaklarına inanmaktadırlar. Bir avcı kahvesindeki sohbete kulak misafiri olan Kenan büyük bir domuz avlarsa, yabancılara hizmet veren otellere, restoranlara domuzu satıp çok para kazanacağına ikna olmuştur. Korkunç hava koşullarına aldırmadan ormana gider ve çok iri bir domuz vurur. “Sus Barbatus” türü bir domuzdur bu. Ancak o kar kıyamette domuzu köye götürmesi imkânsızdır. Kenan’ı donmaktan kurtaran, ormandaki sığınaklarda saklanan solcu gençler olur.
Bu arada köyün solcu gençlerinden Faruk, jandarmayla girdiği çatışmada ağır yaralı olarak yakalanır. Jandarma komutanı onu konuşturabilmek için ilçeye, tedavi olabileceği bir sağlık ocağına göndermeye karar verir. Ancak bir atın çektiği kızakla yapılacak olan bu yolculuk çok risklidir.
Faruk Duman dondurucu kışı, domuzuyla, kurduyla, kartalıyla acımasız doğayı ve yaşam döngüsünü masalsı bir dille anlatıyor.
Faruk Duman, 1974 yılında Ardahan'da doğdu. Ankara'da Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, Kütüphanecilik Bölümü'nden mezun oldu. Öyküleri, 1991 yılından beri Yazıt, Damar, Papirüs ve Adam Öykü gibi dergilerde yayınlanmaktadır. 1996 yılında Çankaya Belediyesi'nin Öykü-Şiir Yarışması'nda Çocuk Öyküleri dalında ikincilik almıştır. Bu öyküleri daha sonra Mızıkçı Mızıka adıyla yayınlanmıştır. 1997 yılında Can Yayınları'ndan çıkan ilk öykü kitabı Seslerde Başka Sesler, 1998'de Orhan Kemal Ödülleri öykü dalında ikincilik almıştır. Yazarın ikinci öykü kitabı olan Av Dönüşleri, 2000 Sait Faik Hikâye Armağanı'nı kazanmıştır.
olayıyla, duygusuyla, anlatımıyla, türkçenin olanaklarını araştıran farklı cümleleriyle ben sevdim. yazın okumama rağmen üşümem geçmedi öyle bir doğa tasviri, soğuk duygusu. hele doğayla iç içe yaşayan insanların bilgeliği, bilgileri öyle güzel aktarılmış ki. domuzu vursa da kızamadığımız saftirik kenan’ıyla, sistemde sıkışmış duygusal komutan bekir’iyle her karakteri yaşatan, sonuna dek hissettiren bir usta anlatıcı faruk duman. nerede durduğunu hiç kör gözüm parmağına yapmadan bize sezdiren, doğayı en iyi anlatanlardan biri. var olsun. işkencecisi, devrimcisi, gerillası, köylüsü, ağasıyla müthiş bir 1979 kars portresi.
Bu yıl bana en güzel dokunan, en çok keyif veren, "iyi ki edebiyat var" dedirten ve herkese ısrarla tavsiye edeceğim bir metin. Çeşit çeşit hayvanından insanına öyle farklı ve doğal perspektifler var ki içinde okudukça hayran oldum Faruk Duman'ın cümlelerine, hayran oldukça okudum. Bitmesin diye türlü bahane ürettim. İkinci ve üçüncü kitabı okuyacağım ilerleyen zamanlarda ama şu an o ilk kitaptan aldığım keyif bozulmasın, o kitabın sonlarında açık kalan ağzım kapanmasın diye başka bir metne elim varmıyor.
faruk duman edebiyatımızda doğanın en iyi anlatıcılarından biri, sus barbatus ise onun yazdıkları içinde, şimdilik diyelim, en iyisi. başta hacmiyle bir tedirginlik yaratsa da, güzel her kitap gibi okudukça keşke daha uzun olsa hissini veriyor. bu hissin kaynağının “keyif” olmadığını söylemek gerekiyor daha önce faruk duman okumamış olanlar için. tam tersine bu his romanın dünyasında, hikayenin içinde daha fazla, daha çok kalma-olma isteği. bu dünya zor, inanmak istemeyeceğimiz kadar zor, yaşaması da ölmesi de zor ve belki bize çok uzak gelen bir dünya olsa da. (bazen küçücük bir umut bulmak için, umut yoksa ya da bulamazsak, büyük bir yenilginin içinde kaybolmanın-yok olmanın hazzı için okuruz.)
faruk duman daha önce doğanın gücünü, şiddetini, merhameti ve merhametsizliğini yazdı. doğanın renklerini gösterdi, seslerini dinletti okurlarına. hayvanları, pars mesela kendini hatırlatıyor şimdi, başka bir bakışla-hayvanların bakışıyla anlatmayı denedi. insanı doğanın içine hem doğanın parçası hem karşıtı olarak yerleştirdi, oradan, o ilişkiden bir dil kurdu, bir yoğunluk oluşturdu… bunların hepsi önceki öykü ve romanlarında var ama sus barbatus’taki kadar geniş bir çerçevede ve bir arada değiller hiç. sus barbatus haliyle tüm yazdıklarının bütünlüklü hali gibi, çok yönlü ve çok sesli. faruk duman okurları bu romanı sever, hiç okumayanlar içinse zor biraz, ağır.
ben artık beş yıldız vermek istiyorum faruk duman romanına, büyük roman-dünyası büyük roman sever olarak köpekler için gece müziği’nden ve pars’tan kestiklerimle mutlulukla beş yıldızı tamamlıyorum. bunun ne önemi var derseniz, hiç. (edebiyatımız için iyimser olmak isteyip isteyip olamamaktan yoruldum.)
Sus Barbatus’u çevremde okuyan herkes bu kitabın bir kış masalı anlattığını söyleyince abartılıyor mu acaba demiştim. Gerçekten de öyle. Faruk Duman Sus Barbatus ile 1979’lardan 1980 darbesine kadar olan politik bir arka plan aracılığıyla müthiş bir kış masalı anlatıyor.
Kitabın başından sonuna kadar çizilen her karakter, betimlemek için kullanılan her sözcük, Faruk Duman'ın sadece müthiş bir hikaye anlatıcısı olduğunu ispat etmiyor; aynı zamanda Türkçe anlatım olanaklarını inanılmaz şekilde kullanabildiğini göstererek kendisine hayran bırakan bir okuma sunuyor.
okumaya başladığımda kitabın dilinin otantikliğini fark edip müthiş heyecanlanmış ve kitabı üç aşağı beş yukarı bir haftada bitireceğimi düşünmüştüm. tam bir ay sonra bitti. tabi daha önce de söylediğim gibi, bu yavaşlığımın kitapla ilgisi yok. kitap hayli iyi. adeta postmodern yaşar kemal. hatta, hem yaşar kemal'e benzeyen, hem de kendine has bir tarzı olan ve yaşayan bir yazarımız var diye de heyecanlandım, ne yalan söyleyeyim.
hem karakter inşası çok iyi, hem de hafif hayali hali mest etti okurken. gerçekten çok iyi ya. uzun süre unutamam gibime geliyor.
ha bir de, bu kadar iyi kış tasviri okuduğumu hatırlamıyorum. bu sene okuyup müthiş gıcık olduğum kar'ı hatırladım, bu kitap ona tur bindirir. hıh.
Bu kitapla aramızda bir “eşleşememe” laneti bulunuyordu. Zira ya ben hep kış aylarında okumayı bekledim ya da tam okumaya niyetlendiğimde bir arkadaşımın “ ya bekle ben de seninle okuyayım yoksa okuyamam muhtemelen” talepleriyle kesildi. Sonrasında ben kimseyi beklemeden okumaya niyetlendiğimde “aa 2. ve 3. kitapları almadım ben yarım kalmasın” diye erteledim. En sonunda kimseleri, devam kitaplarını ve mevsimleri beklemekten vazgeçip hiç planlamadığım bir dönemde okuyarak kırdım o laneti.
Dürüst olmak gerekirse kitaba çok yüksek bir beklenti ile başladım ve bir parça bunun kurbanı olduğu noktalar yaşandı. İlk okumaya başladığım bölümlerde odaklanamadım, “ne oluyor, bu kim, niye bu hikayeye geçtik şimdi” anları oldu. Ancak hikaye ilerledikçe anlatı su gibi akıp yolunu buldu, bütün taşlar yerine oturdu. Bu kitabın en büyüleyici yönü dili. 1980 darbesi öncesindeki gerilmiş bir yay gibi olan toplumsal hayatı adeta size bir kış masalı olarak anlatıyor. Böyle siyasi bir ortamı muazzam tasvirleriyle doğayla birleştiriyor. Okurken sık sık, Yaşar Kemal anımsaması acaba kazandığı ödülden mi kaynaklı diye düşündüm. Ama bunu düşündüren muhtemelen ödülden ziyade doğayı neredeyse onun kadar iyi anlayıp okuruna yansıtabilmesiydi. Mesela benim hatama düşüp de okumak için kışı beklemenize hiç gerek yok zira hangi mevsimde ya da sıcaklıkta olursanız olun bu romanı üşümeden okuyabilmeniz imkansız.
Bu arada ben normalde seri kitapları mümkün olduğunca çok fazla arasını açmadan okumaya çalışırım, ancak bu kitabın sonunu okuduğumda kitaba dair öyle bir tamamlanma hissi yaşadım ki “ya sonra” kısmını merak etmeme rağmen acele etmeme gerek olmadığını, bu anlatıyı özlediğimde yeniden devam etmemin bana daha iyi geleceğini düşünerek bıraktım. Benzer bir hissi Javier Marias’ın Yarınki Yüzün üçlemesini okurken, çok da acele etmeden Deza’nın zihninini özledikçe okumuştum. Bu da benzer etkiyi bıraktı bende. Türk edebiyatını seven herkesin okuması gereken kitaplardan birisi bence.
son zamanlarda okuduğum en güzel roman! faruk dumanla tanıştığıma çok memnun oldum. ilk okuduğum kitabı bu. ve her satırını okurken o kadar keyif aldım ki, bir bu kadar yazsa yine okurum diye içimden geçirdim. bu sebeple; bir serinin ilk kitabı olması beni ayrıca sevindirdi. bir soğuk kış gününde içim ürpererek okudum. okurken rüzgarın savurduğu kar taneleri yüzüme iğne iğne saplandı sanki. kar altında mahsur kalmış bir coğrafya daha güzel kelimelerle, tasvirlerle anlatılamazdı bence. "orman koyu karanlık ofuldayıp duruyordu. dizlerine ağrı girmişti ormanın. yürüyecek ayakta duracak hali kalmamıştı. yaprak dikenlerinde kımıldayacak mecal ve dallarda çıtırdayacak heves..." yazarın kullandığı kelimeler o kadar bizden ki, türk edebiyatını bu yüzden seviyorum dedirtiyor insana. seçtiği tekrara dayalı, yüklemsiz cümlelerle taçlandırılmış anlatım tarzını çok sevdim. seçilen coğrafyada çetin hava koşulları o kadar gerçekken; roman yöresel hikayelerle, doğaüstü olaylarla o kadar güzel desteklenmiş ki hayran kaldım. gerçekten çok çok çok beğendim.
Birçok açıdan okuduğum en iyi romanlardan biri diyebilirim.
Öncelikle muazzam bir kış, soğuk, orman ve köy tasviri Sus Barbatus. Saflık, yaşama tutunma, zaman zaman boyun eğmeyle birleşik öfke de insanlara ait müthiş tasvirlerinden Faruk Duman'ın. Birçok kişi ile tanıştırıp, hepsini de yakın hissettiriyor bize. Herkeste hepimizden bir parça var kitapta.
Köyün, atmosferin ve insanların kanlı canlı gerçekliğiyle birilkte var olan masalsı/mistik kısımlar da çok hoşuma gitti. İkinci kitabı okumak isteme sebeplerimden biri bu hikayenin nasıl devam edeceği aslında. Kitapta öleceğini düşündüklerim öldü, ölmeyeceğine inandıklarım henüz ölmedi çünkü.
Zaten herkes yazmış, doğa tasvirlerine denebilecek tek kelime yok. Sadece hayranlıkla, büyülenmeyle okutuyor kendini. Yazarın da en güçlü yanı bu sanırım.
İkinci kitabı okumadan önce biraz ara vereceğim. İç üşümemin geçmesi belli ki epey zaman alacak.
Birçok şeyin romanı bu. Bir kış romanı, bir köy, bir taşra romanı ve en önemlisi siyasi bir roman. Yazardan okuduğum ilk romandı ve genel anlamda başarılı buldum. 12 Eylül öncesini küçük bir toplumda ele almış yazar ve sağ sol çatışmasını minimal bir platformda yansımış. Kurguyu başarılı buldum, bir kaç koldan ilerleyen bir romandı. yer yer didaktik olmaktan kaçamamış ama neyse ki çok fazla değildi yoksa rahatsız edici olabilirdi. Bir de olması gerekenden biraz uzundu sanki.
Epey zamandır okumak istediğim bu kitapla ilgili beklentim çok yüksek olduğundan tam anlamıyla aradığımı bulduğumu söyleyemeyeceğim. Muazzam doğa, daha doğrusu kış tasvirleri var. Kars/Ardahan civarı olduğunu anlıyoruz. Soğuk, kar, buz içinize işliyor okurken. Keza bu ortamda yaşam mücadelesi veren tüm canlılar. Yer yer masalsı/destansı anlatımlar da metne renk katmış. Ülkemizin 1980 öncesindeki siyasi ortamı, bir yanda devrimci gençler, ilerici öğretmenler, bunların çektikleri acılar, diğer yanda devleti temsil eden askeri/sivil otorite, düzene hizmet eden feodalite ve düzen içindeki bazılarının açmazları, bir takım nüanslar da verilerek arka plana güzel oturtulmuş. Gerçi siyasi bakımdan basmakalıp bir tona kaydığı da söylenebilir. Yazarın kendine has, kesik cümleler, tekrarlar içeren dili, genel olarak üslubu etkileyici. 563 sayfalık kitabın 2-3 sayfalık bölümler şeklinde yapılandırılması da böylesine hacimli kitap için bir okuma kolaylığı sağlıyor. Romanla ilgili benim en önemli itirazım hacmiyle ilgili. Uzadıkça başlardaki etkileyicilik azalıyor, bir tekrar duygusu uyandırıyor. Büyük bir romanın mutlaka hacim olarak da büyük olması gerekmiyor bence. Değerli bir emek ürünü ama 300-350 sayfada tutabilseymiş daha güçlü bir eser ortaya koyabilirmiş Faruk Duman. Yine de okumaya değer bir roman. Sinematografik niteliğiyle iyi bir film de olabilir.
Sus Barbatus! Bitirdim, sustum! Masalsı bir anlatım diliyle, ülkenin az yazılıp-anlatılmış dönemlerine bakıyor Faruk Duman. Aydınlar, devrimciler, bağnazlar, gericiler, köylüler, ağalar, askerler, kara-karanlık-dondurucu bir kışta hayatta kalmaya çalışan kurtlar, domuzlar, kanadı donmuş kartallar... Masalsı bir üst metinle, alt metni de izleyerek, kitap boyunca soğuk kışı hep hissederek okuyacaksınız...
Hacmine kıyasla kolay okunan bir kitap. Kitabım içinde bilerek yapılmış imla hataları, sık sık kelime tekrarları, ( ben öyle düşünüyorum. Ve bunu söyledim. Söyledim. gibi.) beni biraz yordu. Yazarımız editörmüş eskiden, sanırım o dikkatli zamanlarının ahını çıkarıyor. Kenan’ın yarım akıllığını, Atalay’ın şerefsizliğini, babanın köylü kurmazlığını ve komutanın devlet benim, egosunu çok iyi işlemiş. Ama bunları bir araya getirirken biraz eksik kalmış bence. Yani kitap zatem kısa biz zaman içinde geçiyor, karekter ve anlatılmak istemen çok ve bunları birleştirme çabası da işin içine girince yarım kalmış. Çok önemli sandığım karekterle aslında baya gereksizmiş. Kitabın bitiş hali, bize yasak olanların bizi yaşatacağı gerçeği, çok güzel. Dedim yaa gördün mü, başta yapsaydın bu sorunları yaşamazdın. Ay spoiler vermeyim diye göbeğim çatladı. Kar üşüttü beni. Ben genel olarak beğenmekle birlikte evimde olmasa alıp okur muydum, bilemiyorum. O yüzden üç yıldız ( benim için anlamı; elinize geçerse alın okuyun bir şey kaybetmezsiniz ama öyle özel olarak almanız gerekmez’dir.) verdim.
Sanki Yaşar Kemal anlatmış, Fakir Baykurt yazmış. Tek bir şey değil gibi; balla kaymak gibi, yaprak ve çiçek gibi birbirini tamamlayan bir şeyler var. İyi ki hikaye burada bitmiyor; ziyafet devam edecek. SUS BARBATUS 2
Sus Barbatus tek kelimeyle olağanüstü bir roman. İnanıyorum ki zamanla 21. yüzyılın klasiklerinden biri olacak. Çünkü bu roman; kendine özgü atmosferi, dili, mekanı ve karakterleriyle adeta bir hayat kuruyor. Baştan sona özgün bir dünya inşa ediyor.
Bu, Faruk Duman’dan okuduğum ilk kitap. Daha ilk sayfalarda yazarın diline ve anlatım gücüne hayran kaldım. Noktalama işaretlerini bile romanın ruhuna göre kullanıyor; özellikle diyaloglarda bu çok belirgin. Betimlemeler ise öylesine güçlü ki, anlatılan atmosferi iliklerimize kadar hissediyoruz. Hatta pek çok okurun "Kitabı okurken üşüdüm" demesi boşuna değil. Gerçekten de içimizi titreten bir soğukluk var satır aralarında.
Doğunun o sert kışını bilenler, anlatılanları hemen kavrayacaktır. Bilmeyenlerse Sus Barbatus sayesinde biraz olsun hissedecek, belki yer yer “Bu kadar da olmaz!” diyeceklerdir. Ama olur... Yaşanıyor. Ben de bu coğrafyada bulunmuş biri olarak romandaki birçok sahneden derinden etkilendim. Ç. Köyü’nde yaşayan insanların karla ve soğukla mücadelesi bana çok tanıdık geldi.
Romanın başında bu bir köy romanı sanıyorsunuz. Sadece bir domuzun ya da kışın anlatıldığı bir hikaye gibi görünüyor. Hatta belki de sadece “domuz” anlatılacak diye düşünen okurlar olmuştur. Faruk Duman da başta böyle kurgulamış olabilir. Ancak Kenan’ın hikayesinin çevresine 12 Eylül’ün karanlık günleri eklenince roman bambaşka bir boyuta evriliyor. Kışla mücadele eden insanların, aynı zamanda baskıcı bir düzenle, askerle, hukuksuzlukla da mücadele ettiğini görüyorsunuz.
Anlıyoruz ki Sus Barbatus, sadece doğa şartlarını değil, aynı zamanda hukukun işlemediği, düşüncenin suç sayıldığı, 1980’lerin karanlık Türkiye’sini de anlatıyor. Romanın bir yerinde “Deniz” ismi geçiyor, o anda içim burkuldu. Derin bir hüzün yayıldı içime. O dönemin acılarına, insanın insana ettiklerine, hâlâ yaşananlara üzüldüm. Bazı insanların ne büyük acılar yaşadığını düşündüm. Ve bir kez daha fark ettim: Bazı coğrafyalarda yaşamak gerçekten de hayatta kalmakla eşdeğer.
Yazar, romandaki pek çok olayın gerçek olduğunu söylüyor. Yazma amacının da bu acıların unutulmaması olduğunu belirtiyor. Mekan sorusu ise kendisine en çok yöneltilenlerden biriymiş. Yazarken hep Artvin’i düşündüğünü söylüyor, ancak doğrudan bir yer adı vermek yerine harflerle kurgulamayı tercih etmiş. Olaylar Ç. Köyü’nde geçiyor. Bu köydeki karakol, dağlarda saklanan devrimci gençler, köylülerin kendi evlatlarına bile sahip çıkamayışı ve işkenceler... Evet, işkence...
“İnsanın insana yaptığı neyse, bu dünyada ateşin buza ve buzun ateşe yaptığı aynıdır.”
Romanın içinden geçen bu cümle, kitabın ruhunu çok iyi özetliyor.
Kitapta yer yer trajikomik sahneler de var. Özellikle çavuşun, Gülşen’den Sosyal Bilimler Ansiklopedisi’ni her gün karakola getirmesini istemesi, kocasının bu ansiklopedilerde ne sakladığını öğrenmeye çalışması… O yirmi ciltlik dev ansiklopediyi karda kışta her gün taşımak, tam anlamıyla hem zulüm hem de cehaletin bir göstergesi. Okurken içimden şu geçti: “Bu ülke ne çok kan kusturmuş böyle…” Doğu’da yaşanan acılar, suskunluklar, çaresizlikler... Ve tüm bu acılar sonunda, nefret kusan bir insanlık bırakmış geride.
Acılar birbirini doğuruyor, insanlar da insanları. Ve elbette, coğrafya kader oluyor. Hukuksuzluk, yoksulluk, açlık... Bunların hepsi, başka acılar doğuruyor. Yazar bunu çok çarpıcı bir şekilde dile getiriyor:
“Dünyanın en büyük meselesi açlıktır. Açlık olmasaydı, bu düzen de olmazdı.”
Yazar, belki de tüm bu düzenin kökeninde açlığın olduğunu söylüyor. Ama bir yandan da bu fikri kendisi çürütüyor. Çünkü insan, başlı başına bir bela gibi görünüyor. Açlık olmasa da bir şeyler bulup kendi türünü yok etmeye, ona zarar vermeye devam edeceğini düşünüyor.
“İnsan çok büyük bir beladır. Sevimli bir bela. Düşünsene, dünyaya en fazla yetmiş – seksen yıl için geliyoruz. Bu kadar kısa bir süre için birbirimizi yiyoruz. Neden? Bu geçiciliği anlamayacak insan olabilir mi? O zaman neden hâlâ birbirimizi yok ediyoruz?”
Roman, halk hikâyeleriyle, yer yer gerçeküstü ögelerle de zenginleşiyor. Bu sayede Sus Barbatus, sadece politik ya da sosyolojik bir roman olmanın ötesine geçiyor; edebi anlamda da çok katmanlı, güçlü bir yapı kazanıyor.
Romanın devam ciltleri için büyük bir heyecan içindeyim. Ç. Köyü’nde olaylar nasıl gelişecek, karakterlerin hikâyeleri nereye varacak çok merak ediyorum. Şunu gönül rahatlığıyla söyleyebilirim ki Sus Barbatus, sadece Türk edebiyatı için değil, dünya edebiyatı için de büyük bir armağan.
Savaş ve Açlar, Gazap Üzümleri, Bereketli Topraklar Üzerinde; okurken arada kitaptan kafamı kaldırıp soluk alma ihtiyacı hissettiğim kitaplar. Sus Barbatus da öyle oldu, sanırım benim soluğumu en çok açlığın çaresizliğini okumak kesiyor. Kitapta da bolca vurguluyor, “Allah insanı hiç acıkmayacak şekilde yaratsa ne olurdu?” Şüphesiz, dünya bambaşka bir yer olurdu.
Ben, çaresizin, yoksulun zıvanadan çıktığı, kendi adaletini tesis ettiği, itiraz ettiği düzeni en çok seviyorum. O yüzden Orhan Kemal okumayı da çok seviyorum galiba, yoksuldan bir de düzene uyum, “yüksek ahlak” adı altında boyun eğme beklememek tam benim adalet tanımıma uygun. Her şeyi elinden alınmışların hiçbir şeyi yoksa da itirazı olsun.
Sus Barbatus, kışın çetin şartlarında kaderine terk edilmiş ama devletin ceberut nefesini ensesinde hisseden görece örgütlü insanların ve bu insanlarla birlikte yaşayıp tek derdi hayatta kalmak olan diğerlerinin iç içe geçmiş hikayelerini anlatıyor.
Daha önce de çok yazıldığını tahmin ediyorum; artık kitapları okuduktan ve kendi yorumumu yazdıktan sonra diğer yorumları okumaya karar verdim, yazılanların kendi fikrimi tarafsız oluşturmada negatif etkisi olduğunu fark ettim; kitabı okurken kış içinize işliyor. Ancak bir noktadan sonra içim kıyıldı okurken, bir elli sayfayı falan atlamak istedim. Ki olay anlatısı beklentim daimi değildir, tasvir okumayı da severim.
Bir de yazarın kendine has cümle yapısı beni çok zorladı. Bu noktalamadan hoşlanmadığımı söyleyebilirim. Bir noktadan sonra da azaldı gibi tespit ettim, yazar da sanki o zorlamayı bırakıp kurallı cümle yapısına geri döndü yahut ben alıştım, bilemiyorum. Ben kurallı ve düzgün kurulmuş cümleleri, dupduru Türkçe okumayı çok seviyorum, aksi zorlama geliyor, gözümü çok tırmalıyor.
Serinin devamını merakla okuyacağım. Bu sene yine hedeflerimin çok gerisinden geliyorum ama okuma temposunu bir tutturunca da aynı zevki hayatta başka hiçbir şey vermiyor. Bir süre Zeynep, Aynur, Mustafa Hoca, Kenan, Faruk ve diğerleriyle meşgul olacak zihnim ve zihnimin bu meşguliyetlerine, kendi dünyamdan çıkıp yazarın açtığı pencereden bir süre daha bakmaya bayılıyorum.
Sakalli domuzlar, kirmizi kartallar, deliren atlar, mavi gözlü kurtlar, koca boynuzlu geyikler... Kursun gibi kar, hancer gibi buz, kayalar gib katilasmis sürekli gürleyen bulutlar... Ve karadan daha kara böyle bir kisin ortasinda aclikla bogusan, sevgi ve iktidar pesinde insanciklar... Umut asilayan, cok iyi bir roman Sus Barbatus.
uzun zamandır bu kadar kalın bir roman okumadığımı söyleyerek başlamak istiyorum. sus barbatus 2'nin yky'den çıktığını gördüğümde ilk kitabın da yayınevine geçişini beklemeden hep kitap basımını aldım. başladığım günden itibaren karlı bir sabaha uyandım. kitabın atmosferine de uygun bir okuma serüveni geçirdiğim için mutluyum. yoğun bir dönemde başladığım ve yazarın tarzına da hiç alışık olmadığım için yavaş bir okuma oldu ama son 150 sayfanın da nasıl aktığını anlayamadım.
benden önce yazılan yorumlarda da çoklukla bahsedildiği üzere bu bir kış masalı. kitapları mevsimlere göre okumayı seven okurlara önerim; ilk kitabı kış mevsiminde okumalarıdır. :) kar, rüzgar, bulutlar kısaca doğaya özel güzel karakter verilmiş ve insanların arasına öyle güzel serpiştirilmiş ki okuduğum anlarda hep battaniyeye sarınmak zorunda kaldım. bazı yerlerde hayal ve gerçeği ayırt etmekte güçlük yaşadım. 2018'de gittiğim kars'ı bana tekrar yaşattı. arka plandaki siyasi olaylarla hikaye ayrıca perçinlendi. bir yandan da bende nbc filmlerinden en sevdiğim olan bir zamanlar anadolu'da etkisi yarattı. karakterler zihnimdeki senaryoda çok güzel yer edindi. öyle ki son sahnede evde gerçekleşen olayda 'ayyy' diyip kitabı hemen kapattım, bazı yerlerde gözlerim doldu.
yazar hakkında bazı videolar izledim. edebiyatımızın güçlü kalemlerinden biri olduğu görüşüm desteklendi. elimde geçen hafta aldığım ikinci cilt de var. bu bir üçleme olduğu için ve son kitabın da ne zaman çıkacağını bilmediğim için şu an devam edip etmemekte kararsızım.
Domuzun ruhu insana girebiliyor ve yükselebiliyorsa atın ruhu neden at öldüğünde kayboluyor? Metafizikte bile tutarlılık arıyor insan. "Başı olmayan insan nasıl görebiliyor" diye soruyorum çocuk aklımla, cevabını bulamıyorum. Romanda soğuk, buzlu kar havasını hissetmemek mümkün değil. Dili etkileyici olmasa sonunu getiremezdim. Mantıksızlığa tahammül edemediğimden sonraki ciltlerini yakın gelecekte okuyabileceğimi sanmıyorum.
"Yüzümüzde çiziklere yol açan çaresizliklerimizdir."
Çok çok iyi bir giriş bölümüne, umut dolu da bir sona sahip, karın, donun soğuğunu, şu sıcak yaz günlerinde, bana, iliklerimde hissettirmeyi başarmış, insanın doğayla değil de insanla uzlaşmalığını, karşındakinden kuşku duymayı, sevdiğinle gurur duymayı, güçlünün karşısında dik durmayı, roman 1979'da geçiyorum dese de yarattığı atmosfer itibariyle yetmişlerin sonuna tekabül ettiği düşünüldüğunden seksenler halet-i ruhiyesi çerçevesinde güzelce tasvir ettiğini düşündüğüm yazarın okuduğum ilk "romanını" beğendiğimi belirtmekten kıvanç duyarım.
Sözü fazla uzatmadan son söz olarak da diyebilirim ki okuduğum en iyi sonlardan biriydi. Hatta en iyisiydi. Bir roman böyle bitmeli dedirtti. El arabasının üstünde sabırla bekleyen Sus Barbatus misali sabırla okuduğum kitabın sonu selametle geldi ve de gülümseterek geçti. Kenan'ın iyimserliği bana da geçti ya da üzerime sesinden vurulmuş Sus Barbatus sabrı, sükuneti ve bilgeliği çöküverdi. Karlar yağdı başıma, elim ayağım ayaza kesti okurken, bazen hayat kısaydı nedense ya da nedeni vardı bu kısalığın ve aniden geliyordu gelecek olan. Ama yaşamak hırsı ağır basıyordu en nihayetinde ve de okumak hırsı bazen.
Bir başka ve son son söz olarak da Kenan ile Zeynep'in iki kişilik dünyalarının tasvir edildiği kitabın ilk sayfalarını okurken böyle bir dünyanın mümkün olan tüm dünyalardan daha iyi ve dürüst olduğunu düşündüm durdum kendi kendime.
Tavsiye ederim ve iyi okumalar dilerim. Özellikle de güneşli havalarda okumanızı şiddetle tavsiye ederim.
Son dönem okuduğum bir çok çağdaş Türk edebiyatı kitaplarından farklı olarak asla hayal kırıklığına uğratmayan, matematik gibi işlenmiş, kitabın ismi bile bir sakallı domuz ailesinin latincesi olmaktan çıkarıp başka bir anlama taşınmış yazar tarafından. Bu kitaba sadece kar kış kitabı diye de bakmanın hatalı bir bakış açısısı olduğunu düşünüyorum. Bu kitap politik bir duruşu olan ve bu destansı bir anlatımla ortaya konmuş gerçek bir edebiyat kitabı.
Kitapta hayvanlarla ilgili kısımlar ne kadar masalsı ve gerçek dışıysa insanlarla ilgili kısımlar da bir o kadar gerçek. Karakterler çok sahici.
Daha önce Faruk Duman okumamıştım. O yüzden bu tekrarlamalar, tuhaf yerlerdeki tuhaf vurgular yazarın her zamanki üslubu mu bilmiyorum ama bu kitaba yakışmış bence bu dil.
Ulkemizde her kaybettigimiz bir kiymette sevgili Yasar Kemal’in "Demirciler Çarşısı Cinayeti"’nde gecen “… o iyi insanlar, o dünya güzeli atlara... o yiğitler, o her birisi kaplan örneği şahinler, o ceren gibi atlara bindiler de başlarını aldılar gittiler. bir daha, bir daha hiç gelmeyecekler. hiç, hiç, hiç! demirin tuncuna, insanın piçine kaldık…” cumleleri kullanilir. Buna kismen katilmiyorum. Elbette her kiymet aramizdan ayrildiginda yerleri doldurulamaz bir bosluk birakiyor. Ancak her donem kendinden onceki donemlerin ayak izlerinden yola cikarak yeni degerler olusturuyor.
Bana gore edebiyatimizda Yasar Kemal’in, Fakir Baykurt, Orhan Kemal, Kemal Tahir gibi degerli yazarlarin actigi yolu takip edip kendi yolunu olusturmaya calisan yazarlaran biri ve belki de en basta gelenlerinden biri Faruk Duman olsa gerek. Yazarin SUS BARBATUS! uclemesini okuyanlariniz olmussa ne demek istedigimi anlamistir umarim.
Kitabin cikis noktasi enetresandir. Yazar Artvin'de dinlemis oldugu bir anidan yola cikarak kitabi yazmaya karar veriyor: "Yoksul bir adam, bir domuz avlamaya karar verir..."
Kitap 1979-1980 yilinin kisi, ilkbahari ve yaz mevsimlerinin etrafinda doga, mevsim gecislerini temel alarak, donemin yoksulluk, koylu, egitimli, feodalite, askeri ve siyasi, kisacasi toplumsal yonlerini yansitip 12 Eylul Darbesi’nin hemen oncesinde bitiyor.
Ilk kitap bir avci hikayesinin etrafinda bir kis hikayesini anlatiyor. Kenan karakterinin yoksullugun verdigi caresizlikle SUS BARBATUS’u avlamaya cikmasi ile baslar olaylar. Kitabin ilk 100 sayfasinda bir aksiyon olmaz ancak doga, kar, soguk oyle bir tasvir ediliyor ki yazarin Turkce’yi kullanma tarzina hayran kaldim. Zaten butun bir kitap boyunca battaniye, sicak cay, soba ihtiyaci duyuyorsunuz. Zira kitap sizi kemiklerinize kadar donduracak.
Ikinci kitapta ise bahar geliyor ama ne geliyor. Iliklerinize kadar islanacaksiniz. Sizde bir semsiye altina, kapali bir ortama siginma istegi uyandiracak. Karakterlerden Jilet’in buyulu kus DILBER’i bulmak ugruna verdigi verdigi mucadelede insanin dogayla savasina degil, nasil da dogayla butunlesip doganin ta kendisi olduguna tanik olacaksiniz.
Ilk iki kitapta basrolde doga yer alirken, ucuncu kitapta ise doga degil insana dair olaylar on planda yer aliyor. Aynur’un, Toprak’in Mustafa Ogretmen’in, Gulsen’in ve diger karakterlerin, genclerin A. Daglarindan, koyden sehire gelerek askeriyenin, feodalitenin golgesinde miting planlamaya calismalari anlatiliyor.
Kitaba dair onerilerim; 📚ilk kitabin ilk 100 sayfasi yukarida dedigim gibi aksiyonsuz gececek ancak cok guzel kis tasvirleri yer aliyor tadini cikarin. Ilk iki kitap ozellikle detaylari ile sizde orada olan biten olaylari tanik oluyormussunuz hissi verecek. Cok sinmatografik bir kitap. Bu sekilde benzer bir tadi Madeline Miller'in "Akhilleus'un Şarkısı" adli kitabinda almistim. Sanki siz bir ekranin karsisina kurulmussunuz ve bir film gibi olan bitene tanik oluyor, kimi yerinde ise icinde yasiyormussunuz hissine kapiliyorsunuz.
📚Uclemede kalabalik bir karakter listesi var, ilk kitaptan itibaren kim kimdir okudukca yazmaya baslayin yoksa kafaniz karisacaktir. Ancak YKY editorleri biraz isguzarlik yapmis. Zira kimi yerlerde sadece kelime basim hatalari degil ayni zamanda karakterleri de karistiriyor.
📚Kitabin yazim dili alisilmisin biraz disinda. Nasil derseniz, iste boyle derim. Ama okunuyor. Okunuyor. Cunku akici. Akici. Once biraz zorlanacaksiniz. Sonra alisacaksiniz. Alisacaksiniz. Cunku. Cunku kendisini okutmasini biliyor. Kendisini okutuyor.
Bu arada her kitap ortalama 500 sayfa onu da eklemeyi unutmayayim.
📚Uc kitapta da pek cok turkunun dizeleri gececek, elinizin altinda Google, YouTube, Spotify hazir olsun. Yapabilirseniz her turkuyu farkli sanatcilarin yorumundan dinleyin ve bir bakmissiniz ki bir SUS BARBATUS! muzik listeniz olmus.
Ucleme boyunca Anadolu’da yasamis ozanlar, masallar, asiklarin isimleri de gecmekte. Bunlardan biri de Asik Senlik olup Kars’ta onun icin bir belgesel de yapilmis. Merak edenlerimiz icin yorumumun en alt kismina linkini birakiyorum.
Bazen kimi kitaplari muzikle ozdeslestirme huyum oluyor. Bu uclemede, icinde gecen turkuleri saymazsam kafamdaki kasetcalar ilk kitap icin Grup Yorum’un giristeki bozlagi Muharrem Ertaş’in seslendirdigi "Yarın Bizimdir", ikinci kitap icin acilisi Cavit Murtezaoğlu & Feryal Öney’in "Bozatlı Hızır"'i calip durdu. Zira ikinci kitabin baslarinda CENNET adli bir at vardir ki tam da Hizir gibi yetisir.Kitabin devaminda yine Grup Yorum’un "Dağlara Gel" ve son kitapta de yine Grup Yorum’un "Devrim Yürüyüşü" sarkilarini calip durdu.
Kitapta buyulu gerceklik var, pek cok kultlesmis, klasiklesmis kitaplar uzerinden edebiyata, insana dair anlatimlar var. Beni en etkileyen kisim ise ilk kitapta Sefiller’den yaptigi alintilarda Şükrü Erbaş’in "Köylüleri Niçin Öldürmeliyiz?" adli siirini cagristirmasi oldu. Belki de kitaptaki devrimci genclerin ve ozellikle Mustafa Ogretmen’in iflah olmaz umutlari ile koyluyu degistirme, donusturme cabalarinin anlatilmasi Sefiller’den yola cikarak bana bu siirini hatirlatti bilemiyorum.
Ucleme boyunca yazar aralara minik kissalar, masallar serpistiyor. Tipki Asik Senlik ve bu cografyada yasamis diger asiklar, degerler gibi, bu masallar bende daha once Sakarca kitabi icin yazdigim yorumda yer alan su hissi verdi: “Fakir Baykurt’un Sakarca kitabıni yazmasına vesile olan müzik öğretmeni dostu Veysi Arseven demiş ki; “Folklorumuz gür bir kaynaktır. Türkülerimiz, masallarımız büyük varsıllıktır. Sanatçılarımız bunları seçip işlese, ortaya dünya çapında yapıtlar çıkar.” Kısmını gördükçe aklıma gelenler birincisi sevgili Yaşar Kemal’in de uzun yıllar önce nerede okuduğumu maalesef hatırlayamadığım bir ropörtajında da benzer bir söylem vardı (emin olmamakla birlikte Kafa Dergisi olabilir). Ki Yaşar Kemal Fakir Baykurt’un kendi gibi uluslarası edebiyatta yer alması için de oldukça büyük çaba göstermiştir (Bunu da emin olmamakla beraber Cumhuriyet Gazetesi’nde okudum diye hatırlıyorum). İkincisi Frozen (Karlar Ülkesi) filmi ile ilgili bir belgesel izlemiştim eski masalları, Disney filmlerini nasıl günümüze, zamanın gerçeğine adapte edebiliriz diye. Zira eski masallara bakınca ne Pamuk Prenses, ne Sindirella ne de diğer prenseslerin artık birer prens tarafından kurtarılması gerekmediğini, herkesin evlenince hayatlarının mutlu bir yaşantıyla devam etmediğini, herkesin zengin olamayacağını, “güzel” olamayacağını, üvey annelerin kötü olmadığını biliyoruz. Ama yine de bu masallar bünyelerinde bu konuları barındırıyor diye sırtımızı dönemeyiz. Ve Frozen’da aslında kötü diye bilinen Karlar Kraliçesi masalından yola çıkılarak yazılan bir senaryoda karakterin kişiliği değiştirilerek yapilan film tüm zamanların en önemli çizgi filmlerinden biri oldu. Bizler de günümüz kültüründe evrenselden yerele inecek olursak Keloğlan, Dedem Korkut, Şahmaran ve daha nice hikayelerden, masallardan yapılan değişkliklerle ne hikayeler çıkarırız aslında. Kısacası masallar günümüz zamanın koşullarına göre değerlendirilip çocuklara aktarılmalı, unutturulmamalı. Bunlar anlatıldıkları, dinlendikleri ülkelerin, toplumların kültürlerinin birer parçası olup, özellikle çocukları, genç yetişkin adaylarını kutunun dışına çıkarıp düşünmelerine teşvik etmek için, sorgulamak için, üretimlerine katkıda bulunmak için arada karşılıklı farkındalık yaratacak şekilde çocukların anlayacağı sadelik ve mantık ile okunup anlatılmalı diye düşünüyorum (kişisel görüşüm olup karşıt görüşleriniz varsa lütfen yazın, bilmediğimiz veya yanlış bildiğimiz yerlerde öğrenip geliştirelim kendimizi).”
Yazar ucleme boyunca uclemeye dair resim calismalarinda bulunmus ve bu resimlerle beraber uclemenin Yapi Kredi Yayinlari’ndan cikan kitaplarin yeni baskilarini resimleyen Selin Saygılı’nin, cizimlerinin baskilarinin da dahil oldugu bir sergi acmis 2022’de. Yanisira bazi kitap tanitimlarinda uclemede adi gecen turkuler icin ona bir muzik grubu eslik ederek bu turkulerle kitabin tanitima katkida bulunmuslar. Kisacasi hem goze, hem kulaga hem ruha hitab eden bir ucleme SUS BARBATUS!
Uzun bir zamana yayılan, gıdım gıdım tadını aldığım bir okuma oldu ve çok beğendim. En son, son dönem Türk romanlarından 4 Hane 1 Teslim’i bu kadar sevmiştim. Bu, ondan daha da “bütün” bir roman. Ha “olmasa da olurmuş” dediğim yerler de var ama hiçbir şey sırıtmıyor. En önemlisi, o nasıl mahir bir dil kullanımıdır, bayıldım. Bir de bu kitap bana, Dağın Öte Yüzü üçlemesini okurken hissettiklerimi hissettirdi. O his için bile okumaya değer.
Yarım akıllı, temiz kalpli Kenan'la başlayıp yine onunla bitirdik ilk kitabı. İki kelime yetecektir düşüncelerimi anlatmaya: Duygular şelale... Yazarın diline aşina olmadığım için sanırım, başlangıçta biraz sıkıldım ama bir kere alışınca hikâyenin nasıl aktığını anlayamadım. Okuyanların yorumu hem beklentimi yükseltmiş hem de sevmeyeceğime dair ciddi bir önyargı oluşturmuştu. Lakin hak verdim, sevilmeyecek tarafı yok. Tavsiye ederim. =)
Kar, kar ve kar... Kardan ve soğuktan içim şişti evet, fakat şiştikçe keyifli bir hâl aldı. Edebî doyumu yüksek bir roman. Yazarın üslubu, anlatımı oldukça etkileyici. Ne yazsa okutacak gibi görünüyor. Yine de romanın kasvetinden uzaklaşmak için ikinci kitaba geçmeden önce bir ara vermem gerekiyor.
Bu kadar fazla siyaset barındıran bir kitabı bu kadar seveceğimi hiç tahmin etmemiştim. Yazarın yapperlık yaptığı kitapları da pek sevmem normalde ama hiç sıkılmadım okurken o kadar akıcı ve eğlenceliydi ki. Üstüne olaylar kışta, soğukta geçtiği için çok nostaljik bir huzur hissettirdi bana. Sıkılmamamda bölümlerin sayfa sayısının kısalığı da etkili oldu. Her şeyden önemlisi neredeyse tüm karakterleri benimseyebildim ve samimi geldiler bana, hepsinin de ayrı karakterleri vardı ve onları okumak, tanımak çok keyifliydi. İlk başta ee domuzu avladı bitti işte şimdi nolacak diye düşünmüştüm ama olayları uzatmayı ve devam ettirmeyi çok iyi başarmış, karakterler de birbirleriyle çok iyi bağlanmıştı. Bu kitabı bu kadar seveceğimi hiç düşünmemiştim. Sonu beni biraz şaşırttı ve okuması garip hissettirdi.
Ne güzel bir roman! Yazarın üç cilt olarak tasarladığı serinin ilk cildi. 1979 kışında Kars kırsalında geçiyor. Faruk Duman'ın doğa tasvirleri, karlar altındaki köy ve kasaba yaşamını, buradaki insanları anlatışını çok sevdim. Kenan, Ç. kasabasında yürürken kasabaya çökmüş olan isi, kurumu kokladım, köy-kasaba arasındaki yolda üşüdüm.
Vay vay vay!! Son zamanlarda Türk edebiyatından okuduğum en güçlü eser. 570 sayfayı sıkılmadan her sayfayı merak ve keyifle okumak da bir nimet. Faruk Duman, Dildeki üslubunu çok lezzetli bulduğum ve bana göre Türk edebiyatında ‘doğa teması’ boşluğunu dolduran yazarlardan. Bir yanda amansız kış mevsiminde hayatta kalmaya çalışan, açlıkla ve doğayla mücadele eden insanları okurken, aynı zamanda 80 darbesinin hemen öncesinde, canları pahasına ideolojilerini savunan devrimci gençlerin hikayesine tanık oluyoruz. Çavuşun emriyle, evdeki ansiklopedileri günlerce karda bata çıka, bir eve bir karakola taşıyan Gülşeni okurken, babamın bana anlattığı o dönem evinde bulunan kitaplar yüzünden yaşadığı sıkıntılar aklıma geldi. Aysel karakterini ve onun efsunlu sözlerini sevdim. Sefiller ve Yaban kitaplarına hatta belki Old Major’e göndermeler... Atmosfer ve doğa tasvirleri öyle güzel ve gerçekçiydi ki (ya da büyülü gerçekçi mi desem:) yaz sıcağında bile okurken adeta üşüdüm. Klasik tadındaki bu güzel eser için sevgili Faruk Duman’a teşekkürüm bir borç, eline zihnine sağlık.
okuduğum ilk faruk duman kitabı. kitabı bitlis'e ilk kar tanesi düştüğünde okumayı istiyordum ancak kitaplıkta o kadar çok göz göze geldik ve kitap bir zamandan sonra zihnimi o kadar meşgul etmeye başladı ki, dayanamadım ve okudum. iyi ki de okumuşum. sus barbatus ve faruk duman'ı en çok merak etme sebebim yazarın ve kitabın ince memed ve yaşar kemal ile benzerlik barındırdığına dair okuduğum yorumlardı. her ne kadar kitabı ince memed ile çok bağdaştıramasam da yazarın kullandığı dil yaşar kemal'den ne kadar çok etkilendiğini gösteriyor. bu da beni çok mutlu etti. köyde yaşayan insanların sadece devlet ile değil doğayla da girdikleri mücadeleyi yazar o kadar iyi anlatmış ki okurken kimi zaman ben de hem sorgu odasında bekir komutan ve askerlerine hesap verdim kimi zaman da soğuktan tir tir titredim. ikinci ve üçüncü kitaplara da yakın zamanda başlamayı düşünüyorum.