“O’yu [Hakkâri’de Bir Mevsim] sadece gerçekçi bir roman olarak saymak yetmez, gerçeğin inanılmaz bir düşe dönüştüğü, şaşırtıcı bir öyküdür bu. Ferit Edgü’nün gerçek bir yaşamı, bir roman yaşamına çevirmesindeki beceriye hayran oldum. Çünkü ‘O’ gözlem gücünü, anlatı ustalığından alıyor.”
1936’da İstanbul’da doğdu. İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi Resim Bölümü’nde başladığı öğrenimini Paris’te sürdürdü. 1976-1990 yılları arasında, kurucusu olduğu Ada Yayınları’nda, çağdaş Türk ve dünya yazarlarının, şairlerinin yapıtlarını yayınladı. Edebiyatın çeşitli alanlarında onlarca ürün verdi. "Bir Gemide" adlı kitabıyla 1979 Sait Faik Armağanı, "Ders Notları" ile 1979 Türk Dil Kurumu Ödülü, "Eylülün Gölgesinde Bir Yazdı" ile 1988 Sedat Simavi Edebiyat Ödülü’nü aldı. Abidin Dino, Yüksel Arslan, Bedri Rahmi, Eren Eyüboğlu, Füreya, Aliye Berger, Ergin İnan gibi sanatçılar üzerine yayınlanmış kitapları vardır.
Herkesin bildiği, pek çok idarecinin görmezden geldiği ve bizim de artık kanıksadığımız bir durum vardır ülkede. Doğuya atanan kimi memurlar, çoğunlukla güvenliği, bazen uzaklığı, bazen de sosyal hayatın eksikliğini düşünerek buralara gitmek istemez, en kısa yoldan "batıya tayinleri" için bir torpilin peşine düşerler. Yakın zamanda torpilin yerini almaya aday yeni bir yasal düzenleme getirildi. Bu yeni evlilik düzenlemesiyle, eşlerden birinin diğer eşin çalıştığı kente kolayca tayin edilebilmesinin önü açıldı. Bu da beraberinde bizim kurnaz halkımıza yeni bir ekmek kapısı açtı; "parayla yapılan formalite evlilikler. Bu hayalin peşinde olan öğretmen bir arkadaşımız vardı; hatta formalite evlilik için de ülkenin batısından müstakbel damat adayı belirlenmiş, anlaşma da sağlanmıştı. Lakin arkadaşları olarak biz, doğuda kalmasını istiyorduk; çünkü atandığı okul benim ilkokulumdu. Belki biraz bencilceydi ama yıllar öncesinde, tıpkı benim zamanımda olduğu gibi yine çok fazla öğretmen eksikliği ve boş geçen dersleri vardı eski okulumun. Haliyle kızcağızı biraz korkuttuk; "Yahu delirdin mi, böyle parayla evlilik yapılır mı?" "Tanımadığın birine nasıl güvenirsin, hem öğrenilirse işinden olursun?" "Üstelik adam dul, 4 çocuğu var, ölürse 4 çocuk senin başına kalır" vs vs diyerek vazgeçirdik. Biz mi çok şom ağızlıydık yoksa adam mı çok talihsizdi, bilemiyorum; ama kör talihe bakın ki, gariban adam bu olaydan birkaç ay sonra elim bir trafik kazasında vefat etti, geride yakın akrabalarına 4 masum öksüz-yetim, bize de yıllarca sürecek bir vicdan azabı bırakarak.
Birkaç gün önce Ferit Edgü'nün "Doğu Öyküleri" isimli kitabını okuyunca maziden bu anı geldi aklıma. Hemen ardından kitabın öncülü sayılan "Hakkari'de Bir Mevsim" için bir koşu en yakınımdaki kitapçıya gittim. Yabancı bir ülkede bir Türk yazarın kitabını bulmak kolay değildir, üstelik bu yazar bende olduğu gibi burdaki birçok kitapçı/yayınevi tarafından göz ardı edilmişse. Uzun aramalar neticesinde, bilmem kaçıncı kitapçıda buldum kitabı. Ferit Edgü bir yıl "yedek subaylık-öğretmenlik" yaptığı kentten, "ben bir arkadaşa bakıp çıkacağım" bahanesiyle kaçmaya çalışmamış; tam tersine birgün kendini aralarında bulduğu, dillerini / kültürlerini bilmediği bu insanlara, bu yeni iklime ayak uydurmuş; bununla da yetinmemiş; yaşadıklarını, gördüklerini, kıyıda köşede kalmış insanlarını, olana-olmayana dair herşeyi tıpkı Nazım Hikmet'in "Memleketimden İnsan Manzaraları"nda olduğu gibi upuzun bir şiir/roman ortaklığında kağıda dökmüş.
Ömrümün en güzel 13 yılının geçtiği doğunun en şairane yüzünü okudum "Hakkari'de Bir Mevsim" ile. Kitap metaforlarla ve dolaylı anlatımlarla yüklü; "ayaklarında taşıt lastiklerinden kesilip biçilmiş ayakkabılar olan, giderek bazılarının ayağında ayakkabı bile olmayan, yani yalınayak, yalınayak ama karlar üstünde yalınayak" cümlesinden daha güzel anlatılamazdı yokluk ve yoksulluk. Ne diyebilirim ki, taşıyla toprağıyla, iklimiyle insanıyla, kurduyla kuşuyla, kışın kapanan yollarıyla ve her daim kuş uçmaz kervan geçmez ıssızlığıyla bir başına bırakılmışların hikayelerini Ferit Edgü'den, O'nun o eşşiz, içten ve samimi dilinden, okumanızı şiddetle öneririm. İyi okumalar...
Kafka, karabasanlarında gördü belki seni, ama adlandırmadı. (Ya da hiç girmedin onun düşlerine.) Bilseydi, senin gibi bir yer var yeryüzünde en korkunç kitabının konusu sen olurdun. Tolstoy bilseydi seni soyluluğundan bin beter utanırdı. Ve kimbilir belki yazarlığından -şimdi benim utandığım gibi- Avvakum bilseydi yakınında senin gibi bir kent olduğunu, Kafkasları aşıp çile çekmeye sana gelir, senin mağaralarında yaşardı. Dostoyevski sürülseydi sana Yer Üstünden Notlar'ı yazardı ya da Suç ve Suç 'u. (kitabın Önsözünden)
.Hoca benim kardeş hasta, diyor. -Nesi var? diyorum. .Ateşi var çok, diyor. Ölecek. -İlaç vereyim mi? diyorum. .Hayır portakal ver, diyor. Portakal yememiştir hiç. (kitaptan bir alıntı)
hem bu kadar şiirsel hem bu kadar sade olup insanı acaip bi kara büyünün; bir kabusun; bir çıkmazın içine hapseden ve bundan zevk aldıran acaba kaç kitap vardır.
Hakkari'de Bir Mevsim kitabına yapılan incelemeler benim için ikiye ayrılır: Öğretmenler tarafından yazılanlar ve öğretmen olmayan kişiler tarafından yazılanlar. Bu inceleme öğretmen olmayan bir kişinin bakış açısından yazılmıştır.
Yokuş aşağı merdivenlerden iniyoruz. Tepemizden kafamıza, yüzümüze inadına düşen bir yağmur, omuzlarda taşınan onlarca yılı inadına daha da ağırlaştırıyor. Kulak misafiri olmaktan kaçınamadığım bir ses ise arkamdan kendimden kaçmaktan yorgun düştüğüm bana : "Kaç kaç nereye kadar, kara toprağa gireceük bir gün." diyor.
Kara toprak. Kapkara. İçindeyken kendisinden başka hiçbir şeyin görünmediği zifiri karanlıkta bir mekan. Edgü de sanki bunu bilircesine kitabında "Ne kadar kısa yaşıyoruz, ne kadar uzun ölüyoruz." diyor. Sanki Hakkari'de Bir Mevsim'i okumaya başladığım gün dedemin vefat ettiğini bilircesine bana sesleniyor gibi. Sanki bugüne kadarki yaşamım 1 saniye uzunluğundaymış da sadece bugünüm fragmanı önceden hazırlanmamış bir film gibi.
Hakkari'de Bir Mevsim, kendimizi ararken onları/başkalarını/başka insanları bulduğumuz hayat hikayelerinden sadece biri. Çünkü ancak ölümle karşılaştığında düşünüyor insan etrafında olup bitenleri tam olarak sorgulayamadığını. Ancak o zaman tekrar dank ediyor kafasına bazı ölümlerin hiç sorgulanmadığını -sorgulanmaktan bile kaçınıldığını-, bazı kefensiz gömülen bebeklerin ve Doğuda doktorsuz ölen kulların Selda Bağcan'ın da dediği gibi gazetelerde hiç yazılmadığını ve siyahın bir tutam toprağa, küçük bir sınıfa, hayat boyu bir kadere, aklı başında insanların dünyasında çıldırmalara bir sıfat olarak gelebilecek bir kelime olabileceğini.
Sanki Doğu'ya doğru gidildiğinde geriye kalan yol ile dertler arasında bir ters orantı var. Ne kadar Doğu, o kadar dert. Ne kadar Doğu, o kadar umursamazlık ve imkansızlıklar. İnsanların o zaman bir bildiği vardı. Her şey ulu orta bahsedilmezdi, elalem denilen batıl inancın duyma olasılığı vardı. Böylece dertler her zaman içlere atıldı. Sadece dedemin dertlerini duyabilmiştim ben de bugüne kadar. En azından yüreğimle dinleyip hissettiğim ve anılarına değer verebildiğim tek o vardı. Çünkü kitaptaki gibi sırtında neden tüfek olduğunu sorgulamayan insanlar gibi o da elinde neden tüfek var sorgulamıyordu. Sorgulamasına gerek de yoktu. Ferit Edgü de öyle diyordu zaten : "Hiçbir şey alınyazısı değildir, yavrularım. Bu kadar."
Denize kıyısı olan bir şehirde yaşayan bir insan olarak deniz denilen şu uçsuz bucaksız doluluğu her gün göreceğimin garantisi var iken Ferit Edgü'nün Hakkari'de Bir Mevsim'iyle beraber denizsiz ve sürekli deniz özlemi çeken bir adam olmuş iken sorunum sadece kendimi başkalarının yerine aynı okuduğum şu şiirsel romanın öğretmeni gibi çok iyi koyabilmemdi. Dediğim gibi, "Seni senden iyi tanıyorum." cümlesini kurabileceğimiz insanlarla olabilmek için aslında ne diğer insanlarla konuştuğumuz dilin aynı olması ne de giyindiğimiz, yediğimiz, içtiğimiz şeylerin aynı olması gerekiyordu. Dert ortaklığıydı bu işte. Dertlerin ortak bir diliydi sanki bu kitap. Nasıl ki bir Magna Carta 1215 yılında kralın ilk kez yetkilerini sınırlandırabilmişse, Ferit Edgü de Hakkari'de Bir Mevsim'iyle 1977 yılında valilerin, muhtarların, üst kısımdakilerin yetkilerini sınırlandırmıştı. Denemişti ana karakter. En azından denemişti, diğerlerinin yapmadığını yapmıştı. Dertlerin en derinini, en siyahını, en çaresizini koymuştu önümüze çünkü. Çaresizlikti çünkü coğrafi terimlerden izole olan tek şey. "O" en azından bu çaresizliği aşmayı denemişti, diğer kimsenin denemediğini.
Siyah ise en güzel renkti hala. Siyah her zaman en güzel renkti. Hiçbir şekilde pas vermeyen, rengini belli etmeyen, ne sol ne sağ ne orta ne düz hiçbir yönü olmayan, üstünden milyonlarca çeşit renkte bitkiler çıkıp da milyarlarca ölüyü besleyip, bağrına basıp, bütün dertlerini içine çekip hala olgunluğunu koruyabilen bir renkti "o".
Fakat biz ölen bebeleri, kefensiz gömülmeye maruz bırakılan bu kitaptaki ve şu düşle gerçek hayatın arafındaki bütün bebekleri unuttuk. Umursamadık. Umursamamız için bir sebebimiz yoktu. Ev sıcak, karınlar toktu. Hal böyleyken kendimizden başkalarını düşünmemiz için de bir fırsatımız yoktu.
Hakkari'de Bir Mevsim, hem Edgü'yü hem de kendinizin hayat gerçekliklerini tanıyabileceğiniz bir kitap. Eminim ki Edgü de siyah rengi benim sevdiğim kadar seviyordur. Arayış, arayış ve arayıştır siyah. Kendinle barışıklıktır daha doğmamış bir bebekken gözlerimizin açılmadığı ve henüz ölmüş birinin gözlerini kapadığı o bilinmezlik gibi. Çünkü kapkara bir toprağın, evet evet kapkara bir toprağın, dert dolu, yağmur dolu, sevgiliye, mescide, savaşa, günaha, eyleme yürüyen ayakların sesleriyle dolu kapkara bir toprağın rengi nasıl sevilmezdi?
Kitabın değerinden bir şey eksiltmemekle birlikte gözüme çarpan bir şeyi belirtmek istedim. Kitabın başındaki epigrafın alıntılandığı Carlos Castaneda'nın ismine bugünlerde okumakta olduğum İnekler, Domuzlar, Savaşlar ve Cadılar Kültür Bilmeceleri kitabında rastladım. Anladığım kadarıyla Casteneda antropoloji dünyasında bir ara fırtına gibi esmiş ama Marvin Harris'in belirttiğine göre Casteneda'nın hayatına dair bilgiler ve eserlerinde belirttiği hususlara ilişkin çeşitli şüpheler var. Casteneda ve arkadaşları sonradan kült benzeri bir yapı kurmuşlar zaten.
Ferit Edgü'yle tanışma kitabım. Oldum olası Doğu ve Güneydoğu'yu merak etmişimdir. Kitapta sanki ben de ordaymışım gibi hissettim. Samimi, akıcı ve şiirsel bir anlatımı var. Öykülerini şimdiden listeme ekledim.
Edebiyat zevkine güvendiğim çok kişinin tavsiye ettiği “Hakkari’de bir Mevsim”, altı yıldır kütüphanemde bekliyordu. Her iyi kitabın bir zamanı varmış ve okurun o kitaptan en çok etkileneceği bir mevsim. Benim için 2021 baharı mesela.
“O”, kendine, hayatına, geçmişine yabancı bir sürgün. Hakkari'de bir dağ köyünde başlayan sürgün mevsimi, O'nun için, hem geçmişine hem de geleceğine yani tamamen kendisine uzanan düşlerden bir yol sunuyor. Diller birleşiyor, yolları kapatan karların erimesiyle, yalanların üstündeki örtü de kalkıyor. Denizci teknesine binip gidiyor.
Bu kitabın bir benzeri daha var mı bilmiyorum. Şiirle öykü, düşle gerçek bir arada. Üstelik, yaşananların tüm hoyratlığına, acılığına rağmen cümleler karamsar değil . Elimden bırakamadan okudum. Her yıl bir defa okunacaklar listemde artık.
Sorarlarsa bir gün "ne tür maceralar yaşadın hayatın boyunca ?" diye , bu kitabı okudum diye cevap vereceğim. Hem yürüdüm, hem üşüdüm, hem at sırtında yol aldım, hem öğrettim, hem öğrendim. Kısaca, yaklaşık 200 sayfa boyunca şairane işlenen bir yaşanmışlığı tek solukta bitirdim.
Üç günlük tatil kitaplarımı bitirince ne yapsam ne yapsam derken kız kardeşimin yanında Hakkâri'de Bir Mevsim'i getirdiğini gördüm. Ne zamandır Ferit Edgü ile tanışmak da isteyince "Haydi Cemre, al sana fırsat" deyip başladım ve bitirene dek de bırakamadım.
Okurken Edgü'nün yanında, o karla kaplı, ıssız kasabada gibi hissediyorsunuz. Siz de onunla derse giriyorsunuz, çayınızı içiyorsunuz, bir şeyler yapmaya çalışıyorsunuz. Edgü okuyucuyu gerçekten hikâyesinin içine çekiyor bu şiir/öykü/romanıyla. Bunu yaparken de herhangi bir ajitasyona başvurmuyor, herhangi bir kimseyi tamamen yüceltme ya da tamamen yerme çabalarına girişmiyor. Neyse onu veriyor. Bu da bence okuyucuyu iyice etkiliyor.
Beni biraz olsun takip ediyorsanız ne kadar geveze olduğumu biliyorsunuzdur, yeri geliyor burada paragraflarca laf kalabalığı yapabiliyorum kitap eleştirisi yazacağım diye. Ancak bazen -nadiren- öyle bir kitap çıkıyor ki karşıma değil hakkında bir şeyler yazmak, tarif etmek bile oldukça zor geliyor bana. Hakkari'de Bir Mevsim de bu kitaplardan biri.
Aslında kusursuz bir roman olduğunu düşünmüyorum ama Ferit Edgü'nün tercih ettiği üslup hikayeyle o kadar uyumlu, anlattığı hikaye gerçekle düşün öyle bir kesişimi ki daha farklı da yazılamazdı dedim okurken. Eksiğiyle fazlasıyla çok sevdim ben.
goodreads hesabını açtığımdan beri bilinçaltıma yerleşen ve sanki bir tutunamayanlar’mışçasına giderek gözümde büyüttüğüm eser. birkaç gün önce başrolünde genco erkal’ın oynadığı hakkari’de bir mevsim mubi’de ZART diye karşıma çıktığında anladım artık kaçamayacağımı. artık köşeye sıkıştırılan vahşi bir hayvandım. ve yapabileceğim tek şeyi yapıp saldırdım ona. kişnedim bunu yaparken. içten içe yine ahraz anadolu insanımızın “anadolu irfanı”nı okuyup yüreğimizi paramparça edeceğiz diye düşünürken (bu beklentimde haklı olduğumu gördüm ama) ferit edgü’nün bu duyguları inanılmaz şairane biçimde anlattığını gördüm. haliyle aklımı yitirdim. son olarak da kitabı okurken tüm bu metnin bir rol yapma oyununa ne kadar yakışacağını düşündüm durdum. kim bilir belki ilerde kendi disco elysium’umuz yine kendi taşra hikayelerimizden esinlenerek doğar.
- biz ki eski denizciyiz. yalan. kendimi böyle aldatıyorum. yalan. içimde denizlerden, tuzlu sulardan hiçbir şey kalmamış. olsam olsam, attığı demiri almak istemeyen bir kaptanım. ya da kayalara vurmuş bir tekne. daha batmamış. (batsa kurtulacak. ama batmamış. batamayan. karaya oturmuş.) deniz özlemi bile yok içimde. denizin dalgaları değil; dağbaşı, bu yükseklik döndürüyor başımı.
- yolcu, bir gün yolunu yitirirsen, artık eski yolunu bulmaya çalışma, yeni bir yol ara kendine.
- oy ölüm can düşmanım ne kadar kısa yaşıyoruz ne uzun ölüyoruz
Geç tanıştığım için pişmanlık duyduğum bir başka yazar daha... Ferit Edgü
Hakkari'de Bir Mevsim büyüleyici bir dille yazılmış, içinizi parçalayan bir roman. Hakkari'nin bir köyüne atanan öğretmenimiz yalnızlığı, çaresizliği, mutsuzluğu dibine kadar deneyimlerken ben ise hayretler içinde sayfaları çevirdim. Halkın konuştuğu dili bile anlamayan öğretmenimizin en büyük çaresizliği ölümle sonuçlanan bir salgın hastalık. Romanın tamamında attığı çığlıkları sadece okuyucu duyabiliyor, malesef...
Ferit Edgü'nün kendi yaşamından bir kesidi okuyucuya sunduğunu daha sonra öğrendim. Romanın bu kadar gerçekçi olmasının sebebi de bu olmalı.
Hiç bir beklentiye girmeden bir tavsiye üzerine okudum ve coook etkilendim. Derse giydim, sobanın üzerinde çay demledim, dil öğrendim, dil öğrettim, o soğuklar da üşüdüm. O kadar içine aldı ki kitap bittiğinde üzüldüm. Alfa yayınlarınin baskısını okudum uzun zamandır kitaplarda görmediğim süper kaliteli kağıda basılmış güzel bir kitapti. Alın okuyun, hediye edin o hiç bilmediğimiz ( ve bilmiyordum) Hakkariyi, soğuğu içinde hiç bir acindirma olmadan, şiir gibi yazılmış diliyle.
Kitabı bitireli neredeyse iki gün oldu ve ben hala hakkında ne yazabilirim bilmiyorum. Herşeyden önce eğer daha fazla puan verme imkanım olsaydı kesinlikle verirdim. Hatta bu sene okuduğum en iyi kitap olabilir kendisi. Kitapta doğuya sürülen bir öğretmenin sürüldüğü yer olan Hakkari'nin bir köyünde geçen bir mevsimini anlatıyor. Hikayeyi kendi dilinden fakat bizim gerçekliğimizden biraz farklı bir şekilde okuyoruz. Bütün kitap upuzun bir şiir gibiydi. Okurken yoksunluk, soğuk, yoksulluk, unutulmuşluk, durağanlık ve çaresizlik gibi kavramları iliğime kadar hissettim. Hatta kitabın sayfalarının basımı da görsel olarak bu kavramları destekleyecek nitelikteydi. Hasan Ali Toptaş'ın " Bin Hüzünlü Haz"ından sonra okuduğum Türk edebiyatına ait en etkileyici eserdi.
Zihnimi çok yoran bir kitap oldu. Çünkü yazarın anlattığı öykünün bir başı sonu yok. Bunun yanında şiirsel/düşsel bir anlatım da olunca kafamdan dumanlar çıkıyordu bir ara. İlk bölüm ne kadar ağır geldiyse bana ikinci bölüm bir o kadar akıcıydı. Burada ağır falan diye yazıyorum ama bu bir yerme değil. Sadece daha ciddi, daha odaklı bir okuma yapılması gerektiğine dair bir uyarı. Keyifle okudum mu? Evet. Başımı ağrıttı mı? Evet. Ama o büyülü anlatım beni çok etkiledi. Sevdim bu kitabı.
Aladdin'i kaldırıyorum tahtaya. Hem say, hem de yaz diyorum. Hem sayıyor, hem yazıyor. 1,2,3,4,5,6,7,8,9,10,101 Dur diyorum. Bu ne? On bir. Yirmi bir yaz diyorum. Yazıyor: 201 Otuz bir yaz. Yazıyor: 301 ... Dur diyorum. Öbür çocuklara dönüyorum. Doğru mu yazıyor? Hep bir ağızdan bağırıyorlar. Doğruuuu! Peki yüz yaz diyorum. Yazıyor: 100 Yüz bir yaz diyorum. Yazıyor: 1001 Anladım. Bir yanlışlık değil söz konusu olan. Bir başka mantık...
çok etkilendim. bitmesin istedim. ayrıca yazmak istedim. böyle düşündüren az kitap, az yazar vardır. dağ başı yalnızlığı yaşadım okurken. dağ başı yalnızlığı ölümden beter. ilk kez okudum ferit edgü'yü. yazdığı her şeyi okumak istiyorum ferit edgü'nün. ferit edgü gibi yazmak istedim. içimde olanı olduğu gibi aktarmak. kendimden kaçmak için değil, kendimi bulmak için.
Ferit Edgü'nün kalemine daha önce “Yaralı Zaman”ı okuduğumdan aşinaydım. Bu sefer okumaya başladığımda direkt Hakkari'de buldum kendimi. Çok içten, çok samimi, çok özgün bir eser. Ferit Edgü, bizi kafamızı gömüp hiç yokmuş gibi yaptığımız ama hep sızlayan bir yanımızla/gerçekliğimizle yüzleştiriyor. Bu kitabı da "Yaralı Zaman"da olduğu gibi uzunca bir süre aklımdan çıkmayacak.
Notlarımdan:
başka bir dilden konuştuğumda ağızlarını bıçak açmayan saçları makasla kırpılmış oğlanlar uzun saçlı saçlarının dibi bit ve sirkeyle dolu kızlar … giderek bazılarının ayağında ayakkabı bile olmayan yani yalınayak yalınayak, ama karlar üstünde yalınayak, mosmor ayaklı yalınayak çocuklar (21)
###Yahu kitabımı karalamayacaktım. Hepsinin müsebbibi Ferit Edgü, ben değilim. (35)
(sınıftaki öğrencileri için) Yazsınlar. Sözcüklerini Ortak sözcüklerimizi öğreneceğim onlardan. O sözcüklerle konuşmaya çalışacağım onlarla. O sözcüklere yenilerini ekleyeceğim. (64)
Neyin fotoğrafını çektim? (178) ###178, Muhteşem bir sayfa:
Donan gözyaşının fotoğrafını çektim. Kanayan yaraların fotoğrafını çektim. Kanın altında açılan içine çıplak bir bebe ölüsünün bırakıldığı, ıslak , soğuk, toprağın fotoğrafını çektim. Yalnızlığın fotoğrafını çekemedim. Çaresizliğin fotoğrafını çekemedim. (178)
Hadi, ne duruyorsun sevgili okuyucu hadi yeni bir yılın eşiğinde değilsen bile sen de sarıl kaleme. İster başına gelenleri yaz ister aklından geçenleri ister düşlerine girenleri. Ama yaz. Çünkü her kalem yazabilir -en azından şu benim kırık kalemim kadar. (180)
Kendime dedim ki: Yenilme kendine. Yenilme soğuğa ya da sözcüklere. Dalgalar yok artık görüyorsun, çalkantılar yok; fırtına var, ama bu dağ fırtınası. Tipi var ama bir de barınağın var. Karı, tipiyi bu barınağında yaşıyorsun, bir ceviz kabuğu gibi sallanan bir teknenin içinde değil.
Kendime dedim ki: Yüksekliklerin verdiği bu başdönmesi var, evet kabul, ama o da geçer elbet. Bir gün. Bir gece. En beklemediğin bir anda.
Kendime dedim ki: Söz konusu olan yüksekliklerin verdiği başdönmesi değil. Söz konusu çaresizlik.
Kendime dedim ki: Düşlerin birer kara çarşaf onlar da beyaza dönüşecek. Baksan, nereye baksan o bitmek bilmeyen, göz kamaştıran göz kırpan beyazlık. Hadi unut karları, kahvesizliğini, tütünsüzlüğünü, kadınsızlığını, ölümleri. Hadi yavrum, hadi sevdiğim, hadi tutkunum, kalk yürüyelim beraber ayağımızda ordu malı hedikler...
Şiir gibi bir romandı Hakkâri'de Bir Mevsim. Gemisi kaza yapan kahramanımızın kötü kış şartları dolayısıyla aylarca kaldığı bir köyde yaşadıklarını ve kendi içinde yeni birini keşfetmesini okuyoruz. Kahramanımız, köyde kaldığı süre boyunca oradaki çocuklara çok iyi bir öğretmen olurken, köyün şartlarını adapte olma sürecinde ise çok iyi bir öğrenci oluyor. Aza kanaat etmeyi, ölümlerle başa çıkabilmeyi(!), hayata dört elle sarılmayı, geçmişiyle hesaplaşmayı, içinde bulunduğu durumun olumlu yanlarını görerek azami derecede faydalanmayı öğrenmeye çalışıyor, başarılı da oluyor. Tespitleriyle, içinde bulunulan ruh halinin duru anlatımından aldığı gücüyle, okuyucunun en derinine dokunabilmeyi başaran hikayesiyle bir okumadan olmaz kitabı olmuş Hakkâri'de Bir Mevsim, tavsiyemdir.
Bir roman. Roman olmasına roman ama şiir de aynı zamanda. Ve bir ağıt. Sözcüklerde zamanı saklamış Edgü, onu bize sunuyor. Zihniniz Edgünün anıları, hisleri, hissizlikleri oluyor. Yazar "baş dönmesi" yazıyor, sizin başınız dönüyor. Çocuklar sizin kollarınızda ölüyor. Ve bunu sadece kelimelerle yapıyor.
Hakkari kırsalında yaşanan bir mevsim. Nereden başlayacağımı, dertleneceğimi bilemiyorum. Türkiye'nin sert coğrafyasında yaşananlara dair hem çok iyi bir yazarlık hem de kurgusu, aktarım tekniği farklı olan güzel bir eser. Bu ülkeyi sevip yazılanlara, anlatılanlara dertlenmeyecek insan yok sanırım. Soğuk, insanlık trajedisi içime işledi.
Enfes şiirsel bir üslup, zaman ve mekanla oynayan bir kurgu, düş ve gerçeğin harman olduğu bir yaşam, hiçbir yerden başlayıp hiçbir yerde biten bir eser. Elime aldım, içine daldım ve bitti. Çıkar beni burdan Halit!
Edebiyat/sanat dünyamızın önemli, güçlü, özgün ismi Ferit Edgü’nün vefatı üzerine elimin altındaki teki kitabı O’yu (Hakkari’de Bir Mevsim/bendeki çok sevdiğim Edgü’nün kurduğu Ada Yayınları baskısı) okuyarak büyük ustayı anayım dedim. Gerçekten benzersiz bir yazar Edgü. Bu kadar az lafla bu kadar çok şey anlatmak, şiirsel bir dille hayal/hakikat arası insanı sarsan bir dünya kurmak büyük ustalık gerektiriyor. Doğu Öyküleri’ni de “ansıttı” bana. Hikayelerini tekrar okuma, ayrıca çok uzun zaman önce seyrettiğim Erden Kıral’ın bu metni uyarladığı filmi tekrar izleme isteği de uyandırdı. Tabii filmi bulabilirsem…
Kafka, karabasanlarında gördü belki seni, ama adlandırmadı.(Ya da hiç girmedin onun düşlerine.)Bilseydi, senin gibi bir yer var yeryüzünde en korkunç kitabın konusu sen olurdun.Tolstoy bilseydi seni soyluluğundan bin beter utanırdı.Ve kim bilir belki yazarlından...Dostoyevski sürülseydi sana Yer Üstünden Notlar'ı yazardı ya da Suç ve Suç'u. Kitabı okuduğum dakikalar boyunca bu satırlar aklından çıkmadı uzun zamanda çıkmayacak gibi, daha güzel anlatılamazdı diye düşünüyorum.
Modern ve hüzünlü bir masal bu. Uzaklardan gemiyle gelmis bir yabanci, dili baska yasantisi baska bir hayata düşer. Sonu olmayan, belirsiz bir masal.. Ayni dili konusmayanlarin birbirinin dilinde konusmaya baslamasiyla sonlanan bir sürgün oykusu. Anlamak icin okudukca karmasiklasan ve dugumu bir anda cozulen bir masal. Degisikti. belki sacmalamisimdir yorumu yaparken. fakat icimden gelenler de bunlar..