Bir kaybın peşinde bir aile ve ailenin oğlu, Can... Can’ın peşinde şiir ve şiirin peşinde Can. Şiirle hayat arasındaki en kısa mesafe, nedir, nerededir? “An”dan şiir çıkaran emekle, şairanelik arasındaki mesafe? “Dış dünya” kıyıp geçirirken, poetikalar nasıl konuşur, bizimle ve birbirleriyle? Yoksa “bunlar”, beyhude mi? Barış Bıçakçı’dan şiir kadar yalın, hayat kadar karmaşık; şiir kadar karmaşık, hayat kadar yalın bir roman.
Barış Bıçakçı 1966'da Adana'da doğdu. Hüseyin Kıyar ve Yavuz Sarıalioğlu ile birlikte, Ocak 1994 ve Ekim 1997 tarihlerinde iki şiir kitabı yayımladı. İlk romanı Herkes Herkesle Dostmuş Gibi (2000) yılında İletişim Yayınları tarafından yayımlandı. İletişim Yayınları'nca yayımlanan diğer kitapları: Herkes Herkesle Dostmuş Gibi (2000), Veciz Sözler (2002), Aramızdaki En Kısa Mesafe (2003), Bizim Büyük Çaresizliğimiz (2004), Baharda Yine Geliriz (2006), Bir Süre Yere Paralel Gittikten Sonra (2008), Sinek Isırıklarının Müellifi (2011), Seyrek Yağmur (2016).
Barış Bıçakçı geniş ve de sadık bir hayran kitlesi olan (bu gruba girmediğimi baştan söyleyeyim), günümüzde istisnai olarak göz önünde olmamaya özen gösteren (bildiğim kadarıyla hiç mülakat vermemiş, bir fotoğrafı bile yayınlanmamış), özel bir yazarımız. Kitaplarında aforizma niteliğinde cümlelere sıklıkla yer vermesi, ayrıca fonda Ankara’yı kullanması da dikkat çekiyor.
Son romanı Tarihi Kırıntılar, meçhul bir şair/şiir peşinden 19 yaşında ortadan kaybolan bir kızın ailesinin, daha ziyade erkek kardeşinin onu yine edebiyat yoluyla arayışının hikayesi. Daha sonra kültür/sanat konularından sorumlu bir gazeteci olan kardeşin, farklı şairlerle yaptığı söyleşileri isimlerini vermeden tek bir kurgusal metinde toparlama projesi de kitabın önemli bir bölümünü oluşturuyor. Bu yönüyle özgün bir yapısı var.
Bunlar tabii ayrı bölümlerde farklı hikayeler olarak kaleme alınmış. Yer yer hala ülkemizi meşgul eden bazı siyasi sorunlara da incelikle ve kısaca değiniliyor. Aralarına da ailenin macerası eklemleniyor. Varoluş meselesi de kararınca didikleniyor. Dili, anlatımı sağlam.
Romanda şairlerin başat konumu bana Bolano’yu hatırlatmadı değil ama tabii farklı üslupta iki yazar sözkonusu.
Bıçakçı’nın bu kitaptaki bir başarısı da, pek öyle hissettirmeden, ancak yavaş yavaş içinize sinen bir şekilde memleket/toplum tablosu ortaya koyması. Ve bu maalesef pek parlak bir tablo değil. Bunu bu şekilde yapmak da yetenek istiyor elbette.
Yaklaşık bir buçuk ay önce bitirdiğim hâlde hakkında hâlâ doğru düzgün bir şeyler karalayamamış olmamı neye bağlayabiliriz, emin değilim. Derinliğine mi? Güzelliğine mi? Duruluğuna mı, yoksa hepsine birden mi? Yoksa basitçe, üşengeçliğime mi?
Bilemiyorum, ama sanırım fazla da önemsemiyorum. Kitapların, nasıl ki okunma maceraları çeşitli ve çoksa, sindirilme ve anlaşılma süreçleri de bir o kadar zengin. Ve şart.
Ve kişisel.
Hah, işte. Bu kitap, yine, çok ama çok, kişisel.
“2000’li yılların Tutunamayanlar’ını da birinin yazması gerekiyor artık,” diye düşünüyordum uzun süredir; ve bunu düşünürken, eşantiyon olarak, başaracak kişinin de elbette Barış Bıçakçı olduğunu düşünüyordum. Yani favori oydu ve plase de yoktu. Gerçi o bunu yıllar önce, Sinek Isırıklarının Müellifi’yle zaten biraz yapmıştı. Şimdi yaptığı ise, 2000’li yılların Kara Kitap’ını yazmak olmuş.
Hayır hayır. Bunu, içindeki “kayıp aranıyor” izleği yüzünden söylemiyorum sadece. Aradığı asıl şeyi bulamayan çünkü aradığı asıl şeyin aslında aradığı asıl şey olmadığını çok sonra fark eden ve nihayetinde de kendini bulan karakter yüzünden de söylemiyorum. Yani, sadece o yüzden değil. Hatta parça parça öyküler ve bir gazetecinin varlığı yüzünden, ya da ülkenin siyasi geçmiş şimdi ve geleceğini başarıyla, şiir gibi maskeleyerek aktarması yüzünden de demiyorum.
Böyle söylüyorum, çünkü bu da en az onun kadar kara, onun kadar yetkin bir kitap. Belki de magnum opus’u Bıçakçı’nın.
Yine de, aradaki tatlı dokundurmaları da görmezden gelemiyorum bunu düşünürken. Mesela, “Apartman boşluğuna bakarken mutfak penceresinden / Anneni nerede bıraksan acaba babanı nerede unutsan” dizeleri, Şişli’deki o apartmanı elbette getiriyor aklıma. Ya da, “erkeklerin âşık oldukları kadınların fiziksel özelliklerini betimledikleri şiirleri bir fotoğrafı inceler gibi inceleyen” Sevgi’yi okuyunca hafifçe bir gülümsüyorum, ikinci anlamları düşünerek. Ve öyle ya da böyle, aynı ve farklı şeyleri aynı anda hissettirdiği için zaten, seviyorum Bıçakçı’yı.
Ama artık biraz da, hatta belki iyiden iyiye, geçmişe sırtını yasladığı ama geçmişe sırtını dönmediği için seviyorum. Seyrek Yağmur’la yükselen geçiş, şimdi iyice tamamlanmış. Nasıl tamamlanmasın? Bu ülkede, hakiki bir sanatçı, gözlerini yumarak ve salt güzel cümleler kurarak, edebi anlamda nasıl hayatta kalabilir? Barış Bıçakçı da bunun farkında elbette ve artık o da iyice öfkeli, üzgün, dargın ve belki de biraz (ama sadece biraz) ümitsiz. O yüzden yazıyor, “Geriye ne kaldığını görmemek için ölülerimizi gömüyoruz” diye; o yüzden yazıyor, “Yazlıkçılar da bizim gibi [...], acıdan yeteri kadar uzaklaştıklarını, aradan yeteri kadar zaman geçtiğini düşündüklerinde kaldıkları yerden devam ediyorlar” diye; o yüzden yazıyor, küçük burjuvanın çaresiz ikiyüzlülüğünü de kendine bir utanç derdi edinerek biraz da, “Biz mahcubuz. Biz, bir yandan ülke gündemini takip ederken bir yandan da içtikleri suyun PH değerine dikkat ettikleri için basamakları fark edemeyip suçluluk duygusunun kucağına yuvarlananlar...” diye.
“Bir canlı bomba saldırısıyla onlarca insan parçalanıp öldü. Böyle bir cümleyi nasıl kurabiliyorum, diye düşünüyor Can. İnsanın, “mini minnacık sabah saatlerinden” meydana gelmiş bu muazzam yaratığın, yeryüzündeki yazgısı bir öğle vakti parçalanarak ölmek ve gazete kâğıtlarıyla örtülmekmiş gibi, cümlenin sonuna o noktayı nasıl koyabiliyorum? Gramer mi engel oluyor çıldırmama, imla mı tutuyor kendi boğazımı sıkmak için kalkan elimi?” diye, o yüzden yazıyor.
Üstelik tüm bunlar, romana sadece tek bir açıdan bakıldığında görülenler. Hayatın ta içinde hatta en ortasında duran, kalbine nüfuz eden şeyler zaten yine mevcut, diğer tüm Bıçakçı romanlarında olduğu gibi: aşk, dostluk, edebiyat, acı, keder, geçmiş, gelecek, nostalji, naçarlık... “Nereden isterse oradan baksın okur, ne isterse onu alsın,” diyor.
Daha ne diyebilirim, bilemiyorum. Hiçbir şey diyemezken daha kolay her şey. “Diyememek” bahanesine sığınıp insan istediği kadar susabiliyor. Ama demeye bir kez başladıktan sonra, gerisi yün kazak söküğüne dönüyor.
Evet, bilemiyorum. Ya sevince şirazemi iyice şaşırıyorum, ya da yakın tarihimizi en iyi bilen varlıklar olan serçeler gibi, her türden kırıntının peşinde koşmaya bayılıyorum.
Kişisel çünkü. İnsana en uzak olgu bile aslında tamamen kişisel.
Ah, bir de, “Belki bu günlerde şiirden söz etmek de felaketin ortasında sevişmek gibidir” cümlesi, Türkiye tarihinin ve Türkiyelilerin kaderine, arada kalmışlığına ve öğrenilmiş çaresizliğine dair söylenebilecek en güzel şeylerden biri değil mi?
1992 Aralık ayında Meral gitti. Şimdi ise 2019 Mart ayındayız, Meral’in gidişini,şiirleri,bırakılanları ve kazanımların ardından geleniz. Can anlatıyor ama sadece Can da değil, yanına şairleri de alıyor, yürüyorlar; bir gün ansızın gidiveren ablası Meral’in yerine .. . Barış Bıçakçı roman içinde öyküler,öykü köşelerinde şiirler gizliyor. Her cümle bir öncekine başını yaslıyor,bir sonrakine kucak oluyor.. Okur ise bir pencere kenarında Meral’i gözlüyor. . Karakterimiz Can, şairlere hayat hikayelerini sormak yerine onlardan hikaye anlatmalarını istiyor. Hikayeler zamanın o bükülmüş ruhunu yakalamakla birlikte,anımsamamızı sağlıyor. 1993 Temmuzunda ne olmuştu? 2002 Aralıkta? Size bir bellek emanet ediliyor bu kitapla birlikte. Meral’in gözlerini, Sevgi ve Taner’in içindeki boşluğu,Can’ın omuzlarındaki kelimelerini, Ali’nin sizi dinlemeye hazır halini de.. . Yine,yeniden ne güzeldin Barış Bıçakçı.
Hayattaki küçük anları şiir gibi bir düzyazıya dönüştürebilen nadir insanlardan bence Barış Bıçakçı, ne yazsa okurum diyebildiğim yazarlardan biri. Bu kitabı da Veciz Sözler gibi yazım açısından farklı bir teknik isteyen bir kitap bence altından iyi kalkmış ama diğer sevdiğim kitaplarından biraz daha aşağıda kaldı benim için.
barış bıçakçı bir karikatüre, bir klişeye mi dönüşüyor? ben kötü niyetli birisi olsaydım cevabı "evettt yagghh" olurdu. ama barış bıçakçı'ya kıyamıyorum. başka bir yazar olsa onu, tutturduğu bir formülü evirip çevirme (erkek, duygusal kahraman, onun yakın arkadaşı, karşılıksız / karşılıklı aşkı, ankara'sı, çocukluğu, şiirlere / romanlara / filmlere atıflar, alıntılar) ile suçlardım, ama barış bıçakçı'yı çok tutkulu ve naif buluyorum. bu kitabı başka biri yazsaydı "yeterince tanıyamadığımız karakterler, herşeyden çokca bahsetmesi ve aslında hiçbirinden bahsetmemesi, araya politikayı ve ülke gündemini sokması, aforizmalar ve tespitler" diye çok bilmiş çok bilmiş sıralardım, ama barış bıçakçı bundan daha fazlası ya da daha fazlası olmalı.
Kayıp ablasının ve şairlerin peşinde bir karakterin ve ailesinin hikayesini paralel kurguyla ve geriye dönüşlerle okuyoruz. Barış Bıçakçı, Can'ın farklı şairlerle yaptığı röportajlarında ve bu şairlerin hikayelerinde kendi Vahşi Hafiyeler'ini yazmış adeta. Her şairin öyküsünü sevmesem de, yazarın aşina olup sevdiğimiz varoluşsal takıntılarını ve 90'lardan günümüze ülkenin siyasi çalkantılarına göndermelerini okumak güzel. Bu romanında aforizmacı tutumu daha az olduğu için kitabın yeri çok satanlara nasıl yansıyacak merak ediyorum. Öte yandan, en sevdiğim Barış Bıçakçı romanları hala Sinek Isırıklarının Müellifi ve Bizim Büyük Çaresizliğimiz.
Bir kaybın peşinde şiir gibi bir roman "Tarihi Kırıntılar". Barış Bıçakçı yine kelimelerle oynamış, sadce onun kitaplarını okurken kaleme ihtiyaç duyuyorum. Katman katman açılan bu kitap yazara olan özlemimizi giderdi. Niye 4 yıldız derseniz benim şahikam "Bizim Büyük Çaresizliğimiz"dir de ondan...
“İnsan, ‘Nasıl yaşamalı?’ Sorusunun cevabını şiirde aradığı için şair olur. Her fırsatta kendisine iri dişlerini, sivri tırnaklarını gösteren, salyasıyla üstünü başını ıslatan gerçeklik ile koyun koyuna nasıl tutarlı bir hayat sürdüreceğini bulmak için şair olur. İnsan, gerçekliğin dişinden tırnağından kurtararak arttırdığı sözcükleri boşa harcamamak için şair olur. Ama çoğunlukla boşa harcar ve işte o zaman insan, yazdığı dizeleri bir güzel silkelemek için şair olur.”
Beni en çok vuran satırları kitabın.. Daha niceleri için okumalısınız..
Çok şey anlatmaya çalışan ama bu çokluğun içinde boğulan, bir ailenin ve ülkenin tarihi kırıntılarını okurun önüne serpiştiren ama bunu bir bütüne dönüştüremeyen, isimsiz şairlerin hikâyeleri ile ailenin (Can'ın) hikâyesini bir potada eritemeyen, kopuk ve dahası benim için hayal kırıklığı dolu bir roman. Okurun üzerine boca edilen onca şey bir yere varamadan kaybolup gidiyor sayfaların içinde. Barış Bıçakçı'nın en uzun romanının benim için en zayıf romanına dönüşmesi de bir o kadar üzücü. Bu yılın en çok beklediğim romanlarından biriydi. Beklediğime değmedi ne yazık ki.
Barış Bıçakçı'yı ilk okumaya başladığımda umudunu yitirmemiş bir gençtim henüz, hem fiziken hem de ruhen. Çok zaman geçti, çok geçmese bile ben öyle hissediyorum. Bu kitapla anladım ki, benim yazmayı bırakmamın en büyük müsebbibi Barış Bıçakçı imiş meğer...
Baharın gelişini, Barış Bıçakçı'yı, geçmişimde -kendi kanlı tarihimde- biriktirdiğim kırıntıları, damak yaran akide şekerlerini, birinin kaybetmenin yerini ya koca bir boşluğun ya da bir o kadar büyük bir hüznün doldurmasını; bu yüzden hep yarım yamalak kalan insanlar oluşumuzu seviyorum.
"Barış Bıçakçı’dan şiir kadar yalın, hayat kadar karmaşık; şiir kadar karmaşık, hayat kadar yalın bir roman." arka kapağın son cümlesi, kitabı çok iyi özetliyor... Kolay okunan, ancak kolay olmayan, şiirsel dilini, kurduğu hüznü, ele aldığı döneme ilişkin temel duygularını koruyabilen katmanlı bir roman... Tekrar dönüp okunacak kitaplar arasında ...
barış bıçakçıda hep "ben aslında ŞİİR, yani ben ŞİİR ADAMIYIM BEN şiir, şiir YAZMAK İSTİYORUM romanı da tabii-eyvallah AMA B-BAKIN ŞİİR!!💥" havası seziyorum. sanki barış bıçakçıda ben kağıda kaşlarımı çatmış dururken onun, elleri önünde açık bir şekilde ve yüzünde nereden geldiği belli olmayan bir heyecanla bana baktığı durumlar var.
bunun nedeni barış abinin aforizma sevdası büyük ihtimalle. şunun gibi:
"annem, çok iyi hatırlıyorum, bir deniz kabuğuna benziyordu. kulakları burnu hep içine kaçmıştı. onu öpmek için yaklaştığımda vedanın uğultusunu duydum.
kardeşlerim ellerindeki uçan balonu sıkı sıkı kavramışlar ama aynı zamanda bıraktıkları zaman ne olacağını merak ediyor gibi bakıyolardı. içimizdeki uçan balon yasası."
romanın anlatış biçimi dağınık, ama güzel bi şekilde. insan yazara güvendiği zaman nereye götürürse gidiyor, barış Bıçakçı da o güveni veriyor. hiç bir bölümün nasıl başlayacağını ve sizi nerede bırakacağını bimediğiniz kitapları seviyorsanız bunu da seversiniz bir anda nerdeyim nerdeyim?? oluyor çünkü insan. bunun nedeni lkahramanın yazmak istediği kitabın da genel olarak formatının belirsiz olması olabilir, hikaye bu parça üzerine dönüyor çünkü. (edit: tamam o kitap zaten hep bu kitapmış sıkıntı yok)
"yıllar öncesinden bir odada bir lamba sürüyor, içi kararıyor, büyük sözler söyleyen, söylediklerini gözleriyle onaylatmak isteyen şairin karşısında kendisini yalnız hissediyor."
genel olarak sadece güzel cümleler ve güzel ilginç insanları örgüsüz bi şekilde okumak isterseniz lütfen buyurun gelin. kitap (dikey medya tüketim çılgınlığımı mazur görün) sadece vibes ✨ yok ben ROMAN okuyacağım ben OLAY ÖRGÜSÜ ben girişi gelişmeyi ve sonucu okumak değil ben giriş gelişme ve sonuç OLMAK istiyorum derseniz, yavaştan müsaade isteyebilirsiniz hiç sıkıntı yok.
ben sadece okumak istiyorum. ondan. devam.
(buraya kadar okumuşsanız promosyon olarak kitabı okurken aldığım O not:
25. mayıs. cumartesi. otobüs. .. ..insan bir kitap okurken çocuğun ablasına ehem ~yükselmesini~ anlatan cümlelere gelince ne yapacağını bilemiyor. bi etrafa bakıyor duruyor. şimdi ne yapmalı? devam etmeli elbet. ama bunu bi söylemeli yani şimdi de aynı zamanda, problemi de tespit etmeliyiz devam edeceksek öyle etmeliyiz. işte bu, benim problemden bahsedişim. bu, bir problem. )
Barış Bıçakçı, külliyatını kronolojik olarak bitirdiğim nadir yazarlardandır. Kitaplarını, dilini çok severim.
Tarihi kırıntılar da iyi bir kitaptı ancak bence yazarın standardının bir tık altındaydı. Özellikle temposunun çok düşük olması, ana hikâyenin yanında ilerleyen şair söyleşilerinin acayip sıkıcı gelmesi bu hissi kuvvetlendirdi. Okurken şu şair kısımları bitse diye bekledim durdum.
Bir de gizem kaynağı olan Meral olayı neye derman oldu, neye hizmet etti, bana geçmedi hiç maalesef. Böyle sırra kadem basmak saçma olduğu gibi ailenin tepkileri de biraz abartı geldi.
Velhâsıl, eserin dili vesaire yine alıştığımız kalitede olsa da kurgu ve konu beni hiç ama hiç yakalayamadı.
Barış bıçakçı, romanlarında hissettiğim ani kesilişleri, roman okuyorum ama tam öyle değil sanki burukluğunu, kopuklukları Barış Bıçakçıya özgü bir düğümle düğümlemeyi başarmış. Canlı, yaşayan bir düğüm bu. Düz yazıya kattığı şiirsellik de cabası.
"Basit ve küçük şeylerin, karmaşık ve sonsuz şeylerin içinde eriyip yok olmasına engel oluyordum. Kitap okuyarak, kapımı kilitli tutarak."
"Hiç kimseye hiçbir şeye yakın değilim. Maaş gününü bekleyen memnurun duygusallığı var artık bende, ötesi yok, artık yok."
"...çünkü şairlerin en iyi bildiği şey budur: Duyguları anlatmaya çabalarken, duyguları anlatmak için kendilerini donatırken duygusuzlaşmak ve küflenmek. Hiç kimseye, hiçbir şeye yakın olamamak."
"...doğanın bozulan dengesini, besin zincirini filan atlayarak doğrudan insanı düşünüyor, vergisini ödeyen, faturalarını yatıran ve vakitli vakitsiz deliren şu iki ayaklıyı."
"Aşkın ikiye bölünme ve adaletsizlik demek olduğunu söylemesi bana yakın geldi. Bunlar benim de düşündüğüm şeyler."
"Başkalarının acısını ilginç bulana biz burjuva diyoruz yoldaş!"
"-O duyguyu iyi bilirim- dedi Yeliz. -Oyalanırsın, oyalanırsın, geciktirmek için bir şeyleri ama oyalanırken yaptığın hiçbir şeyden de tat almazsın."
"Gençlik, hayranlık, bunlar fazladan bir sürtünme kuvveti yaratmaz mı? Geriden gelen öndekini geriye çekmez mi?"
"Ölmeden önce son bir kez aşık olmak, son bir kez aşk üzerine derin derin düşünmek ve şiirdeki bütün birikimimi bu aşk için kullanmak istedim. Son bir kez rezil olmak istedim."
"Can, demek ki, bütün insan ilişkileri sorunlu çünkü zaten insan sorunlu."
"Kadın sahilde bir yükselti gibi duruyordu. Hep mecbur kalınmış ve hep mecbur kalınacak unutuluşa karşı bir yükselti."
"Bir acıya yapılacak en büyük haksızlık onu başka acılarla kıyaslamak. Baskıcı düzenlerin yaptığı kötülüklerden biri de bu: Acıları büyüklük sırasına sokmaya zorluyorlar. İnsanın kendi acısından utanmayacağı bir dünya kurmak gerek."
"İnsanın, -mini minnacık sabah saatlerinden- meydana gelmiş bu muazzam yaratığın, yeryüzündeki yazgısı bir öğle vakti parçalanarak ölmek ve gazete kağıtlarıyla örtülmekmiş gibi, cümlenin sonuna o noktayı nasıl koyabiliyorum? Gramer mi engel oluyor çıldırmama, imla mı tutuyor kendi boğazımı sıkmak için kalkan elimi?"
"Uçak biletinin koçanını kitap ayracı olarak kullanan biri sence mutlu mudur mutsuz mu? ... Mutlu muyum, mutsuz muyum hesaplamıyorum bunu."
"Yeni olan şeyleri güzel bulmaya yatkınlığımız, her şeyin geçici olduğunu ve buna bir türlü alışamadığımızı düşündük. Her defasında aynı mağlubiyet, aynı trajedi..."
"Su öyle soğuktu ki ayak bileklerimde korkunç bir sızı hissettim. Hoşuma gitti, yaşamak gibi bir şeydi."
"Gelecek güzel günleri bekliyoruz, sadece bekliyoruz. Oysa bu asitli günler her şeyi eritiyor."
"Şiir için bazen en basite kadar gitmek gerekir ve iyi şiirin bir adım ötesi basitlik, iki adım ötesi mutlak sessizliktir."
"Can, hayatın her şeyi ille de birbirine bağlamak için bilinci ve bilinçdışını seferber etme işgüzarlığından nefret ediyor o an; ne yapacağını bilemiyor."
"Burada, Kızılay'da, her birimizden kopup havaya karışan neşe ve keder molekülleri küçük küçük darbelerle çarparak hafifçe yalpalatıyor bizi. Hep beraber yalpalıyor, yolumuzu şaşırıyoruz. Düz gitseydik göremeyecektik, sevemeyecektik birbirimizi."
"Şimdiki zamanda hep bir şeyler eksik kalıyor. Yaşantılar, duygular eksiksiz olmuşsa geçmişte olmuştur ve gelecekte eksiksiz olsun diye hayal kurarız, ümit ederiz. Şimdiki zaman eksikliğin zamanıdır."
"Üçü de kırklı yaşlarının başındaydı. Üçü de tatlı tesadüflerin, pırıltılı anların, derin iç çekişlerin ve birden mırıldanan şarkıların değerini iyi biliyordu."
"-Yor may hart yor may sol/ Kendimi sevdireceğim diye kamburum çıktı.-"
"Not edin lütfen: Uçmak için kanatlara, yere inmek için kendimizle ince alaya ihtiyacımız var."
"İnandırıcılık dediğimiz şey belki de tutarlı reddediştir."
"Sevdiklerimizin ayağının tökezlemesini, kucağımıza düşecekler diye isteriz!"
"Oysa biliyoruz, bu dünyada determinizmen az içtenlik kadar az rastlanan bir şeydir."
Barış Bıçakçı'nın kalemini çok seviyorum. Tam da bütün kitaplarını okudum derken Tarihi Kırıntılar'ın çıkması beni mutlu etti. Okuduğum öteki kitaplarına nazaran biraz zayıf buldum. Ülke tarihini kurcalarkenki tavrı, naiflikten mi ürkeklikten mi bilemedim ama, ne yazsa okurum.
Barış Bıçakçı'yı çok severim. Bizim Büyük Çaresizliğimiz isimli kitabıyla tanıyıp birçok kitabını daha okudum. Yeni kitabını da merakla bekliyordum ve tabiki hemen aldım ve aldığım gibi de okudum.
•Yıllar içinde gidip geliyoruz. Yıl 1992, baş karakterimiz Can'ın ablası Meral bir şairle kaçmış. Şaire kaçmış ya da. Yıl 2019, Can şairlerle röportaj yapıyor ve onlarla yaptığı röportajları, onların hikayelerini isimsiz şekilde kitaplaştıracak. Kitap bu şekilde başlıyor, spoiler değil yani.
•Tarihi Kırıntılar şairane bir dille yazılmış. Sayfalar aktı gitti. O şairlerin hikayeleri, Can'ın hayatı... Bunları bir arada okumak çok güzel bir yolculuk oldu. Yine de kitabı çok büyük merakla bekliyordum ve beklentim çok yüksekti, o yüzden o tadı alamadım. Ama bu asla sevmedim değil, hala arada açıp birkaç sayfasını okurum, kalbimde bir yer etti. Mutlaka okumanızı isterim. Barış Bıçakçı ile tanışmalısınız. Hem de en kısa zamanda.
geçmiş-şimdiki zaman-hikaye-poetika şeklinde devam eden sıra hoşuma gitti. işin içinde şairlerin ve şiirin olması da. ki bu (okuyalı epey zaman geçmesine karşın) yer yer pamuk'un kar'ını hatırlattı. bir de oğlan arandıkça aklıma birkaç sene önce uykusuz'da yer alan 'metin annesini arıyor' çizgi dizisi geldi. poetika'da yer alan cümleler de ismet özel'in 'şiir okuma kılavuzu'nu anımsattı; belki esinlenme vardır.
Öncelikle, Barış Bıçakçı'yı özleyenler ve Seyrek Yağmur'da hayal kırıklığına uğrayanlara müjde. Eski ve alıştığımız Bıçakçı'nın döndüğü bir roman olmuş bu. Şiirle iç içe geçmesi isabet olmuş, zaten yazarın düz yazısı da çoğu zaman yalın şiirleri hatırlatıyor.
Ne yazık ki sanırım ben artık Barış Bıçakçı'nın naif olmakla övünen edebiyatını eskisi kadar sevmiyorum. Bu edebiyattaki sürekli övülerek, başkalarından, "diğerlerinden" ötede olduğu ima edilerek anlatılan insan tipi bir şekilde dokunmaya başladı bana. Bıçakçı'nın karakterleri her zaman Kadıköy'de ve Çankaya'da modernlik hasretiyle yanan evlerde yaşamak zorundalar. Daima tiyatrolara gitmek, kitap okumak ve en önemlisi bundan dolayı büyük hissetmek zorundalar. Bıçakçı'nın tanımadığı bir kesimi anlatmasını beklemiyorum, ama biraz olsun anlattığı dünyayla ve yücelttiği değerlerle hesaplaşmasını istiyorum artık. Her dürüst yazar gibi anlattığı dünyaya taparak değil bozukluklarıyla anlatmasını bekliyorum.
Karakter bir yerde şöyle bir dize okuyor: "Çağımın tanığıyım / Tavuk döner icat edildiğinde oradaydım." sonra da bundan şiir olmayacağını söyleyip burun kıvırıyor. Oysa eski halimin aksine şimdilerde ben bu tavuk döner şiirine gülümsüyor, Bıçakçı'nın kibirli kahramanını ise bir kenara itekleyivermek istiyorum.
İyi bir Barış Bıçakçı kitabı, ama bana göre Barış Bıçakçı edebiyatı artık eskisi kadar iyi değil.