Paperback. 12,50 / 19,50 cm. In Turkish. 64 p. Seni kim bekliyor? Kiyim ve ölüm, belki, ama baska kimsenin bekledigi yok! Uyan, Ferdinand, özgür oldugunu gör, tamamen özgürsün, kimsenin senin üzerinde bir yaptirimi yok ve kimse sana emir veremez; dinle, özgürsün, özgür, özgür! Bunu sana binlerce kez söyleyebilirim, on bin kere, her saat, her dakika, sen bunu hissedinceye kadar! Sen özgürsün. Özgür! Özgür! Vatan denilen toprak parçasinin yeni ölü bedenler istegiyle yaptigi çagriyi duyunca içinde engel olamadigi bir gitme dürtüsüyle ayaga kalkti Ferdinand. Oysa gitmek, ölmek, öldürmek istemiyordu ama onun iradesini ele geçiren baska bir güç vardi. Bir yanda özgürlügü öte yanda bir nesneden öte görülmedigi, ondan itaat bekleyen anavatanin çagrisi.Zweig, Ferdinand'in yasadigi bu ikilem üzerinden milliyetçilik ve fasizmi sorguluyor. Zevkle ve düsünerek okuyacaksiniz.
Stefan Zweig was one of the world's most famous writers during the 1920s and 1930s, especially in the U.S., South America, and Europe. He produced novels, plays, biographies, and journalist pieces. Among his most famous works are Beware of Pity, Letter from an Unknown Woman, and Mary, Queen of Scotland and the Isles. He and his second wife committed suicide in 1942. Zweig studied in Austria, France, and Germany before settling in Salzburg in 1913. In 1934, driven into exile by the Nazis, he emigrated to England and then, in 1940, to Brazil by way of New York. Finding only growing loneliness and disillusionment in their new surroundings, he and his second wife committed suicide. Zweig's interest in psychology and the teachings of Sigmund Freud led to his most characteristic work, the subtle portrayal of character. Zweig's essays include studies of Honoré de Balzac, Charles Dickens, and Fyodor Dostoevsky (Drei Meister, 1920; Three Masters) and of Friedrich Hölderlin, Heinrich von Kleist, and Friedrich Nietzsche (Der Kampf mit dem Dämon, 1925; Master Builders). He achieved popularity with Sternstunden der Menschheit (1928; The Tide of Fortune), five historical portraits in miniature. He wrote full-scale, intuitive rather than objective, biographies of the French statesman Joseph Fouché (1929), Mary Stuart (1935), and others. His stories include those in Verwirrung der Gefühle (1925; Conflicts). He also wrote a psychological novel, Ungeduld des Herzens (1938; Beware of Pity), and translated works of Charles Baudelaire, Paul Verlaine, and Emile Verhaeren. Most recently, his works provided the inspiration for 2014 film The Grand Budapest Hotel.
"İnsan bir amaç uğruna kendinden vazgeçebilir, fakat başkalarının çılgınca fikirleri uğruna degil." Bu alıntı sanırım kitabın özeti niteliğinde. Savaştan kaçınmak için ülkesinden ayrılan ressam Ferdinand askere uygunluk için sağlık kontrolü yapılmak üzere konsolosluğa çağrıldığı bir mektup alır. Bu noktadan itibaren ikilemler okumaya başlıyoruz. Savaşların mantıksızlığı üzerine çok gerçekçi, kısacık bir kitap.
Stefen Zewing'ın kurgusu bu kitapta da kendini gösteriyor. Askere gitme ile gitmeme arasında yaşanan içsel gerilim anlatılıyor. Memleketinden dışlanma ya da memleketini dışlama arasındaki bunalım gayet güzel aktarılmış.
Kısa ama etkili bu nitelikli hikayenin iki farklı boyutuyla okunabileceğini düşünüyorum.
İlki, ön plandaki savaş karşıtlığı düşüncesi; canlıların dünyasında hayatta kalma mücadelesi insanlık tarihi kadar eski; binlerce yıldır irili ufaklı yüzlerce savaş oldu, evren var olmaya devam ettikçe, malesef, hep olacak; insanın bundan uzak kalmaya çalışması da fayda etmiyor; ekosistem gelip dünyanın bir ucunda yakalıyor seni; Japonya'da komşu yaşayan ve birbirini seven bir Ukraynalı ile bir Rus'un şu son iki senedir birbirlerine karşı duygu, düşünce ve hisleri, aralarında çıkan savaştan hiç etkilenmemiştir diyebilir miyiz acaba?
Bir adım daha öteye gitsek ve bir an için düşünsek, o iki kişiye de ayrı ayrı, kendi devletleri tarafından askere celb çağrısı tebliğ edilse ve denilse ki ülkenize dönmeyin ancak göreviniz, bulunduğunuz yerde, diğer devletten düşmanı öldürmektir, bu çağrıya nasıl karşılık verirlerdi? Japonya deyince uzak oldu ama İstanbul'da Antalya'da o kadar Ukraynalı ve Rus var ki bu durumu yaşayan; Stefan Zweig'ın, yüz yıl öncesinden, böyle bir kişinin yaşadığı duygusal ve bilişsel çelişkileri bu kadar özlü şekilde anlatması hayranlık uyandırıcı.
Bu yönüyle hikayeye vereceğim tek eksi, bence de bitişi belirli bir sona bağlanmamalı, bir noktada karakterin nihai seçimi okurun takdirine bırakılmalıydı diye düşünüyorum; Zweig içinden geçeni yaptırmış karaktere ama bu tür bir final çok oturmamış gibi geldi bana da.
İkinci okuma ise, benim esas aldığım, Martı Yayınları`nın "Dürtü" şeklindeki tercümesine dayanıyor; önceki çevirilerde karşılık bulan "Mecburiyet" ile yakın kavramlar olsa da `dürtü` kavramının, hikaye içeriği ve sonunu daha iyi karşıladığını düşünüyorum. bu okumadaki hareket noktam, insanın, eylemde bulunurken, bilinçli kararlar ile hareket ettiğine ilişkin temel ve yanlış bir varsayım üzerine kurulu.
"Incognito - Beynin Gizli Hayatı" kitabında "david eagleman" ve "Thinking Fast And Slow" kitabında "Daniel Kahneman" benzer bir temayı işliyor; insan, her ne kadar, tüm kararlarını bilinçli bir şekilde aldığını düşünse de aslında durum böyle değildir; insan zihni, bir çok karar alma mekanizmasını, kendisine uygun gördüğü bir şekilde, bilinçaltında ve bilince fark ettirmeksizin, işletir; insan çoğu zaman, zihnin derininde işleyen mekanizmaların esiridir.
Zweig'ın hikayesi ile bu yönüyle de okunabilir bence; hikaye boyunca kahramanımız, kendisini derinden etkileyen bir çağrı - dürtü ile karşı karşıyadır; kendi düşünceleri ve eşinin düşünceleri ile bu dürtüye karşı zihinsel olarak mantıklı argümanlarla karşı koymaya çalışırken, bir yandan, nedenini açıklayamadığı bir şekilde karşı koyamaz ve dürtünün çağrısına engel olamaz; bir noktaya kadar düşünce, söz ve eylemlerini, bilişsel olarak doğru bulmadığı bu dürtünün gereklerine göre yaşama geçirir; kahramanın bilinci ve bilinçaltı sürekli bir mücadele halindedir; hangisinin galip geleceği hiç bir zaman bilinemeyecektir; belki bu hikayede biliyoruz ama yaşamda hangisinin diğerine baskın çıkacağı tam bir muammadır. Stefan Zweig'ın, yüz yıl öncesinden, insanın bilinci ile bilinçaltı arasında yaşanan bu mücadeleyi özlü şekilde anlatması da hayranlık uyandırıcı diye düşünüyorum.
Sonuç olarak, hele ki savaş tamtamlarının yine üzerimizde çaldığı bu zamanlarda her gencin okuması, her ebeveynin de çocuklarına okutması gereken bir hikaye diye düşünüyorum. Kalemine sağlık, toprağın bol olsun Zweig.
‘Hayır sana artık anlayış göstermeyeceğim, seni seçtim ve özgür biri olarak seninle yaşadım ama ben zayıflıklardan ve kendini kandıranlardan nefret ederim. Neden sana anlayış göstereyim? Senin için ne ifade ediyorum ben? Bir astsubay eline bir kağıda yazılı birkaç kelime veriyor ve sen beni bir kenara atıp koşarak peşinden gidiyorsun. Ben bir kenara atılıp sonra tekrar alınacak biri değilim.’ Olaylar adamın bakış açısından anlatılmış olsa da. Kadının kafasındaki düşünceler de bazı noktalarda çok iyi yakalanabiliyordu. Yine psikolojik tahlillerin ön planda olduğu kısa ve güzel bir Zweig eseri.
Savaşa çağrılan bir ressamın gitmek istemeyişi, vatan sevgisi ile savaş karşıtı fikirlerinin çatışması.
*"Bu adil olmayan bir savaş. Bir makineyle savaşmazsın. İnsanlara direnebilirsin, evet ama bu bir makine, kıyım makinesi. Kalbi veya aklı olmayan bir alet." *"Sadece birkaç kilometre boyunca geçerli olup ötesini etkilemeyen, görünmez bir kanun gerçek olabilir mi?"