Yıl 1989. Berlin Duvarı yıkılır. Önce şaşkınlık, sonra kuşku, sonra korku, sonra çözülme, dağılma ve çökme. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır. Yıllardır Türkiye' den uzakta, sürgünde yaşayan bir devrimcinin gözüyle, sosyalist blokun çöküş öncesi umutları ve çöküşten sonra sürgünden Türkiye' ye dönüşte yaşadığı şaşkınlıklar, acılar, hüzünler. Aşktan ve devrimden konuşulan, uğruna her şeyin göze alındığı dönem çöküp yok olmuştur. Artık hiçbir şeye, hiçbir yere geri dönülmeyecektir. Bu dünyayı değiştirip bir yeryüzü cenneti kurmayı hayal edenler, yenilmiş orduların yenik askerleri gibidirler. Oysa yıllar öncesinde '68 kuşağı olarak gençtiler, haklıydılar, umutluydular, aşıktılar. Henüz kuşku, ihanet, korku, dağlara, yaylalara çıkmamıştı. Devrim türküleri, fabrikalar, grevler, bildiriler, haklılığa ve zafere olan inanç doruklardaydı. Oya Baydar, bu son romanında aşktan ve devrimden konuşuyor. Yıkılış öncesi umut ve aşk dolu gencecik insanların yıkılış sonrası çektiği acıları dile getiriyor. Bu roman, Oya Baydarın doruğa ulaştığı bir kitap. Hiçbiryere Dönüş, bir dönüşün öyküsüdür. Dönülen her şeyin hiçbir şey, her kişinin hiçkimse her yerin hiçbiryer olduğu bir dönüşün öyküsü.
Oya Baydar'a hep denk gelmiştim ama bir türlü okumak nasip olmamıştı. Bir gün Selahattin Demirtaş'ın Seher kitabını okurken, arka sayfada kendisinin yazısına denk geldim ve o samimi övgüsü ve yazının içtenliği çok dikkatimi çekti. 'Burada da karşıma çıktığına göre, artık okuma vakti geldi' dedim. Hiçbiryer'e Dönüş ile başladım okumaya ve daha kitabın yarısına geldiğim de hayranlığım başlamıştı bile ve hayat hikayesinden de çok etkilendiğim bu kadınla tanışmam gerek dedim. İmza günü var mı diye baktım , yoktu. Çok değil 2 gün sonrasında can yayınlarının instagram hesabında Oya Baydar'ın Sarıyer Edebiyat Günlükleri programında imza günü olduğunu gördüm. Gidip kendisiyle tanıştım ve doya doya muhabbet edip, aydınlanıp geri geldim.
68 kuşağının umut dolu gençlerine ait bu hikaye. Karakterimiz sürgün dolayısıyla, tam da umutla birlikte büyük acılarında sembolü olan Berlin Duvarı'nın yıkıldığı dönemde Almanya'da ikamet etmektedir ve yıllar sonra ülkesine geri dönerek eski hayatından insanlarla ve anılar tekrar karşılaşır. Bizlere de bu geri dönüşleri çok güzel bir şekilde aktarmaktadır Oya Baydar. Çok samimi bir tanıdığınız başından geçenleri dinlemek gibiydi. Hepimiz nasılsa 68 kuşağından tanıdığı bir umut feneri vardır. Onlara kulak verin, anlatacakları çok hikayeleri. Yüzlerindeki gülümsemelerin arkasında bir bedenin dayanacağından çok fazla işkence var.
Sevgili @ilknurrcakr ile pazar okumalarımıza Oya Baydar 'ın bu enfes kitabı ile devam ettik, pek de iyi ettik.
Oya Baydar, benim fakülte yıllarımın yoldaşı, erguvanlara vurulmamın müsebbibi. Yeri çok başka. Bence edebiyatımızın yaşayan efsanelerinden. Hiç okumadıysanız koşun okuyun, daha geç kalmayın.
Şimdi kitabı okumaya başlayacaklara naçizane tavsiyem, bir kalem olsun yanınızda, kitabı çizmem diyenler işaret için ne kullanıyorsa o. O kadar çok işaret koymak isteyeceksiniz ki. Ne çok duygunuza tercüman olacak şaşıracaksınız.
Dönüş her zaman sancılı ve zordur. Zira ne dönen gidenle aynıdır, ne de dönüp geldiği yer ya da kişi bıraktığı gibi kalmıştır.
Kitabın kapağını kapattığımda, Yeni Türkü'den Dönmek şarkısını açtım, bi süre gözlerim kapalı dinledim. Böylece herşey tam oturdu içimde kitapla ilgili ne varsa.
Ve @ilknurrcakr canım, iyi ki bu kitabı önerdin, harika bir deneyim oldu, yürekten teşekkür ediyorum, yeni pazarları iple çekiyorum.
Mutlaka okuyun diyorum ve keyifli okumalar diliyorum 🌼
Oya Baydar’ın Hiçbiryer’e Dönüş romanı, 1980’li yılların sonunda sosyalist ideallerle yurt dışına sürgüne gitmiş bir kadının, Berlin Duvarı’nın yıkılmasının ardından Türkiye’ye dönüşünü ve bu dönüşle birlikte yaşadığı içsel çatışmaları konu alır. Roman, 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi sırasında Avrupa’ya kaçan sosyalist ideolojiye bağlı bir kadın ve eşinin Avrupa’da ve dönüş sonrası Türkiye’de yaşadıklarını anlatır. 
Hiçbiryer’e Dönüş, sadece politik bir dönüşümün değil, aynı zamanda bireysel bir içsel yolculuğun da hikâyesidir. Baydar, romanında umut, aşk, hayal kırıklığı ve yabancılaşma gibi temaları derinlemesine işlerken, okuyucuyu da bu duygusal yolculuğa davet eder. 
Uzun süredir okuduğum, oldukça duygu yüklü, fazlaca hüzünlendiren çok değerli bir kitap. Büyük inançlar ile yola çıkılan, geriye bakıp hayatı ve seçimlerimizi sorgulatan, devamlı ölümün, bir "son"un varlığını hatırlatan şahane bir edebi eser.
Sanırım kitabı aşağıdaki alıntı en iyi özetliyor.
"Bu dünyayı değiştirip bir yeryüzü cenneti kurmayı hayal etmiştik. Felsefemiz ve inancımız dünyayı açıklamakla yetinmeyip onu değiştirmek gerektiğini söylerdi bize. İnsanın kendi hayatına bir anlam kazandırmasının en görkemli, en yüce yoluydu bu. Artık dünyayı değiştiremeyeceğimizi biliyorum. Belki bir gün, yepyeni insanlar gelip tarihi silkeleyekler. Belki onlar kuruluşun ve kurtuluşun yeni güçleri, bizim özledğimiz dünyayı yaratacaklar. Ama bizler, mağlup orduların yenik askerleri, bizler çok yorgunuz."
"Özellikle Türkiye’de, dünyayı değiştirmek üzere yola çıkan kuşakların, tarihî görevlerini yerine getirdikleri kanısındayım. Bu günlere gelinene dek hapis, işkence, sürgün denen zorluklara katlanmış, açlığa, yokluğa göğüs germiş insanlardan içinnedense fazlaca söz edilmiyor. Bu nedenle, dünyayı değiştirmek üzere yola çıkanların bugün neden ayakta olmadıkları sorusu daha yakıcıymış gibi geliyor bana. Nedenlerin ise, Aşklar ve Arkadaşlıklar’ın başından sonuna süregiden belirsizliklerde buluyorum. Sözünü ettiğimiz kuşak, işe belirsizlikle başladı, belirsizliklere karşı savaştı ve dağıldı. Bu biraz da ‘80 öncesi kuşağının şövalye ruhundan kaynaklanıyor. Adsız nefer olmak, tarihe adsız kahramanlar olarak yazılmak, 1980 öncesi kuşağının ve onların ardından gidenlerin en önemli isteklerinden biri değil miydi?" Namık Doymuş.(Aşklar ve Arkadaşlıklar adlı kitabı ile ilgili söyleşiden alıntı.)
O kuşağın gençleri bir devrim gerçekleştiremeseler de toplumsal bilincin oluşmasında bir kıvılcım, bir ışık oldular ve tarihte yerlerini aldılar. Bu kuşak özeldir, bu kuşağın İngilizcede adı "Babyboomers". İkinci Dünya savaşı sonrası Patlama kuşağı, (1945-1965) arası doğanlar. Dünyada bu tarihler arasında doğan 1 milyon çocuk patlama kuşağını oluşturuyor. Kendilerinden önce gelen sessiz kuşağın sessizliğini, suskunluğunu aşan kuşaktır, tarihte böyle yer almıştır. Ve bu kuşağın bir özelliği de iyi çocuklar yetiştirmesi. Türkiyede bu dönemi ve 68 kuşağını anlatan kitapların temel özelliklerinden biri iyi anlatımlarına rağmen o dönemin ruhunu yansıtamaması; çoğunun genelde eleştirel bir bakış ve yargílayıcı bir yorum ile yazılmış olması...O günün 20 ile 30 yaş gurubunun ilk toplumsal bir harekete katılmanın verdiği heyecanlarını, ortak hareket etme, örgütlenme deneyimlerini, "biz aşkı yaşamadık çünkü devrime aşıktık "diyecek kadar sorumluluk duygusu edinmelerini, yaptıkları işin aşktan önce geldiğine inanmalarının masumiyetini yansıtmıyor. Meydanlarda atılan sloganlar, duvar yazıları, afişler, dinlenilen müzikler, Ruhi Su, Mahzuni, ve marşlar hepsi o dönemin renkleridirler, anılmıyorlar bile... Bazı yazarlar o dönemi anlatırken birilerini yargılayarak ve suçlayarak, hataları ifşa ederek olayı intikam alma boyutuna vardırıyor ( Yarılma_Gün Zileli); bazıları dönemi sosyal boyutun ötesinde aşkları, ilişkileri üzerinden değerlendiriyor; kaçak buluşmalar, sevişmeler, ihanetler, kaçışlar, dönüşler...Bu yılların aynı zamanda kadın hareketinin başladığı yıllardır. Yine de kadınlar o yıllarda özgür değildirler... Bu kitabın kadın kahramanı da kadının konumu bakımından anlatılanlara göre fazlasıyla abartılmış olduğu hissini uyandırıyor. Yazar öyle bir yaşam sunuyor ki o dönemde 20 30 arası yaşlarını yaşayanların böyle bir düzeyi yakalamaları inandırıcı gelmiyor insana...Herkesin ayakta durabilmek için ikinci bir iş edindiği yıllar. Mahalle baskısının, ayıp, günah, yasak üçlüsünün demoklesin kılıcı gibi başımızın üstünde sallandığı yıllardaki yaşamdan uzak.
Romanda bol aşk, bol alkol, bol suçlama var ve bol tekrar. Aynı olayların tekrar tekrar anlatılması...Köy ziyaretleri, işçi örgütlemeleri bir yandan, bir yandan konyak, şarap, karanfil leblebi kokan nefes, uzun sevişmeler, gerçek mi hayal mi olduğu belirsiz bir çocuk, bol çiçek ismi, bol kedi anısı , hepsi birleşerek kitabın sonunda okuyana "yeter artık" dedirtiyor. Siz yine de okuyun.
“Uyan artık uykudan uyan, uyan esirler dünyası!” 🫶
Nurdan Gürbilek’in İkinci Hayat: Kaçmak Kovulmak Dönmek Üzerine Denemeler adlı kitabı sık sık aklıma düşer. Bu kitabı okurken aklımın tam orta yerine oturdu. 14 Mayıs’ta bahar geleceğine dair umudumuz baki ama en kötü senaryoyu düşündüğümüzde, bu umudun solması durumunda çoğumuz belki de gitmekten bahsediyoruz. Peki bu gitme eylemi esasında kaçmak ve hatta kovulmak değil mi?
“Tarihin tekerleği geriye dönmez. Sınıfsız, sömürüsüz, savaşsız bir topluma varmak sadece bir hayal, bir ütopya değil, zorunluluktur.”
Hiçbiryer’e Dönüş, aidiyet duygusunun da etrafında dönen bir roman. Sadece kendi hakları için değil, halkın hakını savunmak için ömrünü devrime adamış ve bu uğurda sürgün edilmiş bir kadının hayatına dönüp bakıyoruz. Her cümlesinde geçmişin yankıları, şimdinin yorgunluğu, geleceğin ise yokluğu, belirsizliği var. Virgüllerle ayrılmış onca duygu üstümüze üstümüze geliyor. İçinde pişmanlık da var, aşk da var, vazgeçmeden direnen insanlar da.
"Yaşamın tek amacının yaşamak olduğu; başka bütün amaçların, bütün çabaların, bütün anlamların silindiği mutlak boşluk. Tüm süslerden arındırılıp en temeline, özüne indirgenirse; varoluşun anlamını sorgulamakla geçen bir ömrün sonunda, yaşamın var olmaktan başka anlamı bulunmadığını kavramanın gülünç saçmalığı. "
İlk defa Oya Baydar kitabı okuyorum, Aştan ve devrimden konuşuyorduk bölümünden aşırı etkilendim. Benzer aşamalarda farklı beklentilerle yaşıyorum bu açılardan satırların arasında gezinmek daha yıpratıcı olmuş olsa da ütopyaların hiçbiryer olduğuna daha erken uyandığım için daha şanslı hissettim
bu kitap için ilk söylemek istediğim içinize derin derin işlediği. kitap, siyasi suçlar sebebiyle sürgüne gitmiş bir kadın üzerinden anlatılıyor, onun sürgünden dönüş süreci ama alışamadıkları, kayıpları, o sürgün acısından dönse de kendini hala ne kadar yurtsuz hissettiği o kadar güzel anlatılmış ki, bahsederken bile ağlamak istiyorum. kitapta kendini tekrarlayan bir kısım var, anahtar sözcüğün umut olduğu. birkaç kez geçiyor tam olarak anahtarın umut olduğu ama acı olan onu nasıl kaybettiğimiz, nasıl o umut denen çatının altında kaldığımız. 68 neslini kastederek başaramayışlarını anlatıyor, kendilerinden sonraki nesil için, belki çocukları belki de torunları için güzel bir dünya diliyor ama bilmiyor ki biz onlardan daha güzel, daha fazla yenildik aslında. daha konuşsam o kadar konuşurum ki, öyle bir kitap. eğer geçmiş dönem gerçeklerine bir bakış atmak, bunu aşk, devrim, sürgün süreçleriyle harmanlı olarak okumak isterseniz kesinlikle kaçırmayın.
Tarihin akışını hızlandırabilecekleri ve yeryüzünü cennete çevirebileceklerine inanan insanların başarısızlığa uğramaları üzerine doğruları ve yanlışları ile yüzleşmelerini anlatan bir roman. Aslında orta yaş ya da biraz üzeri insanların, özellikle bir kadın üzerinden aktarılan sıradan iç hesaplaşmaları da diyebilirim. Büyüklüğünden ya da yücelik derecesinden bağımsız olarak, her sıradan insanın önüne çıkan bazı seçeneklerden birini değil de ötekini seçmeleri zorunluluğundan kaynaklanan, illa ki belli bir dönemde yaptıkları doğal bir sorgulama söz konusu olan. Kimisi bir ütopyada kimisi diğerlerine göre çok sıradan bir amacın peşinde bulur yaşamının anlamını. Ama galiba ortak olarak varılan sonuç, insanın yaşamında çok da bir anlam aramaması gerektiğidir. Ne yazık ki, gençlik elden gittikten sonra varılan bu sonuç romanın ana karakterlerini genelde koyu bir hüzne hatta kedere sürüklemektedir. Bu açıdan biraz karamsar ve sıradan buldum romanı. Yine de, sürgünden dönen ana karakterin bıraktığı gibi bulamadığı yerlerin, insanların betimlendiği kısımları etkileyici buldum. Okurken, sarmaşık gülleri ile kaplı kapısı ve asma çardağı ile şirin bahçemizi, iğde ağaçları altında oynadığımız boş arsaları hatırladım. Her yağmurda gecekondumuzun damından tıp tıp akan damlaların sesini duydum. Eski mahallemizdeki incir ağaçlarının kokusunu içime çektim. İşte, İstanbul'daki şu soğuk kış günlerinde içimi ısıtan bu anlar bile tek başına yeterli oldu bu romanı sevmem için!
Roman aslında Oya Baydar'ın “Elveda Alyoşa”, “Kedi Mektupları”nı da kapsayan üçlemesinin sonuncusu. Bahsettiğim hesaplaşma aslında diğer iki kitapta da mevcut. Sadece sürgünden dönülen memlekette bunun devamı hikâyeleştirilmiş.” Kedi Mektupları”ndaki ana karakterler ve anılan diğer tüm karakterlere bu romanda da rastlıyorsunuz, kediler hariç. Ancak kimi karakterler farklı bir yoldan giderek benzer sonuca ulaşabiliyorlar bu romanda. “Aşktan ve Devrimden Konuşuyorduk: Oya Baydar İle Nehir Söyleşi” kitabından okuduğum yazarın hayat hikâyesini ve hayatında yer almış pek çok insanın izlerini çok rahat sürebiliyorsunuz romanlarda. Tabii ki, Oya Baydar'ı ve diğerlerini teker teker eşleştirebileceğiniz karakterler bulamıyorsunuz üçlemede doğal olarak. Ancak, romandaki tüm karakterlerin bütün yaşadıklarına baktığınızda yazarın biyografisini açık olarak okuyabiliyorsunuz. Romanlara yedirilen kurgu hikâyelerin ise, önemli bir yer kapladığını zannetmiyorum.
Hiç okumadıysanız ve bu yazarı tanımak istiyorsanız üçlemeyi öneririm. Ben en çok “Kedi Mektupları”nı sevdim.
Yolları zaferlerin değil yenilgilerin açtığı, buruk, kederli bir dönüş. Senin, benim, hepimizin; mağlup bir ordunun yorgun, tedirgin askerlerinin, ürkek umutlar taşıyan dönüşü. 'Nereye?' diye sorma.
Bir ülkeye, bir kente, çocukluğun aydınlık sokaklarına, yarım kalmış aşklara, gece yollarına, eski dostlara, uğruna bir ömür harcanmış inançlara, zafer türkülerine, devrim bayraklarına, kendimizle yüzleşmeye, hayatla ödeşmeye...
Bu hikâye, dönülen her şeyin hiçbir şey; her kişinin hiç kimse olduğu, Hiçbiryer'e dönüşün hikayesi."
Oya Baydar bu cümlelerle başlıyor sürgünden dönen bir insanın ilişkilerini sorgulamaya. Sosyalist blok'un çöküşü, umutsuzlukları, kayıplarını -Fethi Naci'nin tabiriyle- "kahroluşun kahredici" üslubuyla anlatıyor.
Bu memleket için iyi bir şeyler yapmayı düşünen, yapmaya çalışan, bu yolda başı belaya giren ya da girmeyen herkesin özel bir ilgiyle okuyacağı bir roman.