Önümüzde hayat... Her gün bir başka uykuya yatıp bir başka rüya göreceğiz. Halbuki zaman, ağır ağır bizimle beraber akan nehir, bir göle varıyordu. Bu gölde artık biz akmıyor, dalgalanıyorduk.
Sait Faik Abasıyanık (18 November 1906 - 11 May 1954) was one of the greatest Turkish writers of short stories and poetry. Born in Adapazarı, he was educated at the Istanbul Erkek Lisesi. He enrolled in the Turcology Department of Istanbul University in 1928, but under pressure from his father went to Switzerland to study economics in 1930. He left school and lived for three years in Grenoble, France - an experience which made a deep impact on his art and character. After returning to Turkey he taught Turkish in Halıcıoğlu Armenian School for Orphans, and tried to follow his father's wishes and go into business but was unsuccessful. He devoted his life to writing after 1934. He created a brand new language and brought new life to Turkish short story writing with his harsh but humanistic portrayals of labourers, fishermen, children, the unemployed, the poor. A major theme was always the sea and he spent most of his time in Burgaz Ada (one of the Princes' Islands in the Marmara Sea). He was an honorary member of the International Mark Twain Society of St. Louis, Missouri.
Sait Faik mostly published under the name Sait Faik, other pen names being Adalı ("Island dweller"), Sait Faik Adalı, and S. F..
There is an award for his name which is given every year on his death anniversary: Sait Faik Hikâye Armağanı
“Bu insanlar benden ne istiyorlardı da mütemadiyen Kütelamare ve Enver Paşa diyorlardı. Midelerinde vesika ekmeğinden başka birşey olmayan insanlar nasıl zamanı düşünebiliyorlar, sulh, harp diyebiliyorlardı? Niçin çocuklarından ve tarlalarından bahsetmiyorlardı?” (S.25 Beyaz Altın öyküsü) Bu öyküsü 1936’da Varlık Dergisinde yayımlanmış. Şimdi bakınca, aradan yaklaşık 80-85 sene geçmiş, sadece yukarıdaki isimleri değiştirince sanki bugünü anlatır gibi. Bazı şeyler hiç değişmiyor herhalde. Ya da sanatçı evrenselliği belki de, bilemiyorum. Öykülerde, huzur da huzursuzluk da iç içe. Öyle güzel anlatıyor ki (Ada’daki bir sokağı ya da İstanbul’da bir mahalleyi) bazen okuduğum şeyden farkında olmadan çok uzaklara gidiyorum, kaybolduğumu farkedene kadar da ne çocukluğum kalıyor, ne de çocukluğumda gezdiğim İstanbul. Bazen de karamsarlıktan öykünün sonu gelmeyecekmiş gibi hissediyorum. Sait Faik okuduğum zaman onun simasının anlattıklarının bir çeşit delili, ispatıymış gibi geliyor. Simasıyla yazdıklarında gerçekten bir uyum var sanki. Bu uyumu ben bir Sait Faik’te görebiliyorum, bir de Oğuz Atay’da. Neticede bu dünyadan çok güzel bir insan geçmiş, geçerken de harika öyküler bırakmış, toprağı bol olsun. not.: Kitaptan ziyade biraz Sait Faik güzellemesi gibi oldu, affola.
Kitabı başa dönüp dönüp yeniden dinledim. Bunda Sait Faik'in müthiş öykücülüğünün yanısıra, sanki sırf onu seslendirmek için yaratılmış Selçuk Erdem'in sesi de etkili oldu. Sait Faik'in öyküleri zamanın çok ötesinde. Bu sebeple kendisi benim "başucu" yazarlarımdan biridir. O'nun öyküleri bir psikoloji seansı gibi; girdin mi içinden çıkmakta zorlanıyorsun; yeniden yeniden dinlemek-okumak istiyorsun. Kitaptaki ilk öykü olan "Sarnıç"ı sıradan bir insan kolay kolay yazamaz. Seni seviyorum Sait Faik. İyi ki varsın!
sait faik favori yazarlarımdan biri. hangi eserini okusam seviyorum. daha önce alemdağda var bir yılan, semaver öykü kitaplarını okumuştum. bu kitapta da çok farklı bulduğum, hayran kaldığım öyküler, satırlar oldu. sarnıç, gaz sobası gibi yarı hüzünlü öyküler kadar beyaz altın, loğusa gibi muzip öyküleri de sevdim. bu kitapta dikkatimi çeken öykü: ormanda uyku oldu. rüyayla gerçek arasında gidip gelen, gerçeküstü öğelerle dolu. sait faik değişik bir tarz denemiş belki, bilemiyorum. ama çok güzeldi bence. öykünün sonunda da yazar niye yazarlığı seçtiğini anlatıyor gibi. "ilk vapurdan bin bir yabancı çıkıyor. bir dost çehresi bulamıyorum. bir şeyler anlatmak ihtiyacındaydım. vapurdan kimseler çıkmayınca kaleme kağıda sarılıyorum." ve son öykü son satırlar da çok hoş: ", bu sırada sabah; denizkestaneleri yenen sahile, beyaz, uzun, uzun yelkenli bir korsan gemisi hızı ve güzelliğiyle pupa yelken inecektir."
Kronolojik Sait Faik okumalarımda ikinci durağım Sarnıç sona erdi. Kitap ismini ilk öyküsünden almış. Ondan ziyade Lohusa öyküsü oldukça çarpıcıydı. Sait Faik kaleminde çok rastlamadığımız bir acımasızlık yüklüydü tüm karakterlerde. Oldukça etkilendim.
Kimkime öyküsü en dramatik öykülerden biriydi. Aklıma bir an için Marquez'in Yüzyıllık Yalnızlık kitabını getirdi. Garibanlık ki bu kadar olsun. Ah ulan ah!
Şimdi sayfa 70'e gidiyoruz. Size Sait Faik Abasıyanık'ın kendini tek paragrafta anlattığı, adeta tek paragraflık bir otobiyografi olan alıntıyı vermek istiyorum.
Bir küçük insan zerresi halinde bu sabah, bütün insanları, çocukları, kuşları, yemişleri, sefilleri ve acıları beyhude bir sevgiyle seviyor, kederlenmeye zaman kalmadan, birdenbire bir sıçrayışta ayağa kalkıyorum. İlk vapuru karşılamaya koşuyorum. Ve bekliyorum. İlk vapurdan bin bir yabancı çıkıyor. Bir dost çehresi bulamıyorum. Bir şeyler anlatmak ihtiyacındayım. Vapurdan kimseler çıkmayınca kaleme kağıda sarılıyorum.
Okurken Sait Faik'in ruh halindeki çalkalanmalara tanık oldum. Bir bakmışsınız doğadan, insan sevgisinden bahsediyor, bir bakmışsınız içinde hüzün ve öfke var. Mekan ve insan anlatımları yine okurken o dünyaya girmenizi sağlıyor. Bazı öykülerde anlattığı konular ilginç. Adam öldürmelere, hırsızlığa değiniyor. Ama bunları hep birileri konuşurken duyuyoruz. Hiçbir zaman şahit olmuyoruz. Semaver'den sonra epey farklı bir Sait Faik var bu kitapta. Yavaş yavaş ustalaşıyor, hayata bakışı değişiyor.
Mîna Urgan Sait Faik için “öykülerinde şairdir” der. Ben daha doğru bir tanımlamanın mümkün olduğuna inanmıyorum. Tüm öyküler sizi dünyanın bir ucundan öbür ucuna yumuşak bir bulutun üstünde gezdirirken, güneş teninizi okşuyor ve kulağınıza istemsizce dalgaların tatlı sesi geliyor...
kızlar ve stendhal sendromu…. sait faik’i nasıl uygun şekilde appreciate eylerim bilemediğim için sadece teşekkür etmek istiyorum. (quote koyacağım: Fakat hiçbir zaman halin içinde yoktu. Maziyle birlikte doğuyordu.) [fun fact (değil): Mavnalar hikayesini okurken ağladım.]
Sarnıç, Türk edebiyatının belki de en iyi hikayesi. Şu an ne kadar düşünsem de aklıma daha iyisi gelmiyor. Sabahattin Ali'nin Değirmen'i ya da Refik Halit'in Şeftali Bahçeleri, yine Sait Faik'in Semaver'i de çok güzeldi ama Sarnıç hepsinin birkaç adım ötesinde geliyor bana. Ciltlerce kitapla anlatılamayacak duygu ve temaları birkaç satırda ifade etmeyi başarmış. Üstelik bunu aynı öykünün içinde defalarca tekrarlamış! Eşine zor rastlanır, hatta hayal edilmesi dahi güç bir olağanüstülük. Şimdilerde pek küçümsenen "ilham" tam da böyle bir şey aslında. İnsanın aklına bir fikir gelmesi zannediliyor, hayır, Tanrı'nın bir gece yazarın omzuna dokunmasıdır ilham. Sarnıç'a Tanrı'nın eli değmiş gibi.
Kitaptaki diğer hikayeler, eh işte... Ben çok Sait Faik insanı olmadığımı anladım dört kitabını okuduktan sonra. Bir türlü tümüyle kanım ısınmadı, bir türlü ne anlatmak istediğini anlamadım. Başka bir kitabı kaldıysa da kırklı yaşlarıma saklayacağım. Şimdilik bu macerayı Sarnıç gibi bir öyküyle noktalamak pek hoş.
Kitabı almasanız da girin bir kitapçıya, alın elinize bu kitabı, okuyun Sarnıç'ı. Pişman olmayacaksınız.
Sait Faik'i okumak her ne kadar benim için umut, huzur, yaşama sevinci ise ne yazık kı bu kitabında bunu yakalayamadım. Kitaba ismini veren sarnıç dışında hiçbirini beğenmedim. Kelimeleri kullanışındaki ustalık yine vardı ama hikayeler içinde akıp gitmedi.
-Her gün başka bir uykuya yatıp bir başka rüya göreceğiz. Halbuki zaman, ağır ağır bizimle beraber akan nehir, bir göle varıyordu. Bu gölde artık biz akmıyor, dalgalanıyorduk. -… kurumuş hatıralar sarnıcına gizli, bilinmez bir membadan akan şarıl şarıl bu sesleri duyuyorum. Bu son hatıralarla sonuna kadar idareye çalışıyorum. -İnsan, dedi, aslını unutmamalıdır. Bakın bu çay bile aslının göl olduğunu unutmuyor. Suları, bir göl suyu gibi ılık ve sessiz. Sanki bir göl gibi sakin, sanki bir göl gibi akmıyor. -Fırsat buldukça, canım sıkıldıkça, kafamın içine bir başka benlik sokuldukça insanları sevmek için; bir uzlet içinden, bir yoksuzluk ve kimsesizlik içinden; bir varlığın ve kimsenin karışıklığını daha iyi duyabilmek için daima melankolik köşeler arardım. -Gündüz yıldızları görür gibi, gökyüzünde düşünürdü. -Demek ki darıdünyada, dedi, bundan başka sana yâr kalmadı. -Bir tek insan bütün insanları nasıl sevebilir? İki türlü: Biri; çok büyük bir adam olarak. ….Bir de avantürye olarak insanları sevmek vardır. Bu, daha çok insanları değil, hayatı sevmek demektir. …..O halde? O halde pekala minimini bir insan zerresi halinde, karınca, kaderince, insanları sevmek de mümkündür amma…
*Nasıl bir insanı sevebileceğini ilk görüşte anlayabilirsen bir yazarı sevebileceğini de bir cümlesinden anlıyorsun. İlk böyle başlamıştım öykülerini okumaya. Açıkçası başlarda biraz hayal kırıklığına uğradım. Sait Faik… Küçük insanların dertlerini anlatan büyük deha. Aynı frekansı tutturamamıştık zatınızla. Hep bir şeyler eksikti sanki. Meğer o kitapları bu öykülere ulaşmak için okumuşum. Bir yazarı tüm kitaplarını okumadan tanıyamazmışsın, tıpkı bir insanı her halini görmeden tanıyamadığın gibi. Sonunda, tüm öyküleri içinde en bi sevdiklerim, Sarnıç, Ormanda Uyku ve Park. Sizi minimini bir insan zerresi halimle sevebildiğime memnunum.
Sait Faik Abasıyanık, her okurun kitaplığında bulunması gereken ve arada bir doyumsuz hikayelerinin okunması gereken bir yazar. Kalbinizin tam içine hitap eden, çoğunlukla hümanizm, yaşam coşkusu, basit şeylerden keyif alma, insan keşmekeşi içerisinde çoğu insanın görmediği detayları fark edip öne çıkarma, garibanlığı acındırmadan anlatma, yaşadığı dönemin çok kültürlü yapısını ortaya koyma gibi özellikleriyle öne çıkan çok değerli bir yazar.
Kendi adıma o döneme ait jargonu öğrenmek ve sözlüklerde asla bulunamayan kelimelerin peşine düşme heyecanı yaşadığımı da belirtmeliyim. Ne yazık ki dil denen olgu dinamik ve hiç kimsenin kontrol edemeyeceği şekilde değişken. Yitip giden kelimelere şahit olmak hüzünlü. İşin ilginç yanı bu konuda doğru düzgün akademik bir çalışma yok. Bu kitapta keyifle boğuştuğum pek çok kelimeden bir tanesini bir doktora tezinde buldum ama kelime hakkında bir açıklama yok! Sadece yıllara göre dökümlenmiş çok sayıda kelime. Doktora tezi olarak benim kabul edebileceğim bir şey değil. Daha sonra bu kelimeyi yine o dönemlerin efsane bir yazarının bir kitabında buldum, hem de açıklamasıyla beraber. Evet, günlük hayatı anlatan edebiyat aslında bir anlamda tarihsel bir doküman.
Önümüzde hayat... Her gün bir başka uykuya yatıp bir başka rüya göreceğiz. Halbuki zaman, ağır ağır bizimle akan bir nehir, bir göle varıyordu. Bu gölde artık biz akmıyor, dalgalanıyorduk.
Sait Faik nüveleri toplamaya devam ediyoruz, iskelelerde gezinip, kahvehanelerde takılıp sinemalara gidiyoruz. Bu kez semaver değil gaz sobası var. Ama buradaki seçkide dikkatimi çeken aklımda kalan bir hikaye olmadı.
diline bayıldığım yazar. ama ben burada inceleme yapmak yerine, sözü orhan kemal beyefendiye bırakacağım. sait faik hakkında yazmış olduğu enfes bir yazı var ve bunu herkes okumalı. 51 önce orhan kemal'in varlık dergisi'ne yazdığı enfes yazı:
51 yıl önce orhan kemal şunları söylemiştir;
sait faik öleli on iki yıl oluyor. on iki koca yıl.. vay anasını... yıllar ne de çabuk geçiyor! hiç unutmam, bir mayıs sabahıydı, kızım elinde hürriyet gazetesi, sapsarı, odama girdi: — baba, dedi titreyen sesiyle, sait faik ölmüş! dışarda bulanık, yağmurlu, pis bir hava vardı. yerimden sıçrayıp gazeteyi kızımın elinden heyecanla aldığımı hatırlıyorum. sonra bir ağ-lamak gelmişti içimden, gözyaşlarımı kızıma göstermemek için onu gazetesiyle yollamıştım aşağıya.
hastaydı, yatıyordu, dostlarını bile yanma kabul etmiyordu. biz bunu numara saymıştık. ‘büyük sanatçı numarası”. gülmüştük. öylesine inanmamıştık ki gerçekten hasta oluşuna, üzerinde durmamıştık, ölüm haberi işte bunun için ağlatmıştı beni.
ilk kitabı sarnıç'ı çok önceleri görmüştüm. daha sait'i tanımadan. sarnıç’ın ikinci baskısını tanıştıktan sonra, burgaz’daki evinde imzalayıp vermişti. (eylül 1950). şunlar yazılı:
(kardeşim, orhan kemal’e nihayet bir güzel günde görüştük. bu hayra alâmet! biz görmesek bile bir gün herkesin iyi günler göreceğine işarettir. sait faik)
"herkesin iyi günler” görmesini isterdi, bu isteğinde samimiydi. o kadar samimiydi ki, istese her bakımdan en yüksek hayatı yaşıyabileceği halde, yaşamaz, “herkes gibi" giyinir, “herkes gibi” gezer, “ herkes”in eğlenip zevklendiği yerlerde gezer dolaşırdı.
bana sarnıç ın ikinci baskısını imzaladığı gün, ona davetliydim. henüz istanbul’a göç-memiş, henüz istanbul lu olmamıştım. adana’da veremle savaş demeği cinsinden birkaç derneğin çeşitli işlerinde çalışan küçük bir kâtiptim, ama varlık, hikâyelerimi basıyor, kitaplarımı basıyordu. ben onu onun beni duymasından çok önce duymuştum. galiba 1938 lerde. adana cezaevi'nde beş yıla hükümlüydüm. aklımda yanlış kalmadıysa yeni mecmua adlı dergide onun medar-ı maişet adlı romanı-nın tefrika edileceği üzerine bir ilân vardı. sonraları o dergide o roman yayınlandı mı? hatırlamıyorum. ama 1940 larda asıl tanıdım, sevdimdi ben sait faiki. bursa cezaevine yollanmıştım. adana'dan başlıyan “şairliğim”, bursa cezaevi nde sürüp gidiyordu. bu arada nâzım hikmet de gelmişti aynı cezaevine. benim şiirden çok hikâye, hattâ romana yönelmemin daha verimli olacağına değinmişti. bu arada sabahaddin ali, sait faik ve ötekileri tanıdım. hattâ ne yalan söyliyeyim, etkisi altında bile kalmadım dersem ’gerçekten uzaklaş-mış olurum.
evet, 1950’nin o pırıl pırıl eylül sabahı burgaz'a, sait faik’in dâvetine gitmiştim. çevre baştanbaşa sait faik kokuyordu. sait faik’in hikâyelerindeki maviler, yeşiller, sarılar, turuncuların hepsi güne karışmıştı. beni iskelede karşıladı, yanında kocaman köpeği, yanyana, burgaz'ın o, insana meselâ italya’yı, yunanistan'ı, belki de ne bileyim başka herhangi bir avrupa kıyı şehrini hatırlatan sokaklarından geçerek, bu şimdi müze haline getirildiğini işittiğim evine geldik. beni annesine tanıttı, annesini bana. hattâ akrabası güzel, cici, şirin bir genç kızı da.
— senin hikâyeleri benimkinden çok sever..falan da dediğini hatırlıyorum
sonra annesiyle akraba küçük bayanın hazırladıkları kahvaltı sofrasına geçip oturduk. masada tereyağından, sütten, bala kadar neler yoktu. sait'i sonraları tanıdığım için ileri sürebilirim ki, o gün sait, bana verdiği önem yüzünden o itinalı sofrayı hatırlatmıştı. şüphesiz o sofra her zaman, her sabah hemen hemen aynı biçimde hazırlanıyordu ihtimal, ama sait faik in o benimle karşılıklı oturduğu anki iştahla oturmuş olacağını sanmıyorum.
onunla dargın olduğumuz sıralarda bile, ge-çim sıkıntısının verdiği umutsuz karamsar anlarımda bile onun rastgele bir cildini kitaplı-ğımdan çekip, rastgele açmış, okuduktan sonrakaramsarlığımdan kurtulmuşumdur.
dün elime, “îndiana university publications’un turkish literary reader” kitabı geçti. sait faik’in (yani usta) hikâyesini okumağa baş-ladım. inanın, onu ilk okuduğum günlerdeki tad gene aynı güçteydi. hikâyeyi bitirdiğim zaman içimde sait’si bir burukluk kaldı. sait’si diyorum, çünkü sait asıl hikâyelerinde his yanını duyurmuştur. yaşarken çokluk bulamadığı dostluğun tadını hikâyelerinde bulmak için yazar, bu arada okuyanlara da duyururdu.
açın yani usta hikâyesini, baştan başlayın okumağa. §u son paragrafı da birlikte okuyalım:
"heye gidi yani usta hey! bunda no var ki yani usta, ha? gelmedin gelmedin. ne çıkar bundan? sen yine o aynalı sinemada yanıma oturan küçük çocuksun sokakta gördüğüm zaman. ama yüreğimi bir şey, bir demirden avuç da sıkmıyor değil hani. ama boşver! inanma! hadi canım sen de! üzülme be yani usta. beni gördüğün zaman gülümseyiver. aldırma! tiyatro da n’oluyormuş? dünya’da dostluk vardır, be! o da ölmedi ya!”
gerçeklen böyle bir yani usta var mıydı?
sanmıyor, gerçeğini düşünmüyorum bile. ben burada, bu yani usta vesilesiyle sait faik in aradığı mutluluğu elle tutar gibiyim. hepimizden, herkesten bu içtenliği, onu yani usta’nın götürdüğü içtenliğin huzuruna götürmemizi bekler, bulamazdı. kuşkusu, içtenliklerimizin bir hergeleliğe, matrağa dayanıp dayanmaması-nı ayırt etmekten gelirdi sanırım. alay edilmek, ti’ye alınmak, işletilmek en büyük korkusuydu. onun için sağa sola çatar, onun için daha önce davranıp ti ye alır, dalga geçer, kar-şısındakini işletirdi
ne zaman, adalar’a gitmek .şöyle dursun, beyoğlu’na çıksam, sait faik karşıma çıkıverecekmiş gibi gelir. bizde pek az yazar kendini konularına böylesine sindirmiştir.
ölümünden az önce, daha doğrusu kliniğe yatmadan az önce demek daha doğru, gülhane parkı’nı boylamıştık. çisentili bir havaydı. so-ğuk. büyük ağaçlar hışıl hışıl. dert edindiği bir konu üzerinde konuşuyorduk. memleket edebiyatı, memleket sanatı, çalışan insanlara dair uzun uzun anlattıktan sonra, aynen şöyle dedi:
— evet, işçi, köylü, çalışan anadolu., anlı-yorum, konularımı buralardan almıyorum, bu meselelere dokunmuyorum diye bana çatıyorlar ama, ne yapayım birader? onları, onların meselelerini yakından bilmiyorum ki. iftira mı edeyim? yalan mı söyliyeyim?
hayir sait faik, hayır; yalan söylemedin; galiba en doğru şeyi yaptın. en iyi bildiğini işledin. zaten şunu, bunu, şurayı burayı işlemek yok, “insan”ı, mutluluk ardında koşan insanı, insanı mutluluğa ulaştıramıyan kara çalı-larıyla birlikte “çalışan insan”ı işlemek var.
peki çalışmıyan? çalıştıran?
o da var elbette. onlar da insan, onları da işlemek var, ama bütün bunları, senin de bana armağan ettiğin sarnıç kitabının ön sözünde belirttiğin gibi: " ... bir gün herkesin iyi günler görebilmesi ’ için, sırf bunun için işlemek! en iyi bildiğini işlemek!
Sait Faik'in öykülerini çok sever ve onları kendime çok yakın bulurum. Ancak bu toplamadai öykülerin içine girmekte ve onları kendimle özleştirmekte oldukça güçlük çektim. Şu ana kadar okuduğum Sait Faik toplamaları arasında bana en uzak, gerçekliğe de en uzak öykü derlemesi herhalde bu olsa gerek. Alışılmış Sait Faik uslubunu korusa da yer yer bazı öyküleri sanki başka birisi yazmış hissi de vermedi değil.
"Bir küçük insan zerresi halinde bu sabah, bütün insanları, kuşları, yemişleri, sefilleri ve açları beyhude bir sevgiyle seviyor, kederlenmeye zaman kalmadan birdenbire bir sıçrayışta ayağa kalkıyorum. İlk vapuru karşılamaya koşuyorum. Ve bekliyorum. İlk vapurdan bin bir yabancı çıkıyor. Bir dost çehresi bulamıyorum. Bir şeyler anlatmak ihtiyacındayım. Vapurdan kimseler çıkmayınca kaleme kâğıda sarılıyorum."
Kitabın ilk öyküsü 'Sarnıç' güzel bir hikâye lakin geri kalanlardan çok da keyif alamadım. Sanırım Sait Faik'in beni en çok çeken öyküleri adada geçenler ve onlar da bu kitapta biraz eksikler...
Modern öykücülüğün mimarlarından Sait Faik Abasıyanık’ın ikinci kitabı Sarnıç. İçerdiği öykülerde kullandığı dille dönemine göre ne kadar farklı olduğunu algılamamız uzun sürmüyor. Anlatıcıyı konumlandırması ve karakterlerin yerinde diyaloglarıyla su gibi akıyor öyküler. İster şehir hayatında olsun ister köy hayatında çıkmazlar yaratıyor Sait Faik, karakter kendi zamansızlığında zihinlerinde sürükleniyor karmaşadan çıkmaz için, kimisi başarıyor kimisi de kaderine razı oluyor, bütün bunlar olurken anlatıcı da uzaktan izliyor olanları ve hikaye akarken bize konumlandığı yerden sona gideceğimiz etkileyici ve sade bir anlatım sunuyor. Hikayelerin çoğu O anlatıcı ile yazılmış değil tabi ama geneli öyle. Sait Faik şehirde geçen hikayelerinde de köyde geçenlerde de önce yöre halkını anlatıyor ve onların özelliklerini belirttikten sonra da hikayeyi bu şekilde inşa ediyor biz de karakterin başına gelenleri yorumladığımızda Sait Faik in betimlemelerine göre yorum yapabiliyoruz. Şehir insanının çıkmazlıklıklarını, yalnızlıklarını, köy insanının kurnazlıklarını ve taşradaki nedensiz bunaltıcı, adanın rehavetini, gençlerin hayata tutunma çabalarını anlattığı hikayelerinde Sait Faik duyguyu okuyucuya fazlasıyla geçirmeyi başarıyor ve yalınlığıyla su gibi akan bir öykü dünyası bırakıyor okuyucuya. Kendi deyimiyle, kurumuş hatıralar sarnıcına gizli, hikayeler bırakıyor geleceğe…
Bu kadar yoksun insanı ve yoksunluğu anlattığı halde, hala hayatın tatlı yanlarına odaklanabiliyor, kadere küfrermiyor, acitasyon yapmıyor, dupduru dosdoğru anlatıyor. Temel izleği sevgi... özellikle insan sevgisi ve hayatı, doğayı sevmek... Kitapta en çok “Kim kime” öyküsünü beğendim. Anlatımın en duru ve renkli olduğu, sözü en net ve anlamlı gelen ve en etkileyici bulduğum metin. Bir kadının kocasının cenazesini bile kaldırırkenki çaresizliği öyle güzel anlatılmış ki..
Sait Faik tam bir atmosfer ustası... Samimi diyaloglarla bu atmosferi süsleyip canlandırıyor. Beğendiğim bir diğer öyküsü de “Park”. Öykünün ritmi öylesine canlı ve anlatılmayıp gösterilen o kadar çok şey var ki tam da Hemingway’in buzdağı kuramına yaraşır nitelikte bir metin. Sait Faik’in konusu genel olarak insan manzaraları... bakınız: “Plaj İnsanları”. Ayrıca simgesel ama bir miktar anlaşılmaz bulsam da sevdiğim bir diğer öyküsü: “Ormanda Uyku”; farklı bir yerde duruyor sanki.
Genel olarak Sarnıç kitabı benim için Semaver’in biraz gerisinde kaldı. Ama kuşkusuz bu Sait Faik’in ustalığından bir şey eksiltmez 😊
Sarnıç bitti. İlk defa Sait Faik Abasıyanık kitabı okuduğum için kitaptan fazla bir şey beklemiyordum ama kitaptaki öykülerin çoğunu beğendim.
Sarnıç, Kalorifer ve Bahar, Gaz Sobası, Park, Loğusa, Kim Kime, Beyaz Altın gibi hikayeler çok iyiydi. Geri kalan hikayelerden birkaç tanesi yine iyi sayılabilecek seviyedeyken, sevmediğim hikayeler ise yurt dışında geçen hikayelerdi.
Sait Faik'in yazım tarzını çok güzel buldum ama çok dinç bir şekilde okumayınca yazarın uykumu getirdiğini hissettim. Yazarın her yıl 2-3 tane kitabını okumayı planlıyorum ama eğer kafam eserse, hazır kütüphane de Delta Tüm Öyküler baskısını da bulmuşken tek seferde yazarın tüm yazdıklarını da okuyabilirim.
sait faik'in mekan algısı öyle doyurucu ki bazen diyorum hikayeye gerek yok, cümle kur yeter. o da sanırım zaten öyküyü cümleye olanak sağlayan uzam olarak görüyor. bu seçkide taşra olsun kasaba olsun herhangi bir alanın ücra köşeleri, görünüp de görünmeyenleri, parkları patikaları içime yapıştı. "... hepsi, her şey, su, değirmen, gölge, güneş, mor püsküllü çapkın mısır koçanları, her şey beni aldatıyor." ben de okurken aldanıyorum, zaten öykülerin çoğu da hayat meselesine aldanan kişileri işliyor. "Sarnıç" ve "Kalorifer ve Bahar" doruk noktası, "Mavnalar," "Gaz Sobası" ve "Davut'un Anası" sağlamdı. "Ormanda Uyku"yu sevememle ilgili makale yazmam gerekir. "Ali için ruh bir saattir."
Öykü denince aklıma Sait Faik Abasıyanık gelir. Son günlerde Yekta Kopan da öykünün yeni isimlerinden oldu benim için ama Abasıyanık bir başka. Aziz Nesin e göre çok dağınık yazıyor, bence de öykülerinde bir bütünlük bir devamlılık yok ama neredeyse tüm öykülerinde gizli bir yalnızlık duygusu var ve sizi sarıyor. Olaylara bakış açısında ki sadelik ve yazım dilinde ki karışıklık tezat oluştursa da öykün ustası olmadını engellemiyor. Ben tüm öykülerden oluşan serinin ilk kitabını bitirdim ve serinin diğer eselerini okamak İçin sabırsızlanıyorum.
This entire review has been hidden because of spoilers.
Türk Edebiyatı’nın en etkileyici hikâyecisi Sait Faik‘in 1939 yılında kendi imkânlarıyla yayımladığı ikinci hikâye kitabı olan Sarnıç‘ı okurlarımıza sunmaktan gurur duyuyoruz.
“Sıkı şiire öncelik vermek” ve “imgelemin özgürleşmesini sağlamak” amacıyla dijital yayıncılık serüvenine başlayan UPAS Yayın‘ın tüm kitaplarını upas.evvel.org adresinden ücretsiz olarak okuyabilirsiniz.